5e3eb758145ad__depresif-gercekcilik.jpg

Depresif Gerçekçilik

08.02.2020

Prof. Julie Reshe/ felsefeci ve psikoanalist

School of Advanced Studies (SAS) /University of Tyumen - Sibirya

Daima mutluluğun peşindeyiz; oysa asıl berraklığa, depresyon ve varoluşsal korkulardan ulaşıyoruz. Hayatın cehennem olduğunu itiraf ettiğinizde, özgürleşeceksiniz.

 

Depresyonda olduğumu hatırlıyorum. Sonsuza kadar sürecek gibi görünen ürkütücü bir ruh haliydi; bundan ayılma düşüncesi bile korkuyla karmaşaya sebep oluyordu. Geleceğe dair pozitif ve iyimser düşüncelerin tümüyle çöküşünü tetikleyen bir iç girdap, endişe ve olumsuzluk hali. Aklım aniden hastalanmış ve düğümlenmiş gibi hissediyordum. Bu yeni kendimi tanıyamıyor ve daha önceki o neşeli insana ne olduğunu merak ediyordum.

Depresyonumun nedeni ayrılıktı. Ama buna yol açan şey ayrılığa verdiğim tepki değil, beni sevdiğine inandığım, bana en yakın olan ve ilelebet benimle birlikte olacağına söz vermiş olan kişinin, artık, duyduğum acıya kayıtsız bir yabancıya, başka bir insana dönüşmüş olmasıydı. Bu “beni seven” kişinin, bir yanılsama olduğunu farkettim. Geçmiş anlamsızlaştı ve gelecek, yok oldu. Dünya da artık güvenilmezdi.

Depresyonda iken, diğer insanların davranışlarının da belirgin şekilde değiştiğini gördüm. “Bunalım”a toplumda özel bir tolerans gösterilmiyordu ve çevremdeki kişiler iki farklı kanaatteydi. Bir grup, beni iyileştirmek arzusunda, kendimi toparlamamı ya da profesyonel yardım almamı öneriyorlardı. Diğer grup ise, benden cüzzamlıymışım gibi kaçıyordu. Sonradan düşündüğümde, bu tepkiyi anlayabiliyorum: bencil, agnostik ve karamsar biri haline gelmiştim sonuçta ve nezaketi de tümden bırakmıştım.

Öte yandan, diğer insanların gerçek acılarını daha derinden anlıyordum. Depresyonda iken, dünyanın -daha önce hakkında çok az şey bildiğim- karanlık tarafını gördüm. Hakikaten çirkin “gerçeğe” yeni bir pencere açtım, ıstırap ve sanrıları artık görmezden gelemedim. Yaşadığım deneyim, sadece bana özgü değildi, ama bir şekilde daha şiddetliydi çünkü, hazin bir ayrılıkla karşılaşmış normal bir insan olmama ilaveten, ben, aynı zamanda bir felsefeciyim. Bir düşünür olarak, “apaçık” gibi görünen şeylerin her zaman öyle olmadığını, bu nedenle, ciddi çözümsel analizlerin yapılması gerektiğini biliyorum. Böylece, bu deneyimim sonucunda da, pozitif ruh hallerinin sağlıkla, negatif duygu durumlarının da hastalıkla (sapmayla) denk tutulmasından özellikle şüphe duymaya başladım. Bunalımım sırasında, nihayet dünyayı gerçekte olduğu gibi görmüş olabilir miydim?

Bu kendi çıkarımımdan daha önce, doktora mentörüm, Slovenya Bilim ve Sanat Akademisi Felsefe eğitimcilerinden Alenka Zupančič, yaygın “mutluluk çabasının”, baskıcı bir ideoloji oluşturduğunu öne sürdüğünde kafam karışmıştı. Dünyayı daha mutlu bir yer yapmak isteğinin nesi yanlış ya da baskıcı olabilirdi ki?

Ancak, kendimi gözlemledikten sonra, onunla aynı görüşe vardım. Çevrenize bakın; kendinizden ve diğer insanlardan bir ‘daimi mutluluk hali’ beklentisinde olduğunuzu farkedeceksiniz. Mutluluğun aşırı teşvik edilmesiyle oluşan bu eğilim, onun karşıtı olan –depresyon, anksiyete, keder ya da hayal kırıklığı gibi duygusal acıları damgalamaktadır. Duygusal ıstırabı, bir sapma ve bir sorun, ortadan kaldırılması gereken bir bozukluk – tedavi edilmesi gereken bir patalojik durum olarak etiketliyoruz. Üzüntüyü dile getirmek, adeta ‘hastalık’ olarak sansürlenmiştir.

Amerikan Psikoloji Derneği, depresyonu, ‘kişinin his, düşünce ve eylemlerini olumsuz şekilde etkileyen, yaygın ve önemli bir tıbbi hastalık’ olarak tanımlar. Bu tanımın kendisi, acı çekmekte olan kişiyi damgalamakta ve tedaviye ihtiyacı olduğunu ifade etmektedir. Terapistler ya da tıbbi kurumların bu yaklaşımı dayattıkları mı yoksa, bu baskın kültürel paradigmadan mı etkilendiklerinin ayrımını yapmak zordur. Her şekilde, günümüzde terapilerin çoğunluğu, olumsuz duyguları yok etmeyi hedeflemektedir.

5e3eb764832fe__depresif-gercekcilik2.jpg

Negatif düşüncelerden arınmaya yönelik en iyi bilinen, öncelikle depresyon ve anksiyete tedavisi için geliştirilmiş olan bilişsel-davranışçı terapidir (BDT). İlk olarak Amerikalı psikiyatrist Aaron Beck tarafından 1960’ların sonunda geliştirilen akıl-hastalığı bilişsel modeline dayalıdır. Depresyona, ‘depresyojenik düşünce’ adı verilen bir olumsuz düşünme tarzının neden olduğu öne sürülmüştür. Bu durumda iken kendimizi çaresiz, mahvolmuş, sevil(e)meyen, yetersiz, değersiz, kabahatli ve diğer insanlar tarafından reddedilmiş görme eğilimi içindeyizdir. Bu olumsuz hayat-görüşünün örnekleri, ‘Değersiz ve çirkinim’, ‘Kimse bana değer vermiyor’, ‘Umutsuzum çünkü hiçbir şey asla değişmeyecek’, ve ‘Herşey ancak daha da kötüye gidebilir’ tarzında ifadelerle açıklanabilir. Beck, bu tür depresyonda, ‘çarpık (bozuk)’ ve faydasız düşünce kalıpları kullandığımızı öne sürer. BDT uygulayıcıları, bu bozuk düşünceleri bulmak, ortadan kaldırmak ve bizi daha mutlu sonlara kanatlandırmak üzere eğitilmişlerdir.

Depresyonda olduğum dönemde, artık kontrolünde olmadığım arkadaşlarımın etkisi ile, bir BDT terapistine gittim. Gördüğünüz gibi, tamamen iyileşmedim ve kendimi halen ‘depresyojenik’ düşüncelerle dolu görüyorum. Terapi hakkındaki görüşlerim, kendime ve terapistimin ilgisine güvenmek isteği ile bu isteğe duyduğum kızgınlık arasında değişiyor. Güzel bir uyku öncesi masalının sunduğu konfora ihtiyaç duyan bir çocuk gibi, bana da, etrafımı saran haşin/acı gerçeklikten kurtulabilmek için, duymak istediğim şeylerin söylendiği hissindeydim. Depresojenik düşünceler tatsız ve hatta dayanılmazlar, ama bu, yine de, onların gerçeğin bozuk tasvirleri oldukları anlamına gelmez.

Ya, bunun aksine, asıl pozitif düşünce, gerçekliğe taraflı bir bakışsa? Ya ben depresyonda iken, daha az bir bedelle öğrenemeyeceğim kadar kıymetli bir şey öğrendiysem? Ya bu bir, yanılsamaların çöküşü – gerçekçi olmayan düşünce tarzının yıkılışı- ve anksiyetemin asıl sebebi olan gerçekliğe bir bakış anı idiyse? Ya biz depresyonda iken, gerçeği aslında daha doğru ve tam algılıyorsak? Ya benim mutlu olma ihtiyacım ile depresyonumu iyileştirmek için psiko-terapiye duyduğum ihtiyaç, aynı yanılsamaya dayanıyorsa? Ya terapinin altın standardı denilen kendisi sadece bir rahatlatıcı sözdebilim ise?

Modern psikoloji, gündelik düşünceyi, bir miktar sapmaya dayalı (çarpık) ve çoğunlukla da taraflı kabul eder. Ama yine de bu görüş, olumluluk (pozitivite) sistemi çerçevesindedir. Kısaca, genel (olağan) yanılsamalar, pozitif akışı kesintiye uğratmadıkları sürece, ana-akımda sağlıklı kabul edilirler.

 

Günümüzün pozitif yanılsamalar kavramı, ilk olarak, psikolog Shelley Taylor (University of California, Los Angeles) ve Jonathon Brown (Southern Methodist University) tarafından 1980 yılında yayınlanan bir makalede konu edildi. Pozitif yanılsamalar, kendimiz, diğer insanlar, durumumuz ve çevremizdeki dünya hakkında gerçekçi olmayan iyi düşüncelere dayalı, ortak bilişsel hükümlerdir. Bunlar arasında, diğer başka türlerin yanısıra, gerçekçi olmayan iyimserlik, kontrol illüzyonu ve kendi beceri ve niteliklerimizi diğer kişilerinkinden daha fazla görmemize yol açan üstünlük yanılsaması sayılabilir. Sayısız çalışmalarda, bu tür yanılsamaların çok yaygın olduğu gösterilmiştir. İnsanların yüzde 75-80 kadarı, kendilerini, hemen hemen tüm parametrelerde – akademik beceri, iş performansı, önyargılardan muafiyet, ilişkilerde mutluluk ve IQ- ortalamanın üstünde olarak değerlendirirler. Ama, zalim matematik kanunları bize bunun bir yanılsama olduğunu – ‘herkes’in ortalamanın üstünde olmasının tanım itibari ile, mümkün olmadığını söyler.

Modern pozitivite eğiliminin kökleri, bir zamanlar insanlığı yaşam ve Kurtarılış’la ilgili yol gösterici ilkelerle donatan; sağlam ve güvenilir, mutlu sona eren bir dünya tasviri sunan dini geçmişimizden doğar. Laik dünyada psikoloji, dinden boşalan bu alanı, sorulara açıklamalar yapmak ve daha iyi bir hayata dair umut vermek hizmetleriyle doldurmaktadır. Dinin yerini psikolojinin aldığı durumlarda, örneğin, Hıristiyan geleneğin pek çok özelliği aynen korunur. Bir psikolog ya da terapistin rolü ve bizim onlara duyduğumuz ihtiyaç ile, bir papazın görevleri ve günah çıkarma geleneği arasında pek çok benzerlik bulunur. Hem psikolog hem de papaz, size sorununuzun ne olduğunu ve bunu nasıl çözebileceğinizi söyleyecek yetkiye sahip kişilerdir. Fransız felsefeci Michel Foucault (1926-84), papazlık görevinin öncelikli dini amacının, bireye ‘kurtuluş’u (günah ve cezalarından kurtarılmayı) sağlamak olduğu görüşünden yola çıkarak, psikoterapinin köklerinin de papazlık kurumuna uzandığını söyler.

Çağdaş Danimarkalı biliminsanı Anders D. Sorensen, üzüntü ve kaygıdan kurtulmak ve, en nihayetinde, mutluluğu bulmak özlemimizin, kısmen de olsa, dünyevi acılardan kurtarılıp cennete ulaşmak şeklindeki dini düşünceye dayalı olduğuna işaret eder. Laik dünyada bu kurtuluş, dünyevi yaşamda gerçekleştirilmesi gereken bir görev haline gelmiştir. ‘Cennet’ artık bir ulvi âlemi değil, bütüncül bir mutluluk haline erişmeyi ve Dünya’nın kendisini, şimdiki zamanda, Cennet’e dönüştürmeyi ifade etmektedir.

Din ve onun psikoterapötik karşılığının ardından, felsefe, karşıt savda sayılabilir. Burada en sorunlu hasta, muhtemelen, acı çekmenin kaçınılmazlığını ve bunun insanın varoluşunun önemli bir parçası olduğunu ileri süren fikirleri ile iyi tanınan Alman Felsefeci Arthur Schopenhauer’dir (1788-1860). Schopenhauer, varoluşun bir anlamı ya da gayesi olmadığını ve yaşamın, hiçbir zaman doyurulamayacak, amaçsız bir çaba ile aktığını öne sürmüştür. Varoluşumuzun normal esasının -zaman zaman acılarla kesintiye uğrasa da- ‘mutluluk’ olduğuna dair pozitif dünya görüşümüzü altüst eder. Bunun aksine, yaşamın kendisi, kemiklerine kadar acı ve sonsuz bir matemdir. Hiçbir zaman daha iyi olmayacak, der Schopenhauer: ‘Bugün kötü, ve yarın daha kötü olacak…’ Ayrıca, ‘bilinç’in insanın içinde bulunduğu durumu daha da kötüleştirdiğini, çünkü bilinçli varlıkların acıyı daha şiddetli yaşadığını ve varlıklarının absürdlüğü (anlamsızlığı) üzerine düşünebilme becerileri olduğundan da söz eder. ‘Felsefemin rahatsız edici olduğunu söyleyeceklerdir… -çünkü gerçeği söylüyorum; ve insanlar, Tanrı’nın yaratttığı herşeyin iyi olduğuna inanmayı tercih ettiler,’ diye yazdı ‘Dünyanın Acıları Üzerine’ (1851) adlı denemesinde. ‘Papazlara gidin o zaman, ve düşünürleri rahat bırakın”.

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/5e3ed28555652__depresif-gercekcilik3.jpg

Alman Felsefe profesörü Martin Heidegger (1889-1976) de, fazlaca bir güven vermez. Kaygı’yı insanlığın temel varoluş biçimi olarak dile getirir ve insan yaşamını özgün ve özgün-olmayan şeklinde ikiye ayırır. Rutin görevlere, dert ve tasalara boğulduğumuz güncel hayatlarımızda, çoğunlukla özgün-olmayan şekilde yaşarız, bu sebeple, varlığımızın abesliği ve anlamsızlığını bu gündelik gürültüler arasında farkedemeyiz. İşe gideriz, çocuk yetiştiririz, ilişkilerimiz üzerine kafa yorarız, evi temizleriz, uyuruz ve bunların hepsini de tekrar tekrar yaparız. Etrafımızdaki dünya anlamlı görünür ve hatta bolca anlam yüklüdür. Ama özgün dünya, ancak kaygı durumlarında ortaya çıkar. O zaman, kendimizin farkına varır ve toplumun dayattığı bu paylaşılmış (ortak) illüzyonu reddederek, özgürce düşünmeye başlarız. Heidegger için kaygı, felsefi açıdan uygun (kabul görür) bir duygu durumudur.

Norveç’li düşünür Peter Wessel Zapffe (1899-1990), felsefi karamsarlığı daha öteye götürdü. İnsan idrakının, varoluşsal kaygıya yol açacak kadar gelişmişliği trajiktir, diyordu. ‘Son Mesih’ (1933) adlı denemesinde, Zapffe, bunu bir ‘biyolojik paradoks, nefret ögesi, saçmalık, aşırı tahrip edici mizaç’ olarak dile getirdi. İnsanoğlu, ‘doyurulamayacak’ bir ihtiyaç yarattı (varoluşsal anlam ihtiyacı) çünkü evrenin (tabiatın, yaratılışın) kendisi anlamsızdır; insanın, hayatını sürdürebilmek için, gereğinden fazla olan bu bilişsel becerisini bastırmak zorunda olduğunu iddia ediyordu. Bu, bir, ‘toplumsal adaptasyon ve ortak, sağlıklı ve normal yaşam diye adlandırılan herşeye uyum gösterebilirlik’ talebi idi.

Zapffe, insanoğlunun yarattığı dört evrensel savunma mekanizması tanımladı:

  • tecrit (yalnızlık), rahatsız edici ve yıkıcı düşünce ve duyguların bastırılması da dahil;
  • demirlemek, daha yüksek anlam ve idealler oluşturmak. Kollektif demirlemeye dair: “Tanrı, Kilise, Devlet, ahlak, kader, yaşamın kanunu, insanlar, gelecek” gibi örnekler verir. Demirleme bize psikolojik huzurumuzu güvence altına alan yanılsamalar sağlar. Demirlemenin sakıncası, bu mekanizmanın da bir yanılsama olduğunu keşfettiğimizde hissedeceğimiz üzüntü/ümitsizliktir;
  • oyalama (dikkatini dağıtma), düşünce ve enerjimizi belli bir fikir ya da göreve odaklayarak, kendini, derin iç-gözlemler yapma, his ve fikirleri, temel doğası ve özü üzerine derin düşüncelere kapılmaktan alıkoyma; ve
  • yüceltme, olumsuz, ilkel nitelikli eğilimlerin daha olumlu, toplumsal faydalı vb. eylemlere dönüştürüldüğü bir savunma mekanizması türüdür. Örneğin, kendimizi varoluş trajedimizden uzaklaştırarak, farkındalığımızı felsefe, edebiyat ve sanata yöneltiriz.

Psikonanalizin babası Sigmund Freud da (1856-1939) –felsefeciler gibi- dine karşıydı ve dinin amacının çocuksu duygusal ihtiyaçlarımızı tatmin etmek olduğunu iddia ediyordu. Söylendiğine göre, meslektaşı Sandor Ferenczi’ye ‘Nevrotikler bize sadece finansal açıdan faydası olan ve vakaları sayesinde öğrenme imkanı sağlayan insan kalabalığıdır: bir terapi yöntemi olarak psikoanaliz işe yaramayabilir’ demişti. Freud, psikoterapi ile tedavi yönteminin sonuçları hakkında olumlu görüşte değildi ve neticesinde ‘mutluluk’ vaadedilmesine karşıydı.  ‘Histeri Üzerine Çalışmalar’ında (1895), psikoanalizle, histerik (bireysel) ıstırabı ‘ortak mutsuzluğa’ dönüştürebileceğini vaad ediyordu. Freud’un amacı, hastalara yaşamın cehennem olduğunu kabul etmeleri ve bunun hakkında, herhangi bir öte evrende -ulvi yerde- değil, burada, dünyada düşünmeleri için yardımcı olmaktı.

Psikolojik teori, genel olarak pozitivite eğiliminde olsa da, Freud tarafından da kabul gören karamsar felsefi geleneği konu alan bir dalı da vardır. Buna, ilk olarak ABD’li psikologlar Lauren Alloy ve Lyn Yvonne Abramson’ın ‘Daha Mutsuz Ama Daha Bilge?’ (1979) başlıklı makalelerinde öne sürdükleri ‘depresif gerçekçilik’ adı verilir. Yazarlar, depresyondaki bir kişinin objektifinde gerçeğin her zaman daha berrak görüldüğüne inanırlar.

Alloy (Temple Üniversitesi-Pensilvanya) ve Abramson (Madison Üniversitesi -Wisconsin), bu hipotezi, ‘kontrol yanılsaması’nı ölçerek test ettiler. Bazı üniversite öğrencileri ile yaptıkları görüşmeler sonrasında, öğrencileri, ‘depresyondakiler’ ve ‘depresyonda olmayanlar’ şeklinde iki gruba ayırdılar. Her öğrencinin bir düğmeye basma ya da basmama ve iki sonuçtan birini; yeşil ışık ya da red alma hakkı bulunuyordu. Deneysel kurguda, öğrencilere, düğme üzerinde 0’dan 100’e kadar çeşitli derecelerde kontrol yetkisi verildi. Testleri bitirdikten sonra, öğrencilerden, verdikleri yanıtların sonuçlardaki etkisinin kontrol seviyesini analiz etmeleri istendi – yani, her eylem sonucunda kaç defa yeşil ışık yanmıştı? Daha mutsuz ama daha bilge öğrencilerin, kullandıkları kontrol gücü derecelerini daha doğru/tam muhakeme ettikleri görüldü. Alloy ve Abramson, depresyondaki öğrencilerin, kontrol ilüzyonlarına daha az eğilimli olduğu ve bu nedenle de, daha gerçekçi yaklaşım gösterdikleri sonucuna vardı. Depresyonda olmayan öğrenciler, öte yandan, kontrol derecelerini olduğundan fazla tahmin ettiklerinden, kendilerine olan beğenilerini daha da arttıran bir kendini-aldatma içindeydiler.

 ‘Depresif Gerçekçilik’ hipotezi halen tartışmalıdır çünkü, BDT’nin, depresyonda olan kişinin normalden daha taraflı-düşünceler (sapma) içinde olduğunu, bu nedenle, daha gerçekçi olmasını sağlayacak şekilde tedavi edilmesi gerektiğini savunan öğretisini sorgulamaya açar. Ancak, sonradan yapılan bazı çalışmalar da bu görüşü desteklemiştir. Örneğin, Avustralyalı sosyal psikolog Joseph Forgas ve meslektaşları, kederin, eleştirel düşünceyi kuvvetlendirdiğini gösterdiler: insanların ön-yargılara dayalı taraflılıklarını azaltmaya yardımcı oluyor, dikkati geliştiriyor, direnci arttırıyor ve, genel olarak, daha sorgulayıcı, detaycı ve dikkatli bir düşünüş tarzı sağlıyordu. Diğer yandan, pozitif duygu durumları, daha az gayret içeren ve sistematik bir düşünce şekline yol açıyordu. Kendilerini daha çok “genel akışa” bırakmış ve yanlılıkları nedeniyle daha fazla toplumsal yanlış-hüküm eğilimliydiler.

Diğer araştırmacılar depresyonun evrimsel faydalarını incelediler. Örneğin, Paul Andrews (Virginia Commonwealth Üniv.) ve J Anderson Thomson (Virginia Üniv.) depresyonu bir hastalık ve biyolojik fonksiyon bozukluğu olarak tanımlayan hâkim tıbbi görüşe itiraz ederek, bunun, daha çok, bir evrimsel adaptasyon olduğunu ileri sürdüler. Depresyonun evrimsel işlevi, analitik düşünce mekanizmalarını geliştirmek ve karmaşık zihni problemlerin çözümüne yardım etmektir. Depresif düşünme hali, üzerinde düşünmekte olduğumuz sorunlara yoğunlaşmamıza ve onları çözmemize yardımcı olur.

Hastalık sırasında yükseldiğinde korkutucu olabilen ama aslında zararlı olmayan ateş gibi, depresyon da, yaşamın, iş, sosyal ilişkiler ve cinsel hayat gibi pek çok alanını olumsuz etkiler ve genel fonksiyonel iyilik halinin bozulmasına neden olur. Ancak, tatsız da olsa ateş, bir biyolojik hatadan dolayı oluşmaz. Daha çok, bir hastalıkla-savaş mekanizmasıdır. Ateşin sebep olduğu sıkıntılar, vücut sistemlerinin, enfeksiyonla savaşmak için ödemesi gereken bedellere uyarlanmasının neticeleridir. Benzer şekilde, depresif düşünce de, bazı problemlere dikkat çeken ve bunların analiz edilmesine destek olan bir sorun-çözme mekanizmasıdır.

Modern, varoluşçu İsviçre’li psikoanalist Alice Holzhey-Kunz, ‘Daseinsanalysis’ (2008) adlı kitabında, Heidegger’in özgün ve özgün-olmayan yaşam kalıpları ayrımına değinir. Zihinsel ıstırabın, varoluş gerçeğiyle hayalkırıklığı dolu bir yüzleşme olduğunu öne sürer. Bu anlamda, depresyon, pek de bir hastalık değil, insanı hayallerinden uyandıran, varoluşunun hiçliğini gösteren bir patlamadır. Bu kapsamda, ‘özgün-olmayan yaşam’ diyebileceğimiz diğer daha keyifli yaşam şekli de, gündelik işlerle ve sıradanlıkta (yaygınlıkta) kaybolarak akut varoluşsal farkındalığa karşı durur ve bu nedenle de bir pataloji olarak tanımlanamaz.

İlişkimin bitişini izleyen depresyon, varoluşsal kaygı seviyesine ulaşmadıysa da, hayatımın, bakış açımı en çok değiştiren deneyimiydi. Varlığımın özünde geri dönülemez bir değişim ve travma yarattı; ben artık, genel olarak, öncesinden daha hüzünlü ve içe kapanık bir kişiyim.

Peki ya bu, yanılsamalarımızı kaybetmenin ve gerçeğin ta kendisini daha sınırsızca öğrenmemizin bedeli ise? Oraya yaklaşıyor olabiliriz. Bazı çalışmalar, varoluşsal acıların ve ruhsal-zihinsel sıkıntıların dünya çapında, ama özellikle de modern Batı kültürlerinde artmakta olduğunu gösteriyor. Belki de mutluluğu artık hiç elde edemediğimiz için bu kadar hassasiyetle arıyoruz?

Kendimizi içinde bulduğumuz bu kötücül döngü –bitmeyen mutluluk arayışı ve onu elde etmenin imkânsızlığı- bize sadece daha çok acı veriyor. Belki de bundan çıkış yolu, aslında, yükselen düşünce (bilişsel) seviyemizi kabullenmektir. Melankolinin derinliklerinde iken, diğer yapay mutluluk hallerinin çoğunun bir ‘hayatta olmama’ yöntemi olduğunu anlıyoruz. Akıl sağlığı, pozitif psikoloji kavramları ve BDT gibi yaygın terapi yöntemlerinin hepsi de, susmamızı ve kendimizi ölene kadar yanılsamalarımıza (yarattığımız ilüzyonlara) teslim etmemizi istiyorlar.

Bitirirken, siz sayın okuyucularıma seslenmeliyim. Bu denemeyi okurken, bir, ‘evet, ama …’ yanıtı vermek istediğinizi anlayabiliyorum. (‘Evet, hayat korkunç, ama pek çok iyi şey de var!’) Bu ‘ama’, olumsuz, ürkütücü içgörülere karşı verilen bir otomatik yanıttır. Bir şekilde bu etkilere maruz kaldığımızda, olumlu savunma mekanizmalarımız devreye girer. Ben de bu yazıyı yazarken (ve hayatımın kalanında çok defalar), bu sarmala girdim. Bu koruyucu önlem olmasaydı, hepimiz çoktan –acıdan kurtulmak/huzura kavuşmak için çoğunlukla da intiharı tercih ederek- ölmüş olurduk.

Benim basit önerim, yanılsamaların yokluğunu keşfetmek ve -umarım bu keşfe intiharla yanıt vermezden önce- pozitiviteden kaçıp yaşamı deneyimleyebileceğimiz yeni bir mekân olarak buraya sığınmak olacaktır. Bir dahaki sefere, alkole gömülmeden, ya da sevdiklerimize, arkadaşlarımıza, psikoterapistlere ya da diğer çok sayıdaki yaşamı-doğrulayan pratiklerden herhangi birine başvurmadan önce, hemen hemen tüm anlam ifadelerinin –iş’ten spora, ya da kalplerimizi İsa’ya açmaya kadar- aslında hayali olduğunu hatırlamalıyız. İllüzyonlarla yaşamdan kaçmanın bir alternatifi, mümkün olduğunca uzun sürelerle bu yanılsamadan-arınmış alanı keşfetmek ve böylece hayallerin olmadığı hakiki yaşamın gerçeklerine daha fazla dayanabilir hale gelmektir. Eğer başarabilirseniz, kendinizi pozitivite kandırmacanızdan ve zincirlerinizden kurtarmış olacaksınız.

Nihayetinde, tabi ki, kendimizi acı çekmekten ya da yanılsamalardan arındıramayabiliriz. Hayat cehennemdir ve bizi, mükemmel mutlu sona erdirecek bir cennet bekler gibi görünmüyor. Bu da kendi içinde kurtuluşa giden bir yol olabilir, çünkü, zaten, kaybedecek bir şeyimiz yok.

Aeon.com dan çeviren Çiğdem Ergün 

Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş

ÖNCEKİ HAFTALAR