60e0996f30670__2.jpeg

İÇİMİZDEKİ ÇOCUKLA KUCAKLAŞMAK

03.07.2021

Stephen Briers

Sizlere bir itirafım var! İnsanlar benimle ‘’içlerindeki çocuk’’ hakkında konuşmak istediklerinde gerçekten zorlanıyorum. Hatta içimden sadece kıkırdamak geliyor (ki bunun büyük ölçüde nispeten olgunlaşmamış bir parçamla ilgili olabileceğinden şüpheleniyorum). Bende bu etkiyi yaratan ‘’içimdeki çocuk’’ meselesinin tam olarak ne ile ilgili olduğunu kestiremiyorum. Ne de olsa ‘’gerileme’’ yaşayan, travmatize olmuş hastalara terapi yapıyorum. Hatta bu hastalarımdan bazılarının ciddi anlamda gerçeklikten koparak yetişkinlikle çok az ilintili bir dönem olan çocukluğa dönme problemi var. Bu durum kesinlikle komik değil. Aynı zamanda erken dönem çocukluk deneyimlerimizin, özellikle ebeveynlerimizle olan ilişkilerimizin yıllar sonra yetişkin yaşamlarımızı mahvetmeye devam edebileceğine inanıyorum. Bu tür şeyler terapinin de temel kaynağı.

Sanırım benim sorunum özellikle içimizdeki çocuğu iyileştirmeyi amaçlayan literatürün ve öğretilerin oldukça tuhaf ve duygusal olması. Bir yanım buna isyan ediyor. Doğal olarak, bu tür çalışmaları destekleyenler,, yaklaşımla ilgili "sorunlarımın" kendi derin çocukluk yaralarımı yansıttığını söyleyecektir. Belki de kendi acımla temas halinde olmaya dayanamıyorum? Belki de içimdeki küçük adamın "İlahi Çocuk" olduğumu hatırlatması gerekiyor (teşekkürler Dr Jung) ya da Harika Çocuk Emmet Fox gerçekten öyle olduğumu bana garanti ediyor. Belki de Cathryn Taylor'ın mistik Yedi Katmanlı Şifa tekniğinin önerdiği gibi "yaralama deneyiminde kaybolan sihri geri kazanmam gerekiyor. Hepsi olasılık dahilinde. 
/website/assets/images/my1/images/60e099456b44b__3.jpeg
Çocukların harika olduğunu düşünüyorum. Hatta benim de iki çocuğum var. Çocukluğun erken dönemiyle ilişkilendirdiğimiz niteliklerin çoğuna saygı duyuyorum ve bunlara değer veriyorum. Erken çocukluk, bağımsızlık, merak, yaratıcılık, duygusal zeka ve oyun oynama kapasitesi gibi unsurları etkiliyor. Ancak içimizdeki çocuğa odaklanmayı seven insanların, bir çocuğun ne olduğuna dair gerçek dışı bir algılayış biçimi olduğunu düşünüyorum. 

Tarihte ‘’Çocuk’’ Kavramı

“Çocukluğun entelektüel ve ruhsal bir aydınlanma durumu olarak idealleştirilmesi düşüncesi çok çok eskiye dayanır. Kökenleri muhtemelen insanın mükemmelliği hakkındaki Yunan fikirlerine kadar geri götürülebilir, ancak on dokuzuncu yüzyılda William Wordsworth gibi şairlerin, çocukları ‘’ilham kaynakları’’ olarak tasvir ettiği Romantik Hareket ile beraber çocuklar hakkında yeni bir anlayış gelişmeye başlamıştır. Romantiklere göre, çocuklar ömür boyu sürecek olan kaçınılmaz ‘’unutma’’ süreci başlarken gelenlerdir. Bu kitabı yazarken, Wordsworth’ün düşüncelerini benimseyen bir Nörolinguistik Programlama hipnoz atölyesine katıldım. Konuşmacı, katılımcılara bebekken hepimizin kendine güvenen, parlak, mükemmel uyumlu küçük bireyler olduğumuzu söyledi. Hayat, pis ellerini üzerimize sürdükten sonra işler ters gitmeye başlıyordu.

Ancak bana öyle geliyor ki, çocukların gerçekliği bu rahatlatıcı fikirle çoğu zaman çelişiyor. Çocuklar gerçekten sevecen olabilir ve Doğa Ana, özellikle DNA’mızı taşıyorlarsa, çoğumuzdaki koruyucu içgüdüleri ortaya çıkarmalarını sağlar. Bununla birlikte, aynı zamanda korkunç derecede bencil, zalim, acımasız, kinci, saldırgan, manipülatif ve bazen çok zor olabilirler. Ayarsız, dürtüsel ve bağımlıdırlar. Yetişkin davranışlarını eleştirmek için "olgunlaşmamış" sıfatını sebepsiz yere kullanmayız. Mümkün olsa, hangimiz ihmal edilmiş genç benliğimizi en azından bir miktar kararsızlığa kapılmadan gerçekten kucaklardık?

Araştırmalar, hepimizin travmatik yaşam deneyimlerinin ve kötü ebeveynlerin sonradan yıprattığı dengeli kişiliklerle doğmadığımızı her geçen gün kanıtlıyor. 1970’lerde yürütülen öncü mizaç çalışmaları, Thomas ve Chess’in kabul edilen dört kategorisine tam olarak girebilen çocukların %65’inin sadece %40’ının ‘’kolay bebekler’’ olduğunu ortaya koydu. Başka bir deyişle bu bebekler mutlu, neşeli, yemek yerken veya uyurken sorun çıkarmayan bebeklerdi. Geri kalanlarının %15’i ‘’slow to warm up’’ olarak adlandırılan orta gruptaki bebeklerdi. %10’u ise düpedüz zor, sinirli, telaşlı ve nispeten daha kısa süre içinde ebeveynlerinin dikkatini dağıtmaya eğilimli bebeklerdi. Ve bu çocuklar ‘’en baştan beri’’ böyleydi. 

Aslında, daha yakın tarihli araştırmalar, Thomas ve Chess'in gözlemlediği farklılıkların doğuştan beyne bağlı olduğunu, ancak uzun vadeli gelişimsel sonuçları olabileceğini öne sürüyor. Çocuk psikiyatristi Jerome Kagan, tanıdık olmayan uyaranlar sunulduğunda, çocukların uyarılma düzeylerinin büyük ölçüde değiştiğini gözlemledi. Pek çok çocuğun profili zamanla değişse de, ölçeğin en uç noktalarındakilere davranış bozukluğu veya anksiyete bozukluğu teşhisi konma olasılığı çok daha yüksekti. Bu çalışmalar her bebeğin dünya sahnesine Buda benzeri bir dinginlik ve bilgelikle çıkmadığını söylememiz için yeterliydi. 

/website/assets/images/my1/images/60e099cef0ae8__4.jpeg
İçimizdeki Yaralı Çocuklar

Tabii ki, ‘’içimizdeki çocuk’’ meraklılarının ana odak noktası sağlıklı çocuklardan çok yaralı çocuklardır. Gerçek şu ki, bir yetişkin olarak gerçek potansiyelinizi gerçekleştirebilmeniz için çocukluktaki psikososyal yaraların onarılması gerekir. Aslında içimizdeki o ihmal edilen, eleştirilen, reddedilen, ve görmezden gelinen çocuktur yardım isteyen. Şimdiki zamandaki benliğimizi iyileştirmek için o çocuğa yeniden, ve bu sefer düzgünce, ana babalık etmeliyiz. 

Bazı eleştirmenler, bu açıdan bakıldığında, içimizdeki çocuğun, ilgili kişi için son derece zararlı olabilecek bir kurban zihniyetinin odağı haline gelebileceğine dikkat çekti. Çocukların göze çarpan en önemli özelliklerinden biri, genellikle kendilerine ne olduğunu belirleme gücünden yoksun olmalarıdır. Bu nedenle başlarına kötü bir şey geldiğinde, bunun başka birinin hatası olduğuna inanırlar. Çünkü kendilerini böyle görürlerse başlarına gelen kötü şeylerin sorumluluğunu almaları gerekmeyecektir. Bu aslında kurnazca bir düşüncedir. Klinik deneyimime göre, çocuklarla bu tür bir anlayış çok yerleşikse terapötik ilerleme genellikle zordur. 

İçimizdeki çocuk çalışmalarına dair en sevdiğim yanıt, yazar, konuşmacı ve atölye lideri Colin Tipping’den geliyor. Tipping’in (oldukça kesin bir biçimde) aklımızın arka odasında yaşayan, sürekli sızlanan, mutsuzluğumuz için hep başkalarını suçlamaya hevesli ‘’velet’’ ile hiçbir bağlantısı yoktu. Hatta antipatisi o kadar yüksekti ki radikal sayılabilecek bir müdahale yöntemi önerdi: İçimizdeki yaralı çocuğun aslında iyileştirilmediği bir yönlendirmeli görselleştirme egzersizi! Bu egzersizde içimizdeki küskünlük sığınağında gizlenen çocuğun sığınağına girip, perdeleri açıp, güneş ışığının içeri girmesine izin verdiğinizi hayal etmeniz önerilir. Böylece acılarından kurtulan çocuk, solmuş gri bir renge bürünecek ve süzülüp gidecektir. Bu sahnenin geri kalanını Tipping daha güzel tasvir ediyor:

‘’Böylece o küçük insan ölür. Artık huzurlu ve sakindir. Sevgiyle, o küçük bedeni beyaz bir örtüye sarar ve ışığa koyarsınız. Orada bir at arabası bekliyordur; onun hemen yanında ise melekler... Melek korosu usulca şarkı söyler. O küçük çocuğun hayatından geçmiş tüm insanlar, saygılarını sunmak için bekler. Tüm geçmiş acılar affedilir. Sevgi her yerdedir. Herkes yavaş yavaş mezarın hazırlandığı tepeye doğru yolculuğa başlarken at arabasındaki çanlar usulca çalar…’’

/website/assets/images/my1/images/60e099e97b0ca__5.jpeg

Bu noktada şu soru sorulmalıdır: İçimizdeki sosyal birimleri de bilgilendirdik mi?

İçimizdeki çocuğu kucaklama projesi, çocuklarda kabul edilebilir ancak yetişkinlerde oldukça uygunsuz olabilecek davranış ve tutumlara sebep olabilir. Kültürümüzde ‘’bir çocuğun ihtiyaçlarına öncelik verme’’ düşüncesine hepimiz aşinayız, ancak kendimize her durumda dürtüsel davranmaya izin vermeye başlarsak bunun bedelini diğer insanlar ödeyecektir. Bu nedenle, bir iç çocuk gurusu, içinizdeki çocuğu iyileştirmek için “incinmekte olduğunuz tüm ilişkileri geçici veya kalıcı olarak sonlandırmanız” gerektiğini tavsiye eder. Onun tavsiyesi, yalnızca kapsamlı bir terapiden sonra yeniden ilişki kurmayı düşünmenin bile iyi bir fikir olduğudur - sonuçta, '...İçimizde korumamız gereken bir çocuk vardır..'. Bence bu düşünce işleri fazla ileri götürmektedir. Kendi değerimizi çok yüceltirsek, kendimize kapılma ve çevremizdekilerin ihtiyaçlarına karşı duyarsız olma riskiyle karşı karşıya kalırız. Bir süre sonra, muhtemelen insanlar yanımızda olmak istemeyecektir. 

İçimizdeki Çocuğun Yaralarını Şimdide Sarabilir miyiz?

Geçmişteki ve daha genç bir versiyonumuzu kurtarmanın mümkün olup olmadığı sorusuna henüz değinmedik. Bu soruyu cevaplarken başvurabileceğimiz bazı nörolojik kanıtlar var. Pek çok okuyucu, ‘’ayrı bir kişilik olarak çocuk’’ kavramını, Ebeveyn, Yetişkin ve Çocuk'un hepimizin içinde var olmaya devam ettiğini ve birbirimizle olan ilişkilerimizin dinamiklerini belirlediğini öne süren Eric Berne'nin buluşu Transaksiyonel Analiz ile ilişkilendirecektir. Berne, teorilerini ünlü nörolog Wilder Penfield tarafından yapılan keşiflere dayandırmıştı. 1950'lerde çalışan başına buyruk ama parlak bir Kanadalı beyin cerrahı olan Penfield, epilepsiyi tedavi etmek için beynin bazı bölümlerini yok ettiği bir cerrahi tekniğe öncülük etmişti. Yalnızca ilgili beyin merkezlerini hedeflemek için çeşitli bölgelere elektrik probları yerleştirdi ve temporal loblar uyarıldığında bazı hastalarının çocukluk anılarının ve diğer duyusal deneyimlerin canlı bir şekilde yeniden deneyimlendiğini keşfetti.

Nörolog Oliver Sacks ise (diğer beyin bölgelerinin yanı sıra) temporal loblarını da etkileyen büyük bir felç geçiren Bayan O’C’nin daha yakın tarihli bir vakasını sunmuştu. Bayan O’C felç sonrası tekrar bir çocuk olduğu hissine kapılmış, çocukluğundaki evinde annesinin kollarındaymıs gibi hissetmeye başlamıştı. Bu anılar o kadar güçlüydü ki bir noktadan sonra yorucu olmaya başlamıştı. İlginç olan şey ise, Bayan O'C, beşinci doğum gününden önce yetim kalmadan önceki erken çocukluğunu hatırlamamış olmasıydı. Benzer kanıtlara dayanarak Berne, çocukluk deneyiminin ve özelliklerinin yetişkin yaşamında varlıklarını hissettirmeye devam ettiğini öne sürdü.
/website/assets/images/my1/images/60e09a036b457__6.jpeg
Bu tür gözlemler, beynin deneyimi nasıl işleyebileceği ve depolayabileceği konusunda önemli bilgiler sunar. Bununla birlikte, tüm hafızanın nihayetinde bir yeniden yaratma eylemi olduğunu,  geçmiş olayların kesin ve tam zihinsel kayıtlarını araştırma meselesi olmadığını da unutmamalıyız. Çok canlı ve inandırıcı anılar bile bazen güvenilmez olabilir. Hull Üniversitesi'nde yakın zamanda yapılan bir araştırma, çoğumuzun aslında hiç yaşanmamış çocukluk olaylarının net "anılarına" sahip olduğunu gösterdi.Çocuk psikoloğu Jean Piaget, iki yaşındayken kaçırıldığını, hatta saldırganı savuşturmaya çalışırken bakıcısının yüzünde oluşan çiziklere kadar kesinlikle canlı bir şekilde hatırladığını bildirdi.13 yıl sonra bakıcı, hikayeyi kendisinin uydurduğunu itiraf etti. Ne var ki Piaget, olayın hala gerçek olduğunu hissediyordu.

Bazıları, genç benliğimizi tekrar ziyaret edip edemeyeceğimizi anlamak için hipnotik regresyona başvurdu, ancak buradaki veriler de yeterince net değildi. Sonuç olarak gelişimsel evrelerimizin hangi noktasına kadar geri gidebileceğimizin sınırları olduğu ortaya çıktı. 1987'de yapılan çok kapsamlı bir incelemede, Tennessee Üniversitesi'nden Michael Nash, hipnotik regresyon altında bir yetişkinin beyin dalgalarının bebeklik döneminde bulunan yavaş aritmik kalıpları yeniden başlatamadığı ve çocukluk reflekslerinin eski haline getirilemediği sonucuna vardı. Ayrıca, hipnotik olarak gerileyen yetişkinler IQ testlerinde gerçek çocuklardan daha iyi performans göstermeye devam ediyordu. Bir çalışmada hipnotize edilmiş denekler, doğum günlerinin veya Noel'in 4, 7 veya 10 yaşlarında hangi günlere denk geldiğini anımsayabilmiş olsa da, daha sonraki çalışmalar aynı sonucu tekrarlayamadı. Bunun yanı sıra, Araştırmacının, orijinal çalışmada, soruları sorma şekliyle katılımcılara farkında olmadan ipuçları vermiş olabileceğine dair bazı düşünceler de var. 

Bilişsel yetenekler ve refleksler çok önemlidir, ama kesinlikle asıl mesele, içimizde bir yerlerde, ilk yıllarımızın duygusal dinamiklerini, ego işlevlerini ve kişilik özelliklerini koruyup korumadığımızdır. Projektif testler (ünlü mürekkep lekesi testi gibi) kullanılarak bazı yaratıcı çalışmalar yapılmıştır ve  hipnotik olarak gerileyen deneklerin çocuklarınkine benzer tepkiler ürettiği görülmüştür. Araştırmadaki tek sorunlu nokta ‘’sahte’’ çocuksu tepki vermesi istenen, hipnotize edilmemiş kontrol grubu deneklerinin de ikna edici tepkiler oluşturabilmiş olmasıydı. Bununla birlikte, gerileme yaşayan yetişkinler çeşitli gelişimsel geçiş dönemi nesneleriyle kontrollerin kuramadığı bir çocuksu bir şekilde etkileşime girmişlerdi, ancak gerileme yaşayan deneklerin aslında çocukken kullandıkları nesnelerin türünü tanıma olasılıkları, kontrol grubundakilere göre daha düşüktü (sadece %23’ü bu nesneleri tanıdı). Katılımcıların algılarının doğruluğunu bağımsız olarak doğrulamak için her iki grubun annelerine danışıldı. Bunun sonucunda, araştırmacılar, hipnozun çocukların bazı duygusal tepkilerini harekete geçiriyor gibi görünse de, aslında belirli olayları çocukken olduğu gibi yeniden yaşatamadığı sonucuna vardılar.

İçimizdeki Çocuğa Neden İhtiyaç Duyuyoruz?

Belki de gerçekten hepimizin içinde gizlenen bir çocuk vardır. Hatta bundan eminim. Ben de bazen çocukça davranabiliyorum ve yalnız olmadığımı biliyorum. Bununla birlikte, bunun çoğu zaman, geçmişimizin canlı bir yankısı gibi, çocukluğumuzu sürekli yanımızda taşıdığımızdan değil, en başta hiçbir zaman gerektiği gibi büyümediğimizden olduğunu düşünüyorum. Bu belki de kötü bir şey değildir; çocuklar çok eğlenebilir. Bununla birlikte, bir çocuk bir yetişkinin dünyasında yaşamın her yönü ile başa çıkmak için yeterli donanıma sahip değildir. Belki de içimizdeki çocuğa olan hayranlığımızın gerçek kaynağı budur. Sadece kim olduğumuzun tüm yönlerinin var olmaya devam ettiğine ve hiçbir şeyin gerçekten kaybolmadığına inanmak istiyoruz. Hepimiz, gizliden gizliye, daha az sorumluluğumuzun olduğu ve her şeyin hala mümkün göründüğü bir zamana geri dönmek istiyoruz.

Eğer içinizdeki çocuğa sarılmak istiyorsanız, durmayın yapın! Ancak şu anda sahip olduğunuz yarım kalmış veya karşılanmamış ihtiyaçların - ne zaman ortaya çıkmış olursa olsun- şimdi ve şu anda kim olduğunuzun bir parçası olduğunu ve bu şekilde ele alınması gerektiğinin farkında olun. Zamanda geri gidemeyiz, olanlar oldu ama geleceğimiz hala şekillenmedi ve orada bizi bekliyor. Tıpkı çocukluğumuzdaki gibi, hala taze karla kaplı, üzerinde yapacağımız yeni izlerin gelmesini bekleyen sessiz bir bahçeye benziyor. Çocukların içgüdüsel olarak bildiği, ancak bugünlerde yetişkinlerin unuttuğu şey, şartlar zor olsa bile bakışımızı geçmişe değil geleceğe yönlendirmemiz gerektiğidir. Geriye bakmak için çok fazla zaman harcarsak geleceği hiç bir zaman göremeyiz.

Çeviren: Psikolog Elif Dağdelen
Kaynak: Psychobabble: Exploding the Myths of the Self-Help Generation. p.224-238

Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş

ÖNCEKİ HAFTALAR