5fce3a301128a__1.jpg

Travma benlik dünyasını bozar. Hikâyeler onarabilir mi?

07.12.2020

Anna Gotlib 

New York'taki Brooklyn College'da biyoetik, ahlaki psikoloji ve hukuk felsefesi alanlarında uzmanlaşmış bir felsefe doçentidir. The Moral Psychology of Sadness (2018) ve The Moral Psychology of Regret (2020) yayınlarının editörüdür. Ocak 2020'de İzlanda Üniversitesi'nde Fulbright Uzman Akademisyen olarak görev yapmıştır.

İnsanlar “hikâye-anlatan” yaratıklardır: dünyamızı inşa etmek için hikâyeler üretiriz. İster Lascaux’nun mağara duvarlarında isterse Voyager uzay mekiğindeki altın kayıtlarda saklanmış olsun, kendimizi ve bizim için önemli olan şeyleri kelimelerle, hareketlerle, hatta sessizlik yoluyla bile paylaşmak isteriz. Kendi oluşturduğumuz bu anlatılar, bizim fiziki gerçek ve deneyimler bütünlüğümüzün – ya da felsefecilerin bazen söyledikleri gibi, sakini olduğumuz yaşantı dünyalarımızın- haritalarını oluştururlar. Ve bu hikâyeler, dünyaları yarattıkları gibi, yıkabilirler de.

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/5fce3acc443ea__lascaux.jpg

Travma da, pek çok kisvesi içinde, genellikle yaşantı dünyamızın topoğrafyalarını bozarak ezelden beri bu anlatıların bir parçası olmuştur. Kendimizi anlamamızı sağlayan en temel, en kabul-gören araçlarımızı parçalayarak, bilindik hikâyelerimizi, korkunç, tuhaf (anlaşılamayan) ve bazen tarif edilemeyen bir şeyle değiştirir.

Travma nedir? Travma, sadece korku, suçluluk duygusu ya da istenmeyen hatıralardan ziyade, dünyamızı yıkan ve bir tür dünya-kaybına yol açan bir toplu kuvvettir. ‘Önce’ ve ‘Sonra’ olarak adlandırdığı kesin sınırlar çizer: ‘önce’, âdemin dünyaya indirilmeden önceki, yani bildiğimiz benliği belirler; ‘sonra’ ise, geriye kalan yıkık bir yaşam dünyasının harabesidir.

Bizler doğal hikâye-anlatıcılar olduğumuzdan, travmayı anlamlandırabilmek için de hikâyelere başvururuz. Hikâyelerimiz, insan deneyimi kadar geniş ölçüde çeşitlenebilir. Bazen, travma, hakim kimlik bilincimizi yıkarken, aynı zamanda, kendimizin, alternatif, muhtemelen daha iyi versiyonlarına geçmemizi sağlar. Nitekim, Gılgamış Destanı da (MÖ 1800), travma kaynaklı acıya bir bakış sunarken, ayrıca, onun dönüştürücü etkilerini de keşfetmektedir. Çok sevdiği dostu Enkidu’yu kaybetmiş olmaktan duyduğu kederle yaşadığı kişisel trajedinin etkisiyle, kibirli Gılgamış, fanilik ve geçicilik ile daha fazla bağ kurar – aslında, daha “insan” olur.

Travma, birbirimize yapmayı seçtiğimiz bir şey olabilir

Alternatif olarak, ‘sonra’da, kendimizi, travmanın bizim için yarattığı zorlu ‘eşik’ alanlarında bulabiliriz. Sigmund Freud, ‘tekinsiz’ olarak adlandırdığı: neredeyse–tanınabilen, unutulmuş ya da bastırılmış, bizi korkutan bir şeyin çelişkili duygusuyla travmatize edilebileceğimizi öne sürer. Korkuyu, parçalar halinde ve kısım kısım, keskin parlamalar ve donuk hafızasızlıkla hatırlayabiliriz. Bunun için de, yine, hafızanın sınırlarında dolaşabilmemizi sağlayacak anlatılara ihtiyacımız vardır. Toni Morrison da, Beloved (1987) adlı romanında, kölelik döneminden hayatta kalan ve tarihlerini, ailelerini, ait oldukları toplulukları, gerçekte kim olduklarını anımsayıp, bunları tekrar birleştirerek, ‘korkunç’la yüzleşen kişilerin ‘hatırlamaları’ diye adlandırdığı hikâyeler yazmıştır. Travma anlatıları besler ve anlatıların kendisi de travmanın lokusu (odağı), acı ve hafızanın karşı karşıya geldiği savaş alanları haline gelir.

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/5fce3ba3340a4__2.jpg

Kurgusal anlatılar, kolektif travmalarımızla bir tür hesaplaşma sunar. Ancak travmayı anlamak ve ona yanıt vermek, bizi, yaşam dünyasını kaybetmek gibi tekil deneyimlere götüren kişisel hikâyeleri de gerektirir. O halde, ihtiyacımız olan şey, travmanın neye benzediği ve onun ardından yola nasıl devam edebileceğimizi görmemizi sağlayacak daha doğrudan bir yoldur.

Bu kişisel hikâyeler, dünya tarihi trajedilerinin arka planında ortaya çıkabilir. Örneğin, Soykırım’dan kurtulan İtalyan yazar Primo Levi, Auschwitz'e gelişini şöyle anlatıyor:
Susuzlukla, pencerenin dışında, elimin yetişebileceği mesafedeki ince bir buz sarkıtına baktım. Pencereyi açtım ve buz sarkıtını kırdım, ama dışarıdaki iri yapılı, cüsseli bir muhafız onu benden bir anda vahşice aldı. "Warum?" [Neden?] diye ona kötü Almancamla sordum. "Hier ist kein warum," (burada neden yok) diye cevapladı ve beni dürterek içeri itti.

 

Sadece kampın zalimliğiyle değil, aynı zamanda işkencecilerinin bu tür ruhsal sarsıntıları (travmaları) mümkün kılan tavırlarıyla da insanlıktan çıkarılmış bir adam görüyoruz. Levi’nin hikâyesi, birbirimizi nasıl travmatize ettiğimizin (veya olup olmadığımızın) Ludwig Wittgenstein'ın ‘bir ruha karşı tutumumuz’ dediği: eylemlerimiz ve sözlerimizin diğer bir kişiyi insan olarak görmekte oynadığı role bağlı olduğunu açıklamaktadır. Levi’yi esir alan Naziler, onda bir ‘insan’ görmedi. Travmanın birbirimize yapmayı seçtiğimiz bir şey olabileceğini bize gösteren şey bu ‘insanlıktan çıkarma’dır. Ama bize, aynı zamanda, ona nasıl direnilebileceğini de söyler: savaş gibi en sert koşullarda, başka bir ruha karşı davranışlarımız önemlidir.

 

Travmayı anlamak, açıklamak ve anlatılar yoluyla yüzleşmek gerekli midir? Pek çoğu için, hiç de değil. Bunun yerine, psikiyatri el kitabı DSM-III (1980) tarafından somutlaştırılan ve ilaç tedavisi için doğrudan psikiyatrist ofisine, terapi için psikoloğa veya kişisel gelişim kitapları için mahalledeki kitabevine gönderen bir hastalık olarak görülebilir. Travmanın böyle tıbbileştirilmesi, onu bir hastalık, bir virüs gibi tedavi edilmesi gereken, içinizdeki bir yabancı olarak konumlandırır: suçluyu tanımlayın, savaş için uygun aracı bulun ve düşmanı yok edin.

Yine de travmanın karmaşıklığı çoğu zaman sırf tıbbi çözümlerin ötesine geçtiği için, bu yaklaşımlar, en iyi ihtimalle ‘eksik’ kalacaktır. O zaman, hissedilen, varoluşsal tehdit içeren bir deneyim olan travmaya geri dönelim. Yoğun bakım ünitesinde ciddi bir hastalıkla önceden geçirilmiş kısa bir süre, insanı, salgın sırasında oraya geri dönme ihtimaline dair felç edici bir korkuyla karşı karşıya bırakır. Şiddet kurbanı bir kişi, artık sonsuza kadar güvensiz hale gelmiş dünyasında, travma sonrası stres bozukluğu yaşamaktadır. Travmatik ‘sonra’da, yalnızca, ilaç kullanarak uzaklaştırılabilecek olumsuz duygularla karşılaşmıyoruz. Sadece acıyı köreltmekle kalmayıp, anlamlı yaşantı-dünyalarını yeniden kuracak türden daha kalıcı onarım araçlarına ihtiyacımız var. Travmadan kurtulan filozof Susan Brison'un ‘Aftermath: Violence and the Remaking of a Self’ (2001) adlı kitabında belirttiği gibi, geriye dönüşü olmaksızın, kendimizi ‘ardımızda bırakmış’ halde, duygusal, anlatımsal ve psikolojik olarak akıntıda sürükleniyoruz. Öyle ise, yeniden kurulabilecek ne kaldı ki?

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/5fce3be2bfaf2__3.jpg

Umutsuzluğun ortasında, "trajik iyimserliği" kucaklayarak yine de anlam bulabilir - hatta yaratabiliriz.

Diğer her şey başarısız olduğunda, hikâyenin kendisini yeniden kurabiliriz. Çoğumuz kendimizi içinde bulduğumuz koşullar hakkında fazla bir şey yapamadığımızdan, kim olduğumuzla ilgili hikâyeleri onarmakla başlayabiliriz.

Nasıl ilerleyeceğimiz kısmen bu anlatıların bizim için ne yapmasını istediğimize bağlıdır - sonuçta tüm hikâyeler güvenilir, iyi ya da onarıcı değildir. Bazı anlatılar, ıstırabın ardından gelen anlaşılmaz umutsuzlukta ısrar edebilir. Diğerleri, epistemik boşluklar lehine travmanın unutulmasını tavsiye edebilir. Ancak, Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) filminde eski âşıkların keşfettiği gibi, ne kadar unutmak istesek de, en derin, en istenmeyen hatıralarımız tamamen silinemez.

 Başarısız olan diğer bir anlatı da, bir tür ‘büyülü düşünce’ biçimidir. Büyük ölçüde Amerika’ya özgü muzaffer, mutluluk-merkezli anlatılara yönelik eğilimleri benimseyenler, politik aktivist Barbara Ehrenreich'in Bright-sided (2009) adlı kitabında -İngiltere’deki ismiyle ‘Smile or Die'da- ‘pervasız iyimserlik’ olarak tanımladığı hikâyeler sunarlar. Ehrenreich'in belirttiği gibi:
Sadece ‘dileyerek’ kendimizi o kutsanmış duruma yükseltemeyiz. Hem kendi yarattığımız hem de doğal dünya tarafından bize dayatılan korkunç engellere karşı vereceğimiz bir mücadeleye hazır olmalıyız.

Bana öyle geliyor ki bu seçeneklerin hiçbiri, bizi, dünyamızı onarmaya yaklaştırmıyor.

Öyleyse bunu ne yapar? Şaşırtıcı bir şekilde, bir tür iyimserlik -ama pervasızca türden değil. Soykırım’dan kurtulan Avusturyalı nörolog-psikiyatrist Viktor Frankl, Man's Search for Meaning (1946) adlı biyografisindeki bir dipnotunda, umutsuzluk, trajedi ve ıstırabın ortasında, "trajik iyimserlik" adını verdiği bu kavramı kucaklayarak hala anlam bulabileceğimizi -aslında yaratabileceğimizi - savundu. Bu tuhaf iyimserlik türü, Frankl'ın "trajik üçlü" dediği acı, suçluluk ve ölüme rağmen, kendimizi ve dünyalarımızı yeniden inşa etmemize izin vermektedir.

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/5fce3c2f0379b__4.jpg

 

Ölmek üzere olan bir COVID-19 hastasının, çektiği acıya tanıklık ederek, başucunda kalmayı seçen bir Brooklyn ICU hemşiresinin hikâyesinde trajik iyimserlik vardır. İzolasyonda ölüm travmasının tümüyle farkında olan hemşire, onun ruhuna karşı bir tutum alarak, onun -ve hatta biraz da olsa kendi- dünyasını onaran bir karşı-anlatı sunar. Orada sükûnetle ve sözlü anlatılarla tanıklık eder  -‘Yalnız değilsiniz.’ Hemşirenin eylemleri, travmayı daha anlamlı bir şeye dönüştürüyor: İnsanın acı çekme ve ölümdeki yalnızlığı artık anlaşılmaz olmayıp, derin/içten bir merhamet deneyimiyle paylaşılıyor. Ve yaptıkları en temel anlamda hayat-kurtarıcı olmasa da, hasta için, ne kadar zamanı kalmış olursa olsun, dünya-kurtarıyor.
O halde trajik iyimserlik, mutluluk-arama eğilimimizden kurtulmamızı ister. Zorlu dünyayı-onarma sürecini, anlam yenilenmesi yoluyla -işimiz, ilişkilerimiz ve ıstırabın kendisiyle ilişki kurmak yoluyla karşılarız. Ve bunun gerektirdiği şey, travmanın varlığını, yıkıcı güçlerini inkâr etmek değil, birbirimizin yaşam-dünyalarını destekleyerek ortak insanlığımızı doğrulayan şekilde davranmaya bilinçli kararlılıktır.

 

Travma, ilaçla defedilecek bir virüs, unutulacak bir masal ya da pervasız iyimserlikle giderilecek derin bir üzüntü değildir. Ne olabileceği, kim olduğumuz, neye değer verdiğimiz ve "sonra"da nasıl yaşayabileceğimiz hakkında farklı hikâyeler - daha iyi hikâyeler- için bir katalizör olabilir. Bu hikâyeler mutluluk-arayışında değillerdir -anlam verirler ya da yeniden anlamlandırırlar.

Onlar, konforlu unutkanlığa veya insanın yenilmezliği mitlerine kapılmayacak ‘trajik iyimserlik’ anlatılarıdırlar. Dünyalarımızın yıkılamazlığına dair hiçbir yanılsama barındırmazlar. Belki de travmalarımızla daha istekle ilgilenirsek ve anlatılarla dünyamızı yeniden-oluşturma olasılıklarına daha açık olursak, en kötü deneyimlerimizden bazılarını, kim olduğumuzla ilgili devamlı değişip gelişen hikâyelerle bütünleştirebiliriz. Ne kadar huzursuzlukla olsa da, onların ışığında var olabilir ve hatta gelişebiliriz. Çünkü travma, dünyalarımızı her zaman yeniden bozabilir ve bozacaktır.

Çeviren : Çiğdem Ergün

Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş

ÖNCEKİ HAFTALAR