605b850f7042f__11.jpeg

İnsan Ölümü Taşır İçinde, Bir Meyvenin Taşıdığı Gibi Çekirdeğini

24.03.2021


"Eskiden insan biliyordu (ya da belki seziyordu) ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırdı.
"

Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları

En temelde, bizi biz yapan şeylerden biri de, var olduğumuzun farkında olmamız. Bu farkındalığın diğer yüzü ise, varoluşumuzun muvakkaten olduğu, bir gün var olmayacağımız bilinci; yok oluşun her an kapımızı çalabileceği gerçeği. Ölüm, kestirilmesi güç olduğu kadar kontrol etmesi de imkansız bir olgu. Ölüm farkındalığı, fanilik bilinci insan olmanın büyük bir dezavantajı gibi görünüyor; yine de bu farkındalığa ve korkuya cevaben insanların başardıkları, inandıkları, evrildikleri yönler takdire şayan değil mi?

Tüm bunları konuşmadan önce, bu farkındalığın içimizde yarattığı doğal savunma mekanizması olan “dehşet” duygusundan bahis açmak gerekiyor. Üstünüze bir aslanın koşarak geldiğini hayal ettiğinizde, beraberinde kalbinizin yerinden çıkacakmış gibi çarpacağını, ellerinizin terleyeceğini de gözünüzde canlandırabilirsiniz. İşte ölüm gerçeğini yakınımızda hissettiğimiz anda bu dehşet duygusunu deneyimler, bunu müteakiben kaçma, savaşma veya donakalma tepkilerinden birini veririz. Bu dehşetle nasıl başa çıktığımız ise tarihsel bir sürecin hasılasına olduğu kadar donanımlarımıza da işaret eder. İnsan öyle ya da böyle, ölümsüz olduğunu hissetmek ister; malum olduğu üzere de ölümsüzlüğün iki yolu vardır. Ya gerçekten ölümsüz olunur yahut simgesel olarak.

Kültürel modellerimiz, bizleri sadece hayatta kalmak gayesiyle yaşayan memeliler olmaktan, bir anlama sahip insanlar olmaya yöneltmek için, biz fanilerden daha uzun süre kalıcılığa sahip dünyamıza önemli katkılarda bulunmaya teşvik eder. Bizden sonra da süregiden hayata kendimizden bir şeyler bırakma arzumuzun sonucu olarak hem sembolik hem de gerçek manada ölümsüzlüğe olan inancımız, ölümün üzerimizde yarattığı baskı ve dehşetten bizi azat eder.

Dehşet yönetimi kuramına göre kültürel değerlerimize bağlılığımızı sürdürdüğümüz sürece, yaşam boyu kişisel bir anlam ve kalıcılık arayışıyla yarattığımız eserler sürer gider. Insanın eser bırakma temayülü, kültürel değerlere bağlılığın yanı sıra öz saygı ihtiyacımızın da bir neticesidir. Öz saygı, devasa bir varlık düzeni içerisinde kendimizi önemli ve daha dayanıklı varlıklar olarak hissetmemizi sağlayan bir amildir.

https://kemalsayar.com//website/assets/images/my1/images/605b855b70c1c__22.jpeg

Ölümsüzlüğü kovalarken zaman zaman karşılaştığımız bu varoluşsal dehşetin çocukluktan itibaren oluşturduğumuz şemalar üzerindeki etkisini daha dikkatlice inceleyebiliriz:

Doğumla birlikte zaman içinde etkileşimler kurmaya ve bunlara anlamlar atfetmeye başlarız. Elzem ihtiyaçlarımızdan biri olan psikolojik güvenliği bakım verenlerimizden temin etme ihtiyacı duyarız. Yaşımız ilerledikçe ailemizin hoşuna gitmeyen davranışlarda bulunduğumuzda bunun hoş karşılanmayacağını, hatta belki cezalandırılabileceğimizi öğreniriz. Birincil güven kaynağımız tarafından onaylanmamak bizim için büyük bir acı kaynağı olduğu için iyi ve kötüyü bu istikamette belirli şemalar dahilinde birbirinden ayırt etmeyi öğreniriz. Bu aşamada özellikle önem kazanmaya başlayan olgu öz saygıdır, tam da erken çocukluk döneminde öz saygı temellerini oluşturmaya başlarız. Sosyalleşmemiz sürdükçe, bulunduğumuz kültürel öğretilere göre doğrular ve yanlışlar oluşturmak bizi güven hissi içerisinde tutar. Bu bağlamda ölümü keşfetmemiz oldukça ilgi çekicidir. Bebekler karanlıktan, düşmekten korkarken aslında neden korktuklarını bilmezler, çocuklar zaman içerisinde deneyimlerle uykuya yatan evcil hayvanının artık uyanmayacağını, büyükbabasının gittiği yerden geri dönmeyeceğini anlamaya başlar. 
Çocuklar bilişsel açıdan olgunlaştıkça ve ölümün daha derin anlamlarını keşfettikçe bu varoluşsal dehşet ile daha sık karşı karşıya kalırlar ve yetişkinlere nazaran daha çok etkilenirler. Bu aşamada kendilerini gündelik meşgaleler ile oyalasalar da sonsuza kadar yaşama ve yaşlanmama istekleri ile sıkça karşılaşabiliriz. Çocuklar, her ihtiyaç duyduğunda fiziksel ve duygusal konfor sağlayan bakım verenlerinin, hatta kendilerinin sıradaki kurban olabileceğini fark ettikçe güven duygularını ölümlü bakım verenlerinden daha kalıcı gibi görünen kurumlara ve pozisyonlara yönlendirebilir. Kültürel şemalara olan güven geliştikçe, varoluşsal kaygıyı yönetme biçimimiz de paniğe kapılmak ve ağlamak tepkilerinden sembolik veya gerçek ölümsüzlüğü aramaya doğru yönelebilir.

Çocuklar kadar biz yetişkinler de dünyayı kültürel inanç ve değerlerimiz etrafında yeniden şekillendirip kendimiz ve beynimiz için sürdürülebilir bir hale getiriyoruz. Bu arayışımız bizlere soğuk ölüm gerçeğinin dışında bir anlam vaat ediyor. Bu bağlamda gündelik hayatta, kurumlardan bireysel ilişkilerimize kadar, katılımda bulunduğumuz tüm iktidar ve itaat eylemleri öz saygımızı güçlendirip yeniden üretmeye matuf. 

Öz saygı, değerli bireyler olduğumuza inanmamızı, kendimiz hakkında iyi hissetmemizi sağlıyor, üstelik sosyal rollerimiz de bu duygu ile paralel gidiyor. Evrene anlamlı katkılarda bulunabilen bireyler olduğumuza inandıkça en derin korkularımızın üstesinden gelmesek bile üzerini örtebiliyor, kısmen de olsa bu gerçeği düşünmekten kaçınarak yaşamlarımıza devam edebiliyoruz. Kültürlerimizden neyin doğru neyin yanlış olduğunu, yanlış yapanların cezalandıracağı gibi doğru yapanların ödüllendirileceğini öğrenirken kültürel rol ve değerlerle kendimizi nitelendiriyoruz (doktor, avukat, yardımsever, vb) ve nihayet güvenli bir sembolik gerçekliğe inanarak ölümlü bedenimizin dışında da var olmayı öğreniyoruz. Öz saygı ise bu yolda bize en temel psikolojik direnç olarak metanet sağlıyor. Varoluşsal dehşetin yarattığı kaygıyı bastırmadaki rolünü göz önünde bulundurursak özsaygı eksikliği yaşayan insanların kaygı ile mücadele etmekte daha çok zorlandığını söylemek mümkün. Sonuç olarak, özsaygının bizi derinlerimize işlemiş fizyolojik ve psikolojik korkularımızdan koruyabileceğini görebiliyoruz.

Yelpazenin diğer ucunda ise, düşük öz saygı ile yaşayan insanlar kendi kültürel değerlerine olan inançlarını da zaman içinde kaybedebiliyor. Bu süreç iki yönlü işliyor, baskın kültürün ortalama bir insanın karşılayamayacağı taleplerde bulunması da öz saygı seviyelerini olumsuz yönde etkileyebiliyor. Öz saygı arayışımız yaşamdaki en önemli mücadelelerimizden biri, ve biz insanlar elimizden gelen hemen her şeyi ortaya koymaya yatkınız. Bu sebeple, kimi zaman anlam kaybı yaşayan insanlar, yeni görüşler ve kültürel değerler benimseyerek öz saygılarını onarırlar.

https://kemalsayar.com//website/assets/images/my1/images/605b8226d5c87__3.jpg

Ölüm fikriyle nasıl başa çıktığımızın tarihselliğine göz atacak olursak, en eski çağlardan beri grup içi bağlılık ve iletişimi kurmak için kullandığımız sembolik davranışları, dil ve iletişim pratiklerini incelemekle işe başlamak gerekiyor. Bunların tamamı, öz farkındalığa olduğu kadar güvenli yaşam alanı kurma gayelerine de hizmet ediyor. Kullandığımız semboller, sanat, ritüeller, hüsn-ü zan gibi pratiklerin geleceği planlayabilmemize katkıda bulunduğu kadar ölümden uzaklaşma çabalarımıza da zemin hazırladığını söyleyebiliriz. Eski çağ tıbbından simyaya kadar insanlar daimi olarak hayatı uzatmanın veya ölümsüzlüğün formülünü bulmaya çalışmışlardır. Bunun günümüz tıbbındaki karşılığının teknolojinin izin verdiği ölçüde işlevsiz organlarımızı yenileriyle değiştirmek, zorlu hastalıkları yenen ilaçlar ve tedaviler bulmak ve ölümleri azaltmak olduğunu söylemek yanlış olmaz. Gerçek manada ölümsüzlük idealini tam olarak tanımlamasa da en az bunun kadar üzerine emek verdiğimiz bir başka ölümsüzlük de, sembolik veya temsili ölümsüzlük. Simgesel manada ölümsüzlük, insan bilincinin etkilediği tüm çağlarda, kültürel, sanatsal, bilimsel, akademik eserlerle veya sadece insanların hayatlarına biraz ışık düşürerek bile olsa katkıda bulunma arzusudur. Bizden sonraki nesiller ve dünya üzerinde hayırla yad edilecek bir iz, hatırlanmaya değer bir şeyler bırakma özlemimizdir. Ün ve şöhret sağlamak kadar bir aile sahibi olmak da bizim için simgesel ölümsüzlüğü elde etmenin bir yolu olabilir. Kendi öğretilerimizi nesilden nesile aktarma düşüncesi buna bir başka örnek teşkil edebilir.

Peki bugünün dünyasında ölümün yarattığı varoluşsal kaygıyı nasıl deneyimliyoruz? Dehşet yönetimi teorisine göre, kendimizi korumaya yönelik temel biyolojik eğilimimiz ile sofistike bilişsel kapasitemizin birleşimi, kırılganlığımızın ve kaçınılmaz ölümlülüğümüzün farkına varmamızı sağlayarak bizleri varoluşsal dehşete açık hale getiriyor. Böyle durumlarda bize benzemeyeni kendimize benzetmeye, ya da kötülemeye meyledebiliyoruz. Bu eğilim bize ölümü hatırlatan olgular ışığında daha da görünürlük kazanıyor; ölümlü olduğumuzu hatırlamamak için grup dışı bireyleri insandışılaştırıyoruz. Temel inançlarımız bize psikolojik bir güvenlik hissi sağlıyor, bir yandan da ölümlülük dehşetini yenmek için hakikatler yerine belirsiz inanışlara sarılıyoruz. Bizden ve inandıklarımızdan farklı olan insanları kutulara yerleştirip stereotipler oluşturuyoruz. Korkuyu yenip, anlam oluşturmak için yaptığımız bu yaklaşım etkiliymiş gibi görünse de farklılıkları kabullenmemizi engellediğinden, karşı tarafa karşı düşmanca tavırları destekleyebiliyor. 

Kısacası insanın insana zulmü en temel korkularımızda kök salıyor. Ölüm kaygısından kurtulmak için, ölümü sadece kötülere atfetme ve kendini iyi görmek de bir başka mekanizma. Öte yandan bedenlerimizin fiziksel ve hayvani olması bize ölümlülüğü anımsattığı için, bundan çok daha fazlası olmak, bir anlama ve öneme sahibi olmak için çabalayıp duruyoruz. Bunun bir yansıması da güzellik ve yaşam standartlarımızda ortaya çıkıyor: Bazen, hayvani yanımızı bize en çok hatırlatan cinsel pratiklerimizi, kadınları, kadınlığı cezalandırarak bu köklü korkuya yanıt veriyoruz, bazen de bedenimizi, hayvani olduğu için cezalandırmak yerine toplumun bize empoze ettiği güzellik algıları çerçevesinde süslüyoruz.  Bu düşünce tarzlarının kişi ve toplumlar üzerinde yarattığı fizyolojik, psikolojik etkiler oldukça derin olmasına rağmen, duygularımızı daha az hayvani ve daha çok insani hale getirmek için adeta çırpınıyoruz.

İnsanlar ölüm düşüncesiyle başa çıkmak için iki farklı tür psikolojik savunma kullanır. Ölümün bilincinde olduğumuzda, proksimal (yakınlık odaklı) savunmalarımız faaliyete geçer. Bu savunmalar, ölüm ve yokoluş düşüncesinden kurtulmak için rasyonel çabalardır. Ya bu rahatsız edici düşünceleri bastırıp dikkatimizi dağıtmaya çalışırız ya da ölüm sorununu düşünmeyi erteleriz. Bunun aksine, bilinçsiz ölüm düşünceleri distal (uzaklık odaklı) savunmamızı harekete geçirir. Bu savunmaların ölüm sorununa rasyonel bir çözümü yoktur. Bizden farklı düşünenlere daha sert tutum takınmanın veya öz saygımızı artırmaya çalışmanın, bir gün öleceğimiz gerçeği ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Yine de, bu tür tepkiler varoluşsal kaygılarımızı bastırır, çünkü, ölümümüzün ötesinde gerçek veya simgesel bir biçimde varlığımızı sürdüreceğimiz inancını desteklerler. Zaman zaman proksimal savunma mekanizmasının ölüm düşüncelerini ertelediği gibi fiziksel iyilik halimize de olumlu etkide bulunabildiği gözlenmiştir. Ancak kötü kararlarımızı bu yolla rasyonel bir kalıba sokmak, bazı zamanlarda faydadan çok zarar getirebilir. Örneğin, genetik hastalığa yatkınlığınız bariz olmasına rağmen genç olduğunuz için düzenli kontrollerinize gitmemek, veya metabolizmanız hızlı olduğu için besleyici olmayan zararlı yiyecekleri rahatlıkla yemek proksimal savunma stratejisinin olumsuz örnekleri olarak sayılabilir. Araştırmalar olumlu tepkiler veren insanların özsaygılarının daha yüksek olduğunu ve bu kişilerin yüksek miktarda ölüm kaygılarını bastırma ihtiyacı duymadıklarını öne sürüyor. Öte yandan, iyimser insanlar da olumlu ve sağlıklı tepkiler vererek ömürlerini artırmak adına kendilerine daha iyi bakma eğilimi gösteriyorlar. 

 

Şizofreni hastalarında ölüme meydan okumak, kendini fiziksel olarak yenilmez hissetmek; fobi ve obsesif bozukluk sahibi kişilerde de korkunun hedefini değiştirmek, ölüm yerine fobi veya takıntı objesine yönlendirmek sıkça rastlanan davranışlardır. Travma sonrası stres bozukluğu ile mücadele eden kişilerin ölüm ile aralarında duran güvenli kalkan kırılmıştır, bu kişiler sıklıkla kendilerini benliklerinden ayrışmış, sanki dışarıdan kendi hayatlarını izliyorlarmış gibi hissedebilir, çünkü ayrışmak travmatik olayın dehşetini örtmektedir. Depresyon tanılı kişilerde ise ölüm korkusu, uzağa itilen bir gerçeklik olmaktansa görünürdür; hayatlarının ve kendilerinin değerini azımsayan depresyonlu kişilerin zihni sıklıkla ölüm düşüncesiyle meşgul olabilir ve hayattaki anlam ve amaç arayışında zorlanabilirler. Ölümün gerçekleştirilmiş formu olan intihar da zaman zaman gerçek veya sembolik ölümsüzlüğü elde etmenin bir yöntemi olarak karşımıza çıkabiliyor. Tüm bunların yanında, bağımlılık da temelde varoluşsal dehşet ile başa çıkmanın bir başka yolu olarak tezahür edebiliyor. 

 

Ölümle yakın temas kurmuş insanların, yeryüzünde kalan zamanlarının azaldığını kabullenmiş olan, şimdiki anı daha fazla takdir eden, yakın ilişkilerine maddiyattan daha fazla önem veren kişilerin kendi ölümleri hakkında daha az korkulu ve daha az savunmacı olduklarını bulgulamak mümkün. Bu tablo, kişinin kendi sonluluğunu kabullenmesini teşvik etmenin mümkün olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor; eğer öyleyse, nasıl?

Antik çağlardan beri yaşamış pek çok filozof, düşünür ve günümüz psikologları, ölümlülüğümüzü kabullenmenin, bilinçsiz ölüm korkusunun yıpratıcı etkilerini azaltmak ve günlük yaşama şükranımızı artırmanın bir yolu olarak önemini vurgulamakta. Ortaçağ keşişlerinin bir hatırlatma nesnesi olarak masalarında bir kafatası tutmaları gibi tarihsel örneklerle, ölümle doğrudan yüzleşmeye yönelik birçok yaklaşım, farklı zamanlarda ve yerlerde uygulanagelmiştir. Ölüme aşina olmaya yönelik farklı çabalar, belki ölüme karşı daha hazırlıklı psikolojik olarak daha güçlü olmamızı sağlayabilir. Lucretius'un dediği gibi: Neden hayattan, bir ziyafete doymuş bir konuk gibi ayrılmayasınız? Kendinize bakın. Hareketleriniz korku kaynaklı mı, manipüle mi ediliyorsunuz? Katı savunma mekanizmalarıyla mı hareket ediyorsunuz yoksa hayatınızda gerçekten değer verdiğiniz gayelerin peşinde misiniz?

Hazırlayan: İlayda Deringör
Kaynak: Solomon, S., Greenberg, J., & Pyszczynski, T. A. (2015). The worm at the core: On the role of death in life.

Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş

ÖNCEKİ HAFTALAR