679f922f22053__psychodynamic1.jpg

TEORİNİN ÖTESİNDE

02.02.2025

Terapi kuramlarını arkada bırakmak beni nasıl daha iyi bir terapist yaptı?

NIKLAS SERNING

'Bir başkası için var olma' sanatı; yani bir başkasının dünyasını takip etme, dinleme ve anlamlandırma binlerce yıldır yaşanmaya devam etmektedir. İnsanlar her zaman hayatlarını, değerlerini ve sorunlarını tartışmış; anlam, teselli ve neşe bulmaya çalışmışlardır. Bu tür tartışmaların uzmanları; bilge kadınlar, şamanlar, rahipler ve şimdi de terapistler olarak adlandırılmaktadır. Daha sonra Sigmund Freud ile başlayarak, bu konudan bir psikoterapi bilimi var etmeye yönelik bir dizi girişim ortaya çıktı. Ancak bu durumun bilimsel tarafı oldukça zayıf kaldı. 

Başka birisi için “orada” olmak rahatsız edicidir. Zordur. Huzur yoktur, çünkü öteki dediğimiz şey sürekli değişir, ama sanat da budur. Bunu (orada olabilmeyi) iyi yapmak; deneyim, zekâ, bilgelik ve bilgi gerektirir. Bir hafta sonu katıldığımız değerler eğitiminde temel kurallar dışında öğretilemez. Bu işi iyi yapan insanları gözlemlediğimde, bunun binlerce danışan görerek, felsefe, sanat, bilim üzerine yüzlerce kitap okuyarak ve bazı değersiz aşk romanları okuyarak mükemmelleştirilen bir tutum olduğu sonucuna vardım. Uygulayıcının çeşitli siyasi partilere oy vermesi, çeşitli kariyer alanlarına sahip olması ve bir ya da üç dine bağlı olması bu tutumu daha da güçlendiriyor- kendiniz de böyle bir şey yaşamadıysanız Tanrı'yı arama, bulma ve kaybetme konusundaki beklentiyi, coşkuyu ya da derin amaç kaybını nasıl anlayabilirsiniz ki?

Dünyada yapabileceğim iyiliği en üst düzeye çıkarmak için psikoterapist oldum. İnsanlara acılarının kökeniyle ilgilenerek yardım etmenin yapılacak en yararlı şey olacağı açıkça görünüyordu. Ayrıca, acıların çocukluktaki köklerini ele almak için de çocuk psikoterapisti oldum. Bir duyguda derinleşmenin onu nasıl dönüştürebileceğini deneyimledim ve doğum öncesi travma hakkında bilgi edindim; hatta travma üzerine bir doktora bile yazdım. Şimdi, kariyerimin yirminci yılında, tüm bunlar hakkında pratik yapıyor, ders veriyor, süpervizörlük yapıyor ve yazıyorum. Ancak gün geçtikçe öğrendiğim her şeyi reddediyorum. Bunun yerine, meslektaşım Sophie de Vieuxpont ile sohbet ederken ortaya çıkan bir fikir olan 'başkası için var olma' sanatını uyguluyorum. Ben bir akıl hocası, farklı yapıdaki bir dostluk içinde arkadaş, hayatın karmaşıklıklarından, saçmalıklarından, yıkımlarından ve sevinçlerinden geçerken insanlara yardımcı olan bir sondaj aleti ve eleştirel bir müttefikim.

/website/assets/images/my1/images/679f942ce9510__psychodynamic2.jpeg

Yol boyunca, yıllar süren uygulamalarda, farkındalığın her zaman iyileştirici olduğuna, çocukluk travmasını çözmenin hepimizi özgürleştireceğine, duyguları gerçekten hissetmenin teori ve pratiğin karmaşık bir geri bildirim döngüsü içinde dağılmalarını sağlayacağına olan inancımı kaybettim. 
Kişiliğiniz söz konusu olduğunda aile ortamınızın etkisi minimum seviyededir.
Her şey Robert Plomin'in Blueprint (2018) adlı kitabının yayınlanmasıyla evrimsel biyolojiye olan eski ilgime geri dönmemle başladı. İkiz çalışmaları üzerine bir inceleme olan bu kitap, çeşitli ülkelerden onlarca yıllık ikiz istatistiklerine dayanıyor ve rakamlar çok net: çocukluktaki olaylar ve ebeveynlik, nasıl biri olduğumuz konusunda nadiren o kadar önemli. Bu durum Judith Rich Harris'in ikiz çalışmalarının yanı sıra diğer türler üzerinde yapılan geniş kapsamlı çalışmaları da inceleyen No Two Alike (2006) adlı kitabını yeniden okumama neden oldu. Harris, beynin birtakım beceriler sunmak üzere geliştirilmiş bir alet kutusu olduğunu ve her birimizi tamamen benzersiz kıldığını öne sürüyordu.

Bu kitaplar belki de en iyi davranış genetiğinin ikinci yasasında özetlenmiştir: Genlerin insan davranışları üzerindeki etkisi aile ortamından daha büyüktür. Savunmalarımın ortaya çıktığını, umutsuz bir şekilde bilimde boşluklar bulmaya çalıştığımı fark ettim. Ancak günün sonunda, eğitimimde öğrendiklerime uygun verileri seçmeden, basit gerçek tam da şuydu: tamamen farklı ailelerde yetişen aynı genlere sahip ikiz kız kardeşler çok benzer kişilikler geliştirirken, aynı ailede yetişen genetik bağları olmayan evlatlık kız kardeşler çok farklı kişiliklere sahipti. Gelişim Psikolojisi dergisinde yer alan bu bulgu, psikodinamik teoride yıllarca öğrenilenlerin altını oymuş oldu. Bu, aile ortamınızın etkisinin- ister ilgili ister uzak ebeveynler tarafından yetiştirilmiş olun, ister düşük gelirli ister yüksek gelirli bir ailede olun- kişiliğiniz söz konusu olduğunda çok az önemli olduğu anlamına gelir. Eğer terapi konusunda herhangi bir eğitim aldıysanız, bunun size öğretilen her şeye aykırı olduğunu fark edersiniz.

Ancak psikoterapinin ilkeleri danışanlarımın ve hatta benim yaşadığım deneyimleri yansıtmıyordu. Bunun yerine, görmeyi beklediğimiz şeyi görürüz ve geçmişimizi şu anda nasıl hissettiğimize göre anlamlandırırız. Ben üzgünsem, çocukluğumdaki yoksunluk ve çekişmeleri hatırlarım, daha mutlu olan kardeşim ise daha olumlu bir durumu hatırlar; her biri aynı ailenin radikal bir şekilde farklı tasvirleri olan Running with Scissors (2002), Be Different (2011) ve The Long Journey Home (2011) adlı anı kitaplarını düşünün, ne dediğimi daha kolay anlayacaksınız.

Çocukları ve onların olumsuz çocukluk deneyimlerini (OÇD'ler) – adverse childhood experiences- erken yaşlardan yetişkinliğe kadar takip ettiğimiz birkaç boylamsal çalışmada, OÇD'ler ile daha sonraki yetişkin ruh sağlığı arasında bir bağlantı olmadığını gördük. Sadece yetişkin ruh sağlığı ile OÇD'lerin 'hatırlanması' arasında bir bağlantı vardır. Bu, travma teorisiyle yoğrulmuş bir meslek için son derece mantıksız görünebilir. Olumsuz çocukluk deneyimlerinin akıl hastalığına neden olduğu gösterilmemiştir; daha ziyade, yetişkinler olarak acı çektiğimizde, çocukluğumuzu kötü geçmiş olarak yorumluyoruz. Bunun nadir istisnaları olduğuna, gerçekten korkunç çocukluk deneyimlerinin iz bıraktığına inanıyorum, ancak bir gruptaki bir kişiyi travmatize ettiği varsayılan olayların diğerlerini travmatize etmediği gerçeğini düşündüğümde bu kesinlik bile sarsılıyor.

Eğer yazdıklarımı elinizin tersiyle itiyorsanız, at gözlüğü takanların binlerce yıldır yaptığını yapıyor olabilirsiniz. Söylediklerim size kalpsiz, soğuk ya da politik olarak zehirli gelebilir, ancak duygular bilgiyi reddetmek için geçerli gerekçeler değildir.

Tedavilerimiz büyük ölçüde anlamsız ve potansiyel olarak zararlı olabilir.

Bunun yerine şunu düşünün: Acı çekmeyi önemserken, bunun nasıl ortaya çıktığına ve nasıl ele alınabileceğine ilişkin analizinizi yeniden değerlendirmeniz mümkündür. Belki de terapi eğitimlerinin büyük bir çoğunluğu insanların neden acı çektiği konusunda yanılıyor. Acının nasıl geliştiği ve bununla en iyi nasıl başa çıkılacağı konusunda radikal biçimde farklı dünya görüşlerine sahip diğer kültürlerdeki insanlar da başkalarına yardım etmeyi derinden önemsiyor. Sadece bunu yapmanın farklı bir yolunu buluyorlar. 

Freud ve Gabor Maté gibi daha yeni travma savunucuları, kişiliklerimizin ve acılarımızın çocukken bize nasıl davranıldığından kaynaklandığını söylüyor. Bu bizde yankı uyandırabilir, ancak yanlış da olabilir. Eğer yanlışsa, tedavilerimiz büyük ölçüde anlamsız ve potansiyel olarak zararlı hale gelebilir ve bir meslek olarak daha fazla zarar vermeden önce bu teorileri eleştirel bir şekilde daha dikkatli incelememiz gerekir.

Tarihsel olarak, Nijerya'dan Malezya'ya ya da 50 yıldan daha uzun bir süre önce Batı'ya kadar dünyanın dört bir yanındaki birçok kültürde çocukluk, kutsal bir statüsü olmayan, içinden geçtiğimiz aşamalardan sadece biri olarak görülmüştür. Her zaman öğreniriz, ancak acı çekmek şu anda dünyayla nasıl ilişki kurduğumuzdan ve mevcut koşullarımızdan kaynaklanır. Batı'da pek çok kişinin “acı çekmenin çocukluktan kaynaklandığına dair” yeni ve kanıtlanmamış bu teorinin evrensel olarak doğru olması gerektiğini varsayması biraz kibirli bir duruş değil mi? Dünyanın dört bir yanından felsefi gelenekler cevabın şimdi ve burada yattığını söylerken, acı çeken danışanıyla karşı karşıya kalan psikodinamik terapist nasıl oluyor da geçmişi kurcalamak konusunda bu kadar kararlı hissediyor? Buda, Lao Tzu, Aristoteles ve Hz. İsa, çocukluğun insanlık durumu üzerindeki geri dönüşü olmayan lekesinden tek kelime bile bahsetmediler ve bizi şu anda seçimler yaparak yaşayan bireyler olarak gördüler. Bin yıl sonra, Gazali ve Thomas Aquinas hala burada ve şimdi üzerinde çalışıyordu. İki yüzyıl önce bile GWF Hegel, Søren Kierkegaard ve William James çocukluğa takılıp kalmamışlardı.

Eğer şu anda hepimiz çok iyi durumda olsaydık ve bu kadar para ödediğimiz tüm terapiler iddia ettikleri kadar işe yarasaydı, belki de tüm bunları göz ardı etme konusunda kendimize daha fazla güvenebilirdik. Ancak öyle değil ve mutluluk anketleri, terapistlerin çalışma kitlesi olan pek çok Batılı kadının da pek parlak durumda olmadığını gösteriyor. İlk başta tüm bunları kabullenemiyordum. Sonra Abigail Shrier'in çok satan kitabı Kötü Terapi (Bad therapy) (2024), terapötik kültürün genel kitle üzerinde nasıl zehirli ve genellikle zararlı bir etki yarattığını anlattı. Çocuklarla çalışıyordum ama geçmişi tartıştığımız psikodinamik terapi onlar için gerçekten iyi bir seçim miydi? Shrier, çocukların yetişkinlerle konuşmasının zaman zaman yararlı olduğunu göz ardı etmiyor, ancak bunu rutin tedaviye dönüştürmenin içerdiği risklerin de altını çiziyor.

/website/assets/images/my1/images/679f9470b6ca5__psychodynamic4.jpg

Çocuklar (yetişkinlerden bile daha fazla) odaklandıkları şeye dönüşürler. Eğer odak noktası zor duygularsa, bu zor duygular genellikle azalmak yerine artar. Yine de çocuk psikoterapisinin odaklandığı şey budur: çocukların zor duygularını fark etmelerini ve tüm bu zor duyguların sihirli bir şekilde ortadan kalkacağı umuduyla onlar hakkında konuşmalarını sağlamak. Benim deneyimlerim Shrier'in bahsettiği araştırmayı yansıtıyor: çocukların duygularıyla özdeşleşmeleri ve giderek artan bir sıkıntıdan oluşan bir tavşan deliğine düşmeleri çok daha olası. Bana öğretildiği gibi, bir çocuğun kum havuzunda oynayarak kaygılarını paylaşmasını sağlayarak ya da bedeninde nerede sorun hissettiğini, kabuslarındaki korkunç canavarların neye benzediğini tarif etmesini sağlayarak bir girişimde bulunun. Böylece duygularını keşfetmelerine yardımcı olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ancak bunun yerine, geldikleri zamankinden çok daha endişeli bir şekilde, tüm o sıkıntıların içinde pişerler. Sosyal kaygı, fobiler ve panik ataklarla başa çıkmada belirli tekniklerin yeri vardır. Ama neden çocuklardan zor duyguların derinine inmelerini isteyelim ki? Bu, çocukların doğal dayanıklılık ve iyiyi bulma sürecini bozmaz mı? 

Bunu ebeveynlik yoluyla sızan daha geniş bir kültürel fikir olarak görmemiz gerekiyor. Duygular merkezi olarak görülürken, aslında bir durumun belirsiz ve geçici yaklaşımlarıdır. Bir çocuğa ebeveynlik yapmanın tüm amacı, yetişkin duygusal ve entelektüel yeteneklerini geliştirebilmeleri için yürütme işlevlerini desteklemek ve geliştirmektir. Bu da onlara nasıl hissettiklerinin her zaman her şeyin nasıl olduğu anlamına gelmediğini ve duygularından kurtulmayı öğrenmezlerse duyguları tarafından rehin alınabileceklerini öğretmek anlamına gelir. Bir çocuğun öfkesi otomatik olarak onurlandırılmamalı ve bunun sonucunda ortaya çıkan zor davranışları kesinlikle kolaylıklarla ödüllendirilmemelidir.

Jim; yoluna devam etmesi ve öyle kabullenilmesi yerine öfkesine boyun eğmesi konusunda teşvik edildi.

Örnek bir vaka çalışması: Jim'in ailesi, davranışlarıyla başa çıkma noktasında giderek artan yetersizlikleri nedeniyle endişe içinde benimle iletişime geçti. Jim'in dürtülerini kendi kendine düzenlemekte zorlandığını ve diğer çocuklara saldırdığını fark etmeye başlayan son derece ilgili ebeveynlerdi. Bu nedenle, deneyimli ve tam akredite bir terapistten profesyonel tavsiye aldılar. Terapist, Jim'le birlikte oturmalarını ve Jim'in duygularını güvenli bir şekilde ifade etmesine izin vermelerini tavsiye etti; bu da çoğu zaman Jim'in onlara saldırması anlamına geliyordu. Bu da işe yaramayınca ve Jim'in okulda başı derde girmeye başlayınca, terapistleri travma odaklı bir yaklaşım benimsemelerini tavsiye etti. Jim küçükken çok sevdikleri bir aile üyesini kaybetmişlerdi ve Jim'in duygusal gelişimindeki aksaklığın nedeni olarak bu olay gösteriliyordu.

Jim'in öfkesi yaşananlar bağlamında anlaşılabilirdi ve bunu ifade etmekte özgür olması gerekiyordu. Travma bilinçli davranış yönetimi (trauma-informed behaviour management), Jim'in düzensiz olduğu zamanlarda (bağırdığı, insanlara vurduğu ve tekmelediği zamanlarda demenin kibar bir yolu) kendini güvende hissetmesini sağlamayı ve ardından neye ihtiyacı olduğunu sormayı, ona şefkat göstermeyi ve yeniden bağ kurmak için oyun gibi hoşlandığı aktiviteler bulmayı gerektiriyordu.

Bundan sonra Jim'e duyguları hakkında soru sorabiliyorlardı. Jim'in okulu da benzer bir strateji benimsedi ve Jim dersi aksattığında bir öğrenci destek görevlisi onunla oynamak için sürekli hazır bulundu. Buradaki fikir, okuldaki bakıcılarla güçlü bağlanma ilişkileri kurmanın Jim'in duygusal olarak güvende hissetmesine yardımcı olacağı ve böylece davranışlarının düzeleceğiydi.

Annesi bana “düzelmedi,” diye açıkladı ağlamaklı bir sesle. “Kısa süre önce okuldan uzaklaştırıldı ve şimdi okula gitmeyi reddediyor.”

Bunlar rastgele ortaya atılmış çatlak teoriler değil. Bağlanma ve travma üzerine psikoloji literatürü kapsamlı ve ana akımdır. Birçok okul ve ruh sağlığı uzmanı bu yaklaşımlar konusunda zorunlu eğitime sahiptir. Ancak bunlar da işe yaramadı. Jim; yoluna devam etmesi ve başkaları tarafından kabullenilmesi yerine öfkesine boyun eğmesi konusunda teşvik edildi. Sınıfta sinirlenmenin ya da şiddete başvurmanın, matematik dersi yerine futbol oynamasına izin verilmesi demek olduğu ona istem dışı bir şekilde öğretildi. Sonuç olarak, düşünceli ve motive ebeveynlere sahip olmasına rağmen Jim sosyal dünyanın giderek daha da kenarlarına sürüklendi, çünkü duygularını onaylamaya yönelik terapötik takıntı, onun bu dünyada yer almamızı sağlayan sosyal kuralları öğrenmesini engelledi. 

Çocuk psikoterapisinin temel önermelerinden biri olan çocukların zor duyguları keşfetmelerine yardımcı olmak, iyatrojenik zarar (yani tedavinin kendisinin zararlı olması) riski taşıyor gibi göründüğünden, çocuklarla çalışmayı reddetmeye başladım ve bunun yerine ebeveynlerle veya çocuğun etrafındaki daha geniş sistemle çalışmayı tercih ediyorum. Batı ahlakı eski Yunan ve Hıristiyan erdem, tevazu ve eleştirel düşünme fikirlerine dayanır. Bunlar psikoterapötik düşüncenin özünü oluşturur ancak ikisi de giderek daha dengesiz hale gelmiştir. Bir başkası için olması gereken erdem ve alçakgönüllülük giderek danışan için mağduriyete ve terapist için kahraman kurtarıcı kimliklerine dönüşürken, eleştirel düşünce mevcut terapötik veya ideolojik dogmaya yönelik her türlü eleştirinin etkili bir şekilde susturulması haline gelmiştir. 

/website/assets/images/my1/images/679f95849e31c__psychodynamic3.jpg

Kendimizi eleştirel düşünen kişiler olarak görmeyi severiz, ancak eleştirel düşünce, danışanların yaklaşık yüzde 10'unun terapiye başladıktan sonra daha da kötüleştiğinden hiç bahsetmez. Bu durumlarda terapi yalnızca yararsız değil, aktif olarak zararlı da olabilir. Eğer size anlık - öznel kızgınlık ve incinme duygularınızı dinlemeniz ve bunları kendi gerçeğiniz olarak görmeniz gerektiği söylenirse, kişiler arası küçük rahatsızlıklardan zarafetle vazgeçmek çok daha zor olacaktır. Eğer size ilişkilerinizde yaşadığınız sorunların ebeveynlerinizin çocuklukta tam olarak yanınızda olamamasından ve ihtiyaçlarınızı karşılayamamasından kaynaklandığı söylenirse, belki de bu sağlam aile bağına en çok ihtiyaç duyduğunuz bir zamanda onlarla olan ilişkinize daha eleştirel yaklaşmanıza sebep olur. Amerikalıların dörtte birinden fazlası bir aile üyesiyle ilişkisini kesmiştir; bu uzaklaşmaların çoğunun, bunu hak ettiğini düşünebileceğimiz türden korkunç bir istismar nedeniyle olması istatistiksel olarak olası değildir.

Bu konu eğitim kurumlarımızda konuşulmuyor, öğretilmiyor ya da araştırılmıyor. Kapitalizmin ya da sosyal medyanın faydalarının övüldüğünü ve hiç kimsenin gölge tarafını düşünmediğini hayal edin? Freud ve Carl Jung'a çokça yer veren bir meslekte Gölge, çabalarımızın merkezinde yer almalıdır, ancak mesleğimizin bu dev Gölgesini - düzenli olarak zarar verdiğimiz - dikkate almıyoruz.

Sri Lankalılar iç savaşlarını ya da tsunamiyi travmatik olarak görmüyorlar.

Bu özeleştiri eksikliği, yanılmaz bir erdem duygusuyla birleştiğinde, psikoterapi kültüründen ana akım kültüre kanıtlanmamış ve potansiyel olarak zararlı viral ögelerin yayılması için bir gayret yaratır. Bunu, sıkıntının giderek artan bir şekilde 'travmaya' ya da bir şekilde bize yanlış yapan ebeveynlere bir tepki olarak açıklandığında görüyoruz. Ve bu durumu, netlik ve sınırlardan daha fazla fayda sağlayacak çocukların, yetişkin dünyasına ayak uydurmak için ihtiyaç duyacakları davranış ve yaşam becerilerini geliştirmeleri için desteklenmelerini engelleyen 'travma-bilinçli' dışlamalara maruz kaldıkları okullarda görüyoruz.

Sahte travma teorileri, toplumun tüm kesimlerini derinden kırılmış olduklarına ve bizim hizmetlerimize ihtiyaç duyduklarına ikna ediyor. Diğer tüm kültürlerin, hatta Freud'a kadar kendi kültürümüzün, acı çekmenin nasıl işlediğini bir şekilde yanlış anladığına inanmaya nasıl cüret ederiz? Sri Lankalılar iç savaşlarını ya da tsunamilerini travmatik olarak görmüyorlar. Aslında 2004'teki tsunamiden sonra bir travma danışmanları ordusu ülkeye akın ettiğinde Kolombo Üniversitesi, insanların dayanıklılığını zayıflattığı için acı çekmeyi travmatizasyon olarak görmekten vazgeçmeleri için onlara yalvardı. Sri Lanka, travma müjdesinin bu şekilde inkâr edilmesine rağmen '2023'te Dünyanın Zihinsel Durumu' raporunda refah listesinin başında yer alıyor.

Bildiğim kadarıyla başka hiçbir kültürde kötü olayların zihnimizde silinemez ve dünya deneyimimizi sonsuza dek kirleten lekeler oluşturduğuna inanılmıyor. Zaman içinde kötü şeyler olmuştur ve bunlar, bazı 'travmaların kaçınılmaz bir şekilde bedende tutunduğu' konusunda ısrar ederek bunlara ekleme yapmadan da yeterince kötüdür (bu böyledir). İnsanlara, hayatları boyunca başkaları tarafından sürekli zarar gördüklerini söylemek kızgınlık yaratır ve ilişkilere zarar verir. Eğer bu tür hikayeler satıyorsanız ya da sadece bunlara inanıyorsanız, bunların dayandığı sallantılı bilim hakkında okumayı da bir kere düşünün. Terapi, kültürel yetkinlik ve diğer düşünme biçimlerinden öğrenme hakkında konuşsada, nadiren bu yolda yürür. Şimdi'de kaldığımız, şimdi'de acı çektiğimiz ve şimdi'de iyileştiğimiz Batılı olmayan kültürlerin acı çekme konusundaki yaklaşımlarından belki bir şeyler öğrenebiliriz.

/website/assets/images/my1/images/679f94f1bd442__psychodynamic5.jpg

Terapiyi zorluklarla başa çıkmanın bir yolu olarak normalleştirmek tehlikeli olabilir mi? Terapi parasosyal bir ilişkidir, dengesiz bir arkadaşlık biçimidir. Bir ilişki vardır, ancak tamamen danışan için vardır. Ödeme ve sınır kuralları ilişkiyi danışana doğru döndürür- bu onlarla ilgilidir, çünkü karşılıklılık için ödeme yapılmıştır. Terapistler hayattaki boşluğu doldurmak için devreye girerek kendi alanlarında ilişki kurma deneyimi sunar ve umarım danışanın gerçek dünyaya girip gerçek ve daha iyi ilişkiler bulması için kendisi ve diğerleri hakkında yeterince şey öğrenmesine olanak tanır.
Tehlike, terapötik ilişki gerçek dünyadaki ilişkilerin yerini aldığında, yani acı verici ve hassas konularda aile veya arkadaşlarla iletişim kurmaya çalışmak yerine 'terapiye götürmeye' teşvik edildiğimizde ortaya çıkar. Gerçek dünyadaki ilişkiler zor konuşmalarla güçlenir ve toplumlar saygınlığın sınırlarında gezinen meseleleri tartışarak gelişir. Terapötik alan, gerçek dış ilişkileri kendi karanlık ve dağınık iç ilişkilerimizden izole etmemelidir. Sadece, danışanı gerçek ilişkiye geri göndermek amacıyla ara sıra kuluçkaya yatmaya, zorluklara hazırlamaya ve netleştirmeye hizmet etmelidir. Tüm bunlar beni bu yeni zihniyeti uygulamaya koyma sorunuyla karşı karşıya bıraktı. Terapist olarak çalışmaya devam etmekle terapinin sorunlarını uzlaştırmak mümkün müydü? Bu, devam eden bir çalışma ve bunlar benim kusurlu çözümlerim. Web sitem artık tedavi vaat etmiyor. Psikodinamik saçmalıklar konusundaki kapsamlı eğitimimle hava atmıyorum. Sadece hayatınızla ilgili olan, geçmişte danışanlara faydalı olmuş ve şimdi de sizin için faydalı olabilecek tartışmalar sunuyorum. Vaat yok.

Batı düşüncesinin son 50 yıllık balonunun dışındaki kaynaklardan yararlanmaya çalışıyorum: kültürleri aşan ve devam eden fikirler, bunu değerli oldukları için yapma eğilimindedir. Budizm (özellikle de çabaları, eylemleri ve konuşmayı içeren sekiz yönünü hatırlarsak) farkındalığa ilişkin içgörüler sunar. William James'in pragmatizmi, Friedrich Nietzsche'nin irade - seçim fikirleri ve Sokrates'in sorgulama tarzı zihin ve terapötik ilişki için mevcuttur. Ancak tüm bunlar varoluşlarını danışana yönlendirir. Herkesin hayatı, ona yükledikleri anlamlar ve bu anlamları nasıl yaşadıkları hakkında sonsuz bir tartışmadır. İyi şeylerin kutlandığı ve kötü şeylerin adlandırıldığı bir yerdir. Ama en önemlisi şimdiye ve geleceğe, gerçekte ne yapmak istediklerine ve engellerin nasıl aşılabileceğine odaklandığımız bir alandır. İşimi danışanımın etik ve estetiğini netleştirmek olarak görüyorum. Etikten bahsettiğimizde, aslında onu estetiğe dayandırdığımızı düşünüyorum, böylece bize zarif ve doğru görünen şey genellikle daha sonra yüce etiğin daha tarafsız giysisine bürünüyor.

Gizli annelik bağları veya garip karşıt aktarımsal şeyler yok.

Gerçek terapötik çalışmanın kızgınlıkla savaşmak olduğuna inanıyorum. Kızgınlık tüm hastalıklarımızın özüdür, acının kendisi değil. Kızgınlık, acı çektiğimizde ama acı çekmemeye hakkımız olduğuna inandığımızda ortaya çıkar. Bu, özellikle haklar ve siyasetle ilgili olduğu için, karmaşık bir konudur. Eğer bu makaleyi The New York Times'ta yayınlama hakkım olduğunu ya da bu makaleyle ilgili eleştirel değerlendirmelerden rahatsız olmama hakkım olduğunu düşünürsem, The NYT tarafından reddedilmenin ve bilgeliğimin acımasızca alaşağı edilmesini okumanın acısı sonsuz derecede katlanacaktır. Benim haklılığım temel acımı çok daha kötü hale getirecektir. Ayrıca bağışlama ve minnettarlığın, hak etme ve kızgınlıkla savaşmak için sahip olduğumuz en büyük müttefikler olduğuna inanıyorum. Ve ikisi de kolayca geliştirilebilecek kavramlar.

Yukarıdakilerin doğru olduğuna ve inandığımı yazdığıma dikkat edin. Tüm bunlar benim dünyamda işe yarıyor, bende yankı buluyor ve Siddhartha Gautama ve Nasıralı İsa'dan Nietzsche'ye kadar dini ve dini olmayan teorisyenler için de bir tema oluşturuyor. Ancak ve ancak teorinin basitliği, danışanımın da teorinin kendisi için geçerli olup olmadığını anlamasına olanak tanır. Gizli anne bağlılıkları ya da sadece uzman olan benim çözebileceğim garip karşıt aktarımsal şeyler yoktur. Eğer danışanım hak temelli düşüncenin minnettarlıkla bir arada var olabileceği konusunda ısrar ederse, ondan bir şeyler bile öğrenebilirim (Ben öğrendim teşekkür ederim. Eğer bunu okuyorsanız, kim olduğunuzu biliyorsunuz).

Boş teorileri bir kenara bıraktıktan ve danışanıma benim tarafımdan sihirli çözümler getirilmeyeceğini, yaşamlarının kendi sorumlulukları olduğunu bildirdikten sonra, kendimi binlerce yıllık bilgeliğe ve hayatın nasıl yaşanacağı konusunda destek sunan bir insan soyuna dayanmış buluyorum. Danışanlarıma eğilebilir, hikayelerini merak edebilir, ikilemleriyle ilgilenebilir ve cesur bir kaşif olarak yaşam dünyalarını ete kemiğe büründürebilirim. Bir yandan, 'yapmam gereken' hiçbir şey olmadığı için sorumluluğum daha az; diğer yandan, teorik filtreler olmaksızın danışanımı bir bütün olarak üstlendiğim için sorumluluğum daha fazla. Terapötik teoriyi bıraktım ve bunun için daha iyi bir terapist olduğumu düşünüyorum.

Çeviren: Uzman Psikolog Lamia Kalender Ergül / @uzmpsklamiaergul

Kaynak: https://aeon.co/essays/i-am-a-better-therapist-since-i-let-go-of-therapeutic-theory

Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş

ÖNCEKİ HAFTALAR