5f6c534ccd8cb__ana.jpeg

ARAMIZDAKİ RUH

24.09.2020

James Barnes

Donald Winnicott’a göre, ruh bizlerin içerisinde değil fakat bizlerin arasında... Aslen çocuk doktoru olan Donald Winnicott (1896-1971) 20. Yüzyılın ortalarında psikanalizin ana simalarından biri haline gelmiştir. Bilişsel ve davranışçı ekollerin haricinde, kendisinin psikoterapötik teori alanındaki kalıcı etkisi muhtemelen Freud’dan sonraki en önemli etkidir. O dönem yaygın olan Freudyen ortodoksçu düşünce tarzına açıkça muhalif olmamışsa da kendisinin zaman zaman muğlak görünen çalışmalarından yapabileceğimiz çıkarıma göre, Winnicott’un teorisinin Freudyen modele ve aslında modern psikiyatri ve bilişsel davranışçı terapi (BDT) modellerine radikal bir şekilde aykırı olduğu görülmektedir. Bu durum aslında kendisinin psikoterapötik teori ve çalışmalarının da ilerisine uzanan düşüncelerinin öneminin anlaşılmasında kilit noktadır. Doğrusu yıllardır pek çok kişinin ruh sağlığı açısından kriz olarak adlandıracağı dönemlerde en ön saflarda içerisinde bulunduğum çalışmalarım, beni Winnicott’un zihin ve ruh sağlığı bozuklukları hakkındaki görüşlerinin şimdiye kadar hiç olmadığı kadar önemli olduğu görüşüne ikna etti.

Winnicot’a Türkçe karşılığı “eğilimli” anlamına gelen “apt” şeklinde hitap edilmiştir. Bunun sebebi ise kendisinin yalnızca birbirine muhalif olan Amerika ve İngiltere’deki neo-Freudyen toplulukların- “Ego psikolojisi ve Kleinian düşünce ekolleri- arasında bulunması değil, aynı zamanda öz ve ötekini zihinsel hayatın ve onun geliştiği yerin asıl alanı olduğunu düşünmesindendir. Freud’un zihin modelinin özü olan özne-nesne düalizmini (hem Ego psikolojisi hem de Kleninian düşünürleri aynı fikri paylaşırlar) bozmuş, öz ve ötekinin birleştirici kavramlar olduğu fikrini desteklemiş ya da en azından ima etmiştir.

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/5f6c3626daf38__resim2.jpeg

Winnicott’un Ortodoks bakış açısından uzaklaşmasındaki itici gücü anlamak için, Freud’un düalist modelinin arkasındaki temel felsefeyi anlamak gereklidir. Her şeyden önce Freud kendini deneysel bir bilim insanı ve psikanalizi de bilimsel bir çalışma olarak görmüştür. Bunun akabinde, kendisinin ruhla ilgili modeli sıkı bir şekilde bilimsel dünya görüşüne egemen olan Kartezyen-deneyci felsefe kökenlidir. Bu modelin bağlı olduğu en temel düşünce bizim nesnel, tarafsız ve bizden bağımsız olarak varlığını sürdüren dünyaya karşıt olan münferit bireyler olduğumuzdur. Bu model aracılığıyla kendi dışımızdaki dünyayı içten belirlenmiş süreçler ile, dış dünyadan gelen bilgiyi de zihinsel özümseme yoluyla anlamaya ve deneyimlemeye başlarız.

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/5f6c53dddd3b4__1.jpg

Zihin, deneyimler için bir önkoşuldur ve deneyimler de temelde bilişin bir sonucudur. Bu bakış açısı bugün de devam etmektedir. Örneğin, insanların iç dünyalarında olanlara kendi kişisel teorilerimizle aşina hale geldiğimiz düşüncesi. Aynı şekilde bu da bilişsel davranışçı terapinin kavramsal temelinde varlığını sürdürmektedir. Dünyaya dair deneyimlerimiz ve ilişkilerimiz büyük oranda bizim kişisel olarak onları nasıl algılayıp anlamlandırdığımızla belirlenir.

Birbirinden ayrık ve kapalı varlıklar olmaktan son derece uzak fakat buna mukabil birbirleriyle doğrudan temas kurma konusunda son derece açık varlıklarız.

Tabiatımızı bir çeşit içe dönük narsisizmin (id) içine doğmuş ve kendine hâkim olan enerji demetleri olarak kavramsallaştırmıştır. Freud’un modeline göre, zihnin gelişimi (ego) bu enerjiler arasındaki çatışmanın dışavurumu (dürtüler) ve dünyanın onlara olan yanıtlarıdır. Bu sebeple, psikolojik gelişim kişinin kendisinin ortaya çıkardığı ve yalnızca gerekli adaptasyonları sağlamak adına dış dünya tarafından şekillenen bir eylemdir. Freud ötekinin rolünü büyük oranda bir dış belirleyici olarak ve davranışın kuralları ve düzenlenmesini sağlamakla sınırlı görmüştür. Aşırı basitleştirmek gerekirse, burada zihnin asıl tasviri özne ve nesne arasındaki boşluğu bilişsel anlamda her iki yöne hareket ettirmekle sorumlu olan ve bu iki ayrı alan arasında arabulucu görevi üstlenen bir tür içsel büyümedir.

Freud ve onun takipçilerinin öz-öteki arasında herhangi bir devamlılığı (küçük çocuklar, psikotikler ve gerilemiş hastalar gibi) narsisizm ile ilgili bir sanrı olarak gören düşünce ekollerine karşı çıkılmalıdır. Öz ve ötekinin devamlılığı düşüncesini ciddiye alarak Winnicott bu resmi kendine döndürmüştür. Doğrusu bunu birincil olarak ele almıştır.

Mevcudiyetimizin en temel düzeyinde, Winnicott ayrı zihinlerin deneyimsel ögelere yol verdiğine inanıyordu. Zihinlere sahip olan özneler, kişilerarası ilişkilerin dışındaki alanda ortaya çıkıyordu: Bunu “ruhun sosyal matrisi” olarak adlandırmayı tercih ediyorum. Bu sebeple, Winnicott’a göre, birbirini bir şekilde dışsal bir güçle anlayan ayrık ve kapalı varlıklar olmaktan daha çok birbiriyle doğrudan temas kurma konusunda son derece açık varlıklardık. 

“Bebek diye bir şey yoktur… eğer bir bebeği anlatmaya başlarsanız bir bebeği ve bir kimseyi anlattığınızı fark edeceksiniz.” Winnicott bunu derken esrarengiz ve anlaşılması zor bir surette düşüncesini ifade ediyordu. Kendisinin bakış açısı en çok bir bebeğin ebeveynleriyle olan ilişkisini anlarken yararlı oluyordu. Fakat pek fazla fark etmesek de aslında bu deneyimin tam da özünü oluşturuyordu. Dünyaya dair deneyimler ve ötekiler başlıca verilmiş ve kesin bir surette zihinler bunları yaratmaktan sorumlu. Etkili bir şekilde, burada bahsedilen Freud’un düalist modelinin alt üst olmasıdır. 

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/5f6c365f8ce32__resim3.jpeg

Sonuç olarak, Winnicott’un psikopatoloji kavramı Freud’unkinden çok daha farklıydı. Freud psikopatolojiyi içsel dürtüler ve dışarıdaki dünyanın talepleri arasında bir çatışma olarak algılamıştır. Yolunda gitmeyen şeyler kişinin içerisinde olan şeylerdir ve yalnızca dış dünya tarafından tetiklenebilir. Bu oldukça temel düşünce hala daha düalist modeli takiben problemi zihin ve beyin arasında bir yere yerleştiren indirgemeci psikiyatrik yaklaşım ve BDT’de de varlığını sürdürmektedir. 

Buna karşılık, Winnicott psikopatolojiyi başlıca travma ya da ilişkisel alanlardaki eksiklikler açısından algılamıştır. Bu algılayış kendisinin ruha dair getirdiği kişilerarası anlayıştan da kaynaklanmaktadır. Yolunda gitmeyen şeyler aslında tek başına o kişide değil, fakat o kişinin olduğu ve içerisinde bulunduğu deneyimsel ögelerde yerleşiktir (daha geniş olarak bunlara kişilerin kendini bulduğu sosyokültürel çevre de dahildir).

Kendisinin psikoterapötik modeli gelişimsel temelliydi. Yani terapötik ilişkiyi ve esas ebeveyn-çocuk ilişkisini birbirine benzer olarak görüyordu. Bu yüzden, tıpkı bir çocuğun gelişiminin temelde deneyimsel olarak anneyle olan doğrudan ve içgüdüsel ilişkiye bağlı olduğunu düşündüğü gibi, Winnicott için psikoterapötik değişim tamamen danışan ve terapist arasındaki ilişkiden ibaretti. Bu durum daha sonra tek kişi psikolojisinden iki kişi psikolojisine olan bir yön değişimi olarak kavramsallaştırıldı.

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/5f6c54627a282__2.jpg

Freud dışarıdan gelen rasyonel müdahalelere odaklanmışken, bu durum Winnicott’un kişinin ne düşündüğü ya da söylediğinden ziyade kişinin kim olduğu ne yaptığı alanında yaratıcı anlamda bir yolculuğa çıkmasına fırsat verdi. “Playing and Reality” (1971) adlı kitabında Winnicott bu deneyimlerin gerçekleştiği alana geçiş alanı (transitional space) adını verdi. Bu ismi verirken bir nevi onun dinamik, hafif ve aynı zamanda doğası gereği varoluşun gerçekleştiği yer olması özelliğine atıfta bulundu. Burası hem bizim yarattığımız hem de bizi yaratan yerdir. Buradaki paradoksal durumu kabul etmeli ve bunu çözümlemeye çalışmamalıyız. Formüle edilmemiş olasılıklar sabit kimliklerle yer değiştirir ve deneyim kaçınılmaz bir şekilde yeniden düzenlenir.

Winnicott’un özne ve nesne konusundaki psikolojik paradoksu idealizm ve materyalizm konusunda felsefi bir paradoks haline gelir.

Bu kulağa biraz esrarengiz gelse de modern dilin kısıtlamalarındansa Winnicott'un açıklamalarını yeğlemek gerekir. Aslına bakarsanız çocukların oyunlarındaki ve hayal gücüyle beslenen dünyalarındaki fantezi ve gerçekliklerinin geçişken niteliğine muhtemelen yabancı değilsiniz. Aslında Winnicott’un anlayışındaki psikanaliz tamamen bu alanla “oyun oynamaktan” ibaret. Burada bahsedilen etrafta şakalaşmaktan ziyade sabit kimliklerin, rollerin ve özel deneyimlerin gösterişlerinin askıya alınmış oldukları bir etkileşim biçimidir. Bir Winnicottçu terapist için; doğallık, bağlantısız yorumlarla yer değiştirmiş bir sahicilik ve nesnel dünyaya rasyonel adaptasyonun varoluşun sürdürülmesi ilkesiyle yer değiştirilmesi terapinin asıl amacıdır.

Winnicott’un özne-nesne düalizmiyle fikir ayrılığı yaşaması belki de kendisinin bizim asla kendimizi bu geçici dünyadan ve bunun yarattığı özne-nesne karmaşasından kurtarmayacağımız ya da kurtarmak istemeyeceğimiz fikrinde kendini açıkça göstermektedir. Freud’a, indirgemeci psikiyatri ve BDT’ye göre, bağımsız bir dünyadaki nesnel şartların deneyimin temel gerçekliği olduğuna dair esas bir varsayım vardır. Gerçekten de bu modeller bu resmin gerçekliğiyle yükseliş ve düşüş yaşarlar.

Kültür-onun yapısı ve eylemleri- hakkında yazıları, çocukluğun geçişken bir fenomen olduğunu ve temellerinin ebeveynlerdeki karışımlara dayandığını içeriyordu. İçinde bulunduğumuz mutlak dünyanın ve onu kanıksamamızın kısmen bizim tarafımızdan yaratıldığını düşünüyordu. Winnicott için yaşadığımız dünya eş zamanlı olarak bize soğuk ve matematiksel değil; canlı, çekici ve ilk anda fiziksel olarak deneyimlenebilir hissettirdiği için ona inanıyoruz. Bu şekilde, Winnicott’un özne ve nesne konusundaki psikolojik paradoksu idealizm ve materyalizm konusunda felsefi bir paradoks haline geliyor.

Bu temel görüşler şu anda modern tabiriyle ilişkisel ve özneler arası olarak bilinen psikoterapinin derinliğini oluşturuyor. Fakat Winnicott’un Kartezyen-ampirist modele uygulamış olduğu evirmenin ruh sağlığını anlama ve ona yaklaşma biçimimiz açısından çok daha kapsamlı çıkarımları var.

Bilimsel materyalizmin düalizmi ve onun tek kişi psikolojileri tartışmalı bir şekilde şimdi farkına vardığımız pek çok psikolojik ve sosyal hasarın suç ortağı. Örneğin, psikolojik ve sosyal travmanın rolünün tarihsel olarak reddi Freud’un iç dünyaya neredeyse özel olarak odaklandığı modeline kadar dayanıyor. Sonuç olarak, ötekilerin ve toplumun gerçek rolü nispeten göz ardı edilmiş durumda. 

Aynı felsefi modeli kabul eden fakat açıklamanın düzeyini değiştiren modern psikiyatri de bir o kadar kabahatli. Aynı şekilde işlevsiz düşünce örüntülerine ve dışarıdan iletilen rasyonel tedavilere odaklanan BDT de aynı yanlış felsefeyi takip ediyor.

Terapistler ve de merhametli bir toplum olarak hep birlikte Winnicott’a dönersek iyi yapmış oluruz. Onun ruhu doğası gereği kişilerarası ve sosyal olarak görmesi vizyonuna, kişilerarası travma ve eksikliği ıstırabın temeline odaklamasına ve onun ancak gerçekleştirdiğimizde odaklanabileceğimiz alanlara karşı olan derin iç görülerine iyi bakmalıyız. Bunu yapmak, tüm sıkıntımızın bariz kişilerarası ve sosyokültürel belirleyicilerinin çok daha iyi açıklamasını yapan ve onları dikkatimize sunan bir modelde karar kılmamıza yardımcı olacak.

Çeviren Yonca Kanburoğlu

Kaynak: https://psyche.co/amp/ideas/for-donald-winnicott-the-psyche-is-not-inside-us-but-between-us?fbclid=IwAR3KYO_Fow_fOzYCT7gwEtBOdwKJdoQ2n_FI_vs5APSXGRa4Tz5gcphNXWI&__twitter_impression=true&s=03 

Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş

ÖNCEKİ HAFTALAR