60842a031833b__1.jpg

İnsan Kültüründe Sosyal Güven Dinamikleri Üzerine

24.04.2021

David Napier

İnsanların yakınlığa ve aidiyete ihtiyacı vardır. Kapılarını dışarıya kapayan her toplum körelmeye mahkumdur. Peki kendimizi hem korurken hem de nasıl dışa açık kalabiliriz?

Birçoğumuz biyoloji dersinden Petri kabını hatırlıyor olabilir. Hani şu içine mikrop örneği enjekte edilen besin jeli dolu cam kaplar. Bu besin dolu kabın içerisinde hücreler, kolonilerinin zenginleşmesini sağlayarak büyür ve çoğalır, hücreleri defalarca kez bölünür. Bunun kadar ilginç olan başka bir şey de bu hücrelerin nasıl öldüğüdür. Temelde, kolonilerde hücre ölümü iki şekilde gerçekleşir. Bunlardan biri programlanmış eleme yoluyla gerçekleşen aktif bir süreçtir; apoptotik hücre ölümünde, hücreler görünür biçimde koloninin devamlılığını sağlamayı amaçlayarak kendilerini ‘feda ederler’. Programlanmış hücre ölümünün (apoptotik ölüm) altında yatan mekanizma tam olarak anlaşılmasa da bazı hücrelerin koloni kenarında besin ararken bazılarının ölen hücrelerin yerel besin birikintilerinden yararlandığı görülür. Bir diğer koloni hücre ölümü besin deplesyonu (tükenme) sonucu oluşur. Azalan kaynakların zayıflamış koloni yapısının üstündeki etkisinden kaynaklanan bir ölümdür bu.

İki tür hücre ölümü de insan dünyasıyla benzerliklere sahiptir. İkinci tür hücre ölümü daha az çalışılmıştır çünkü kolonilerin odağı sürdürülebilir gelişimdir ve bir koloni aniden kaynakları stoklaması gereken bir kriz içerisine girince savunmasız kalır. Böyle zamanlarda, kolonideki hücreler enerjiyi muhafaza etmek için ortada bir araya toplanırlar (sıcaklığı korumak için koruyucu sporlar dahi geliştirirler). Tekil hücreler yavaşlayıp daha az hareketli hale gelip en sonunda da ölür. Ölüm dış tehditler sebebiyle değil kendi devinimsel gerilemesi sebebiyle gerçekleşir. Kolonilerin kenarındaki hayat, tam tersi şekilde, devam eder çünkü dinamiktir. Bu tür periferik hücreler besin arayışında mıdır, yoksa çaresizlik içinde yaşamak için alternatif bir yol arayışında mı?

İnsan Kültüründe Sosyal Güven Dinamikleri Üzerine

Bu metaforu insan toplulukları için kullanabilir miyiz? Kısıtlamalar altında büyüyenler daha az dirençli mi olurlar? Kaynaklar zamanla azaldıkça insanlar da yavaşlayıp kendi koruyucu sporlarını mı üretirler? Bu ölüm örüntüsünün görülmesinin sebebi, tıpkı hücrelerin yeterli besinle hep birlikte büyüdüğü gibi, sosyal bağlantılarımızı kaynakların kesin ve sonsuz olduğu anlayışı üstüne inşa etmemiz yüzünden midir? Azalmakta olan insan kolonileri birbirlerinden ayırt edilmeye daha az müsait hale mi gelirler? Daha bunun gibi birçok soru sorulabilir. Biliyoruz ki, insan toplumu tehdit hissettiğinde kendilerini korur: uzun vadede zararı olsa bile kısa vadedeki kazançlarını sıfırlarlar. Benzerliğe farklılıktan daha çok önem verir.  Sürekliliğe değişimden daha çok öncelik verir. Sivil fedakarlıklardansa bencil çıkarlara öne geçer.

Bu karşılaştırma ilginç gelebilir. Krizlerde koloniler içe kapanır; eşitsizlikler çoğaldıkça koloniler içe doğru çöker ve yeteri kadar alan kalmaz. COVID-19 salgınında da gördüğümüz gibi, merkez tehdit altında ve daha fazla dayanamayabilir diye sosyal güvenleri için yerleşebilecekleri yerler aradılar.

İnsan kültürleri, tıpkı hücre kültürleri gibi, sabit değillerdir. Güven düzeyi ve mevcut kaynaklar arasındaki ilişkide bu kaynaklara kaç kişinin ihtiyaç duyduğu önemlidir. Bu ilişki zemininde güven sadece ahlaki bağlılıkla değil ayrıca ekonomi ahlakıyla da ilgilidir. Bu konular antropologların en çok dikkatini çeken dinamikler arasındadır.

Son yıllarda, grup boyutlarını neyin yönlendirdiğine ve ittifakları nasıl kurduğumuz, kendimizi ve başkalarını nasıl gördüğümüz üzerinden kurulan aidiyetler konusuna yönelik büyüyen bir ilgi var. Tabii ki sosyal medyayla birlikte grubun ne olduğuna dair anlayışımız da temel olarak değişti.

İngiliz antropolog Robin Dunbar 2010 yılında Bir İnsan Kaç Arkadaşa İhtiyaç Duyar? (How Many Friends Does One Person Need?) isimli kitabı ile grup boyutunu sorguladı. Çalışmada, grup boyutu sorularını sosyal ilişkiler anlayışımızla ilişkilendirmek zorluğunu dikkate aldı. Alanı hayvanlar üstündeki çalışmalarına ve grup boyutu ve kabileler arasındaki karşılaştırmalara dayanıyor. Dunbar, 150 kişiden fazla olan kabilelerin parçalanmaya yatkın olduğunu fark etti. Bazı kabile  üyelerinin ortalamasını alarak genel limitin 153 üye olduğu sonucuna vardı.

Buna rağmen biliyoruz ki sempati grupları (anlamlı ilişkiler ve duygusal bağlantılar üstüne kurulmuş gruplar) bu sayıdan daha az. Örnek olarak, yas çalışmaları derin ilişki için gereken sayının 15 kişide limite ulaştığını gösteriyor. Bazıları daha az sayıyla yetinir bazılarıysa 5 kişinin altındaki destek gruplarına odaklanır.

İnsan Kültüründe Sosyal Güven Dinamikleri Üzerine

Yönetim uzmanları bu sayıların işbirliğinin daha yüksek limitlerini temsil ettiğini savunurken, Dunbar’a göre, 150 kişisel bağlantı için ideal sayıdır (Facebook 500’den fazla ‘arkadaşımız’ olabileceğini düşünse bile). Tarım ve hayvancılık becerilerinin küçük bir popülasyon arasında dağıtılmış olabileceği kabilelerde ise sınır sayısı için hiyerarşi ve uzmanlık dikkate alınır. Nitekim, askeri birlikler, küçük eşitlikçi şirketler ve yenilikçi kuruluşlar, geleneksel anlayışın gücüne bağlı olarak, 150 ila 200 kişiye kadar çıkıyor gibi görünmektedir.

Beyinlerimizin güvenlik için 150 kişi limitini aramasının karışıklığa neden olduğunu düşünmek cazip gelse de gerçek daha farklı. Birlikte başarıyla çalışan bir grubun büyüklüğü etrafımızdakilerin ne yaptığının farkında olmamızdan daha az önemli. Bir başka deyişle, 150 kişi Dunbar ve diğerlerinin düşündüğü gibi biyolojik olarak belirlenmiş yapısal yönetimden ziyade sosyal anlaşma ve güven olgusu ile ilgili olabilir. Çünkü bu hiyerarşinin iyi ve düzenli şartlarda geliştiği sınırdır. Ayrıca bu durumu grup boyutunun sosyal güvenin olmadığı yerlerde azalmasından da bilebiliriz. İnsanlar yakınlarının karşılıklı olarak neyle meşgul olduklarını bilmediklerinde kişi sayısından ziyade ilişkinin niteliğine odaklanıyor. Yani, beyin için 153 kişi maksimum kabile boyutunu oluştururken 153 adet ilişki daha küçük gruplar içerisinde var olabilir. Aslında, 153 adet ilişki sadece 18 kişi arasında var olur.

Daha küçük üniversiteler yabancılar arasında güven kurulmasını sağlar ve böylece daha iyi bir eğitim deneyimi sunar.

Stres altındayken ilişkinin kalitesi iletişimde olunan insan sayısından daha önemli olduğu için Dunbar’ın sayısı 18 olmalıydı. Asıl soru bir insanın kaç tane arkadaşı olabileceği değil. Asıl mesele kaç tane insan farklı fikirlerle bir araya gelebilir ve ortak bir amaç üretebilir. Bu ortak amaçlar sosyal kurallar veya kültürel pratikler tarafından şekillenmiş olabilir. Örneğin, birlikte yaşamak veya birlikte çalışmak gibi. Bu şekilde bakıldığında yaratıcı düşünceye adanmış bazı küçük grupların neden bu kadar benzer yapılarda olduğu daha kolay anlaşılabilir.

Küçük Amerikan kolejlerini ele alalım. Bu kolejlerin gitgide büyük isimli, Harvard ve Stanford gibi üniversitelerle rekabet içine giriyor olmasının sebebi sadece kaygılı ebeveynler için daha güvenli olduklarının düşünülmesi değil. Asıl sebep, az sayıda olmanın birbirini tanımayan öğrenciler arasında güvenin büyümesine hizmet edebilmesi; böylece daha iyi bir okul deneyimi sunuyor olmasıdır. Buna ek olarak, bu kolejlerden en iyilerinin eğitim kadrosunun ortalama 150 kişi (Dunbar’ın sayısı) olması ve hepsinin konuşmasının beklendiği bir seminerde maksimum 18 civarında kişinin konuşuyor olması tesadüf değildir.

Peki biz bu bulgulardan ne öğrenebiliriz? Epeyce şey. Karizmatik konuşmacılar kalabalığı etkilerken muhatapları 20 kişiye yaklaştıkça herkesi sürece dahil etmenin zorlaştığını ifade edecektir. Eğer bu insanlardan bazıları özel ilgi talep ederse (veya ideolojik belirsizliğe dayanamazlarsa) sayı hızlıca azalacaktır.

https://kemalsayar.com//website/assets/images/my1/images/60843319efeb1__4.jpg

Sonuç olarak, bu sebepten, grup boyutundan daha önemli olan sosyal bütünlük ve sosyal güvendir. Facebook’un veya Dunbar’ın kaç tane arkadaşı idare edebiliriz sorusu yerine asıl soru: Petri kapları ne kadar sağlıklı. Bunu saptamak için ölçülmesi gereken neyden korkulduğudur. Amerikan kolejlerinde olduğu gibi dıştan gelen tehditler altında verimli ve yaratıcı şekilde etkileşime girme yeteneğidir. Ve bu da bazı kültürlerin Kuzey Amerikan kolejlerinden daha iyi sahiplendiği bir meseledir.

Endonezya adası Bali’de bir köy üç tapınağı olmadığı takdirde bir topluluk olmaz. Tapınaklardan biri ölü atalar ve geçmiş için iken başka bir tapınak sosyal hayatı düzenlemektedir. Sonuncusu ise yaradılış tapınağıdır. Bu son tapınak bireyi tam anlamıyla belirli bir yere bağlar. Kelime anlamı göbek bağı demektir.

Bütün Balililer bu son tapınağa ruhani bir göbek bağı ile bağlıdır ve her 210 günde (bu bir Bali yılı olur) bir kişi oraya bağlılığını sunmakla yükümlüdür. Bir kez daha mecazi bir kök hücreye dönerek söylersek: başlangıç/doğuş yerine dönüp büyüme örüntülerini inceler ve ‘kökü’ daha sağlıklı bir gelecek için kullanır. Kök hücre tabii ki de embriyologların daha sağlıklı bir şekilde büyümesi için toplanılan ve yenilenen bir yerdir. Bali’de dışa dönüklük sadece öğrendiklerimizi başladığımız yere geri getirdiğimiz takdirde sağlığı kuvvetlendirmektedir. Bu bağı reddetmek kişiye ağır hasar verebilir ve fazla uzakta olmak veya uzun süre boyunca yurt dışında kalmak göbek bağının fazla gerilip kopmasına sebep olabilir. Böylece kişi, geçmişinin şimdi ve geleceğinden kapmasına neden olabilir.  

Peki kopma riski varsa neden göbek bağımızı tehlikeye atıyoruz? Çünkü keşfetmenin sınırları kendimizi tanımamıza yardımcı olur; çünkü yabancı olan esas olanı fark etmemizi sağlar; çünkü büyümek için alışık olmadığımız şeylere yaklaşmamız gerekir. Avangard olanın yani öncü olanların özelliği budur. Orijinali Fransızca olan bu kavram düşmanı test etmek adına küçük bir asker grubunun önlerindeki araziyi keşfe gönderilmesini ifade eder. Yerinden ayrılmazsan cahil, çok ileri gidersen ölü olursun. Alternatif ise sadece bir şeyler öğrenip onları tanımlamaya yetecek kadar uzağa gitmektir. Bu basit olsa da bir sürü belirsizliklerle doludur.

Gerçekten de keşfin belirsizliği adaptasyon ve büyüme için kritik öneme sahiptir. Ortak değerlerimiz yani Petri kabının içindeki aşina olduğumuz kültür varsayımlarımızı her zaman açıkça belirler. Eğer bir duvar veya bizi içine alacak bir Petri kabımız yoksa, o göbek bağına ihtiyacımız var. Çünkü nerenin çok uzak olduğunu ölçebilmeliyiz. Bu durumda merakın kritik bir öneme sahip olduğu eklenmeli. Merak bizi daha bilgili yapabilir fakat başımızı belaya da sokabilir. Göbek bağı ne zaman kopar? Çok uzak ne kadardır? Bunlar biyolojik örnekler ile aydınlatılabilecek güzel sorular.

İnsan bağışıklık sistemi verebileceğim en iyi örnek. Bilim uzun süre bize bağışıklığın kendimizi yabancı istilacılara karşı savunmakla alakalı olduğunu söyledi. Bu model bizi yok edebilecek birçok yabancı şeye ev sahipliği yapmaya nasıl karşı koyduğumuzu açıklamaya yarıyor. Böylece vücut zehirleyici bir çöplük olmaya direnir. Çocuklara nasıl ellerini yıkamayı ve bugün maske takıp sosyal mesafeyi sağlamayı öğretmemiz de bu nedenledir.

Virüsler yaşayan istilacılar değillerdir. Onlar sadece boş oturan bilgilerdir, tıpkı genetik kütüphanemizdeki kitaplar gibi.

Kalıtsal yabancı düşmanlığını bir kenara bırakırsak, savunma sistemi yeterince iyi çalışıyor. Fakat bu basit fikirle gelen büyük bir problem var: adapte olmak için yabancıya ihtiyacımız var. Bağışıklığı dendritik hücrelerin arkasında geliştiriyoruz, tıpkı öncü askeri birliklerin arkasında ordunun ilerlemesi gibi.  

Bu bağlamda, adaptasyon sağlarken savunmaya geçtiğimiz doğru. Lakin neredeyse askeriye metaforunun artık işe yaramadığı bir noktaya ulaştı immunologlar. Modern bağışıklık ‘tanıma ve kendinden olmayanı yok etme’ olarak tanımlanan şeye meydan okuyor. Askeri metafor işe yaramaz görünüyor çünkü virüsler istilacılar değildir. Onlar sadece genetik kütüphanemizde biri onları okuyuncaya kadar rafta duran kitaplar gibidirler. Ne anlama geldikleri bazı güncellemelerle yeniden düzenlenir ve sonra da bilgiler yeni bir biçimde yeniden yaşanmak için sunulur.

https://kemalsayar.com//website/assets/images/my1/images/60843341134cf__5.jpg

Kütüphanedeki kitaplar gibi bazı virüsler okunmadan kalırken bazıları sıkça okunur. Bazıları tozludur, bazılarının sayfaları kıvrılmış. Bunun nedeni virüslerin yalnızca insanlar okuma gruplarında toplanıp onları canlandırdığında çoğalmasından kaynaklanır. Bu gruplar biyolojik olarak değil sosyal olarak yönlendirilir. Tıpkı kitaplar gibi virüsler de, iyisiyle kötüsüyle, yalnızca vücudumuzun yorumlayıp başkalarıyla paylaştığı bilgi parçalarıdır. Bu her gün gerçekleşen bir süreçtir, özellikle viral zekanın adapte olmamıza yardımcı olduğu zamanlarda. Böylece gerekli önlemler almamız ve hayatta kalmamız mümkün olur.  

Fakat istilacı metaforununun bilimi açıklayamamasının bir sebebi daha var. İmmunologist Polly Matzinger 1994 yılında, antikorlarımızın yalnızca savunma için tepki vermediği bir bağışıklık modeli sundu. Bu modele göre antikorlar dendritik hücreler immünolojik tepkiyi uyarabildiği için tepki veriyordu. Bu yaklaşımda bağışıklık sistemi savunmacılığını korumakla beraber Matzinger’in argümanını az da olsa kişisel korumadan anlayışından bilgi sunumuna taşımayı başardı.

Bu fikir immünoloji bilimi için radikaldi fakat antropolojiye göre gayet olasıydı. Sayısız antropolog benlik hakkında benzer argümanları sunmuşlardır, başkalarının farkındalığı bir yüzyıldan fazladır (ve diğer kültürlerde bin yıllardır) ortada olmasına karşın dış risklere karşı kendini koruma fikrine itiraz bilime Matzinger sayesinde, yeni ve bilim insanlarının makul gördüğü bir şekilde girdi.

Bağışıklık sistemi senin biyolojik zekan. Hayatta kalmana yardım etmek için yabancı vücutlardan gelecek enfeksiyonlara ihtiyacı var.

Böylece immünoloji yabancı olanın sosyal ve biyolojik olarak dışlanması varsayımının yanında bir de Darwinci korumayı ve bencilliği de sorgulamaya hazır hale geldi. Matzinger’in fikri güçlüydü, dikkati savunmadan meraka, bağışıklık sisteminin bilinmeyeni değerlendirmesine çevirmiş oldu.

Bu argüman hala üç ana gerçeklik tarafından yeniden değerlendirilmeye açık. İlk olarak, 1990ların sonunda onarıcı tıp ortaya çıktığında virüsler istilacı olmaktan çok bilgilendirici olarak değerlendirildi. Bu fikri 1980’lerde AIDS krizi esnasında birlikte çalıştığım Balililerden öğrenmiştim. Ama bu onlarla sınırlı değildi. Daha az “kartezyen” yerli gruplardan olan Navajo da bu fikri paylaşıyordu. Aynı kültürlerarası çalışmadan gelen ikinci gerçek ise immünolojinin kişisel çıkarla sınırlı kaldığıdır: bu bir benliğin neden bencilce kimliğini savunmak yerine dışa dönük ve potansiyel olarak tehlikeli bir şekilde birisiyle temasa geçtiğini anlamlandırmakta yetersiz kalıyordu.

Bilim insanları yavaş yavaş Darwinci olmayanlarca bilinen bir olgunun farkına varmaya başladılar: dışa dönüklük önemlidir. Tıpkı, antropologların çok iyi bildiği, mütekabiliyet esasından bahsediyoruz. Birbirine bağlamak ve çoğaltmak için, dış bilgilerin benliğe hitap etmesi  gerekir. Bunun için de vücudun çoktan oluşturduğu hücrelere gereksinim vardır. Bu bağışıklık sistemimizin ana işlevidir, çoğunlukla timus (T hücreler) ve ilikte (B hücreler)bu işlevler gerçekleştirilir. Vücudumuz bu mutasyon fabrikalarında milyonlarca alışılmadık hücre üretir, o kadar fazladırlar ki onları sayamayız bile. Uzaya yollanan deneysel radyo sinyalleri gibi, bu hücreler de savunma sistemindeki arama motoru gibi çalışarak dışarıya sinyaller yollar.

Buradaki önemli nokta, bağışıklık sisteminin sadece savunma kalesi inşa eden bir yapı olarak düşünmenin bağışıklık sisteminin asıl işlevini ıskalamak anlamına gelmesidir. Çünkü bağışıklık sistemi ayrıca ve tam anlamıyla sizin biyolojik zekanızdır. Gelişmenize ve hayatta kalmanıza yardım etmek için yabancı vücutlardan gelecek enfeksiyonlara ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç ayrıca aşıların bizi nasıl biyolojik erimeden de koruduğunu açıklar. Bu sebeple dışa dönüklüğe sadece savunma stratejisi olarak ihtiyaç duyulmaz. Matzinger’in de söylediği gibi, adaptasyona başvurmak ve çevresel adaptasyonu yaratmak için de bir yöntem oluşturur ve bu karşılaşma bazıları için bir yaşam tehditi olsa da bu gereklidir. Bu ihtiyacın kendini açığa vurduğunu  COVID-19 krizinde de görebiliriz. Bunu yapmak için bilimsel olarak ne olduğuna bakmaktan çok toplumsal olarak neler olduğuna bakmalı.

https://kemalsayar.com//website/assets/images/my1/images/6084335b68368__img-20210418-wa0044.jpg

Brooklyn Enstitüsü tarafından ruh sağlığı ve esenlik hali üzerine yapılan bir araştırmada salgın sırasında Amerika Birleşik Devletlerindeki dezavantajlı gruplar üzerinde yapılan çalışmanın bulguları enteresan. Haklarından mahrum edilen gruplarda umut duygusunun varlığının paradoksu bulgulanmış. Rapora göre çoğunluklu olarak siyahi popülasyonun olduğu ülkelerde COVID-19 enfeksiyon oranları çoğunluklu olarak beyaz popülasyonu olan ülkelere göre üç kat daha yüksek ve beyaz popülasyonla karşılaştırıldığında hastalıktan ölme ihtimalleri 3.5 kat daha fazla. Yine de bu topluluklar daha yüksek seviyelerde iyimserlik ve umut sahibi. 

Yazarlar daha yüksek enfeksiyon ve ölüm oranlarına çeşitli potansiyel açıklamalar getirmişler: sağlık sektöründeki ana işlevlerde ve sosyal mesafenin imkansız olduğu toplu taşıma sektöründeki aşırı yoğunluk. Ayrıca yeterli sağlık hizmetine erişimde yaşanan sorunlar ve yoksulluğa ek olarak konutlarda uzun vadeli sistematik sınırlar ve imkansızlıklar. Tüm bunlara ek olarak enfeksiyon öncesinde astım, diyabet ve kalp rahatsızlığı gibi sağlık sorunlarına sahip olma olasılığının daha yüksek olması şeklinde uzayan risk faktörleri. 

Bu gibi dezavantajlar ve sosyal mesafeyi uygulayamamaları sebebiyle toplumsal olarak dezavantajlı grupların mental sağlık ve iyi olma halinin diğer kısımlarında da en yüksek kayıpları yaşamış olmaları mümkün. Buna rağmen keşfedilen şey beklenenin tam tersi. Afrika asıllı Amerikalılar araştırılan topluluklar arasından en iyimser olan olmakla kalmıyor, veriler ırk ve gelir açısından incelendiğinde de, özellikle düşük gelirli siyahiler ve beyazlar arasında, ruh sağlıklarının beyazlardan daha iyi olduğu rapor ediliyor. Düşük gelirli Afrika asıllı Amerikalılar düşük gelirli beyazlarla karşılaştırıldığında %50 daha az stres deneyimledikleri ve kendilerini umutsuzluk sebebiyle gerçekleşen ölümlere dahil etme oranlarının çok daha düşük olduğu rapor edilmiştir.

Bu durumun altındaki mekanizmda topluluk esnekliği, geniş aile bağları, yüksek eğitimin yararlarına olan inanç, ve toplumsal eşitsizliği aşma tarihini de kapsayan birçok karmaşık sebep var. Brooklyn Enstitüsü yazarlarına göre, genel olarak azınlık dayanıklılığını yönlendiren özellikler, pandemi bağlamında refah ve ruh sağlığını da koruyucu özellikler haline gelmiş.

https://kemalsayar.com//website/assets/images/my1/images/608433768939a__img-20210418-wa0046.jpg

Bu faktörler literatürde geçen travma sonrası büyüme (tehditkar güçlükleri aşmanın güçlendirici olması) verileri ile uyumludur. Ayrıca dirençli çocuklar (zorlu geçmişlerine rağmen düşünceli ve bazen başarılı olan kişiler) hakkında yazılanlarla da uyumludur. Bu gibi bulgular güçlüklerin direnç yarattığı gibi algılanırsa tehlikeli de olabilir. Zira Sosyal Darwinizm fikrinin 19.yüzyıldaki babası kabul edilen Herbert Spencer stresin güçlendirici ve hayırseverliğin zayıf olanların yok olmasını engellediğini iddia ediyordu. Spencer’a göre stres direnci belirleyen idi. 

Ne zaman birbirimize baksak ve onaylar biçimde başını sallasak gayri resmi bir sözleşme yaratırız.

Sorun da burada. Çünkü biyolojik bir hikayeyi sosyal bir hikayeye çevirmek biyoloji içinde kritik bir hatayı beraberinde getirir. Durağan genlerimiz, hücrelerimizin açıkça hayat verdiği atıl bilgi parçaları olmalarına rağmen ‘bencilliği’ canlandırma kapasitesine sahiptir. Burada, bilimsel argüman olduğu varsayılan determinizm canlanan bir kurgu olarak tekrar hortlar. Böylece neredeyse dinsel köktencilik gibi bir köktencilikle karşı karşıya kalırız: Sosyal Biyolog E. O. Wilson’ın geldiği noktadır burası. Stres ahlaki ve alegorik olarak koşullanıldığında ahlaki dersler ortaya çıkar, oysa durum böyle değildir. 

Stres, ne iyi ne kötüdür. Ahlaki bir konu değildir. Başka deyişle ahlaki içeriği birlikte kurduğumuz şey toplumsaldır, biyolojik değil. Sosyal sözleşmenin kendisi bir dışa dönüklük olduğu için uzlaşma davranışı, farklılıklara değer verme yani tutuculuk karşıtlığı ve anti-determinist olmak durumundadır. Fakat direnç kavramı Darwinci görünebilir. Brooklyn Enstitüsü anketlerine yanıt veren dezavantajlı gruba dahil olan Afrika kökenli Amerikalılar zaten önemli zorlukları aşmış durumda ve yaşadıkları düzensizsizlik içinde olanları sessizleştirdi, mahvetti veya tamamen yok etti zira çok uzun süredir hayatta kalma fırsatlarından yoksunlardı. Hatta Afrika kökenli Amerikalıların (ve özellikle erkeklerin) diğer gruplardaki emsallerinden daha az uzun yaşadığı gerçeğiyle de doğrulanmakta. Eğer daha uzun bir yaşama sahip olurlarsa stres onları antisosyal olmaya meyilli kılabilir ve hapishanede zaman geçirme olasılıkları daha da yükselir. 

Bu yüzden azınlıkların dirençleri üzerine yapılan araştırmalar farklı okunmalıdır. Çünkü umudu üreten toplumsal ilişkilerdir. Sosyalliğimiz ahlaki sermayemizdir. Yani toplumsal değiş tokuşta bulunanlar (aileyle veya sağlık hizmeti yoluyla) COVID-19’un getirdiği belirsizlikle baş etmek ve umutlu kalabilmek için daha donanımlı hale gelir. Umudu besleyen kısım - tercihen veya zorunluluktan da olsa- uzlaşmada yatmaktadır. Ne zaman birbirimizle göz teması kursak ve onaylar biçimde başımızı sallasak gayri resmi bir sözleşmeye imza atarız. Günde onlarca, bazen de yüzlerce kez yüzümüzde maske olsa da olmasa da bu basit hareketle başkalarına olan güvenimizi teyit ederiz. Bunu bir dışa dönüklük eylemi olarak yaparız, yaratıcı etkileşim yoluyla kendi topluluğumuzda öğrendiklerimizle hayatta kalmayı ve büyümeyi umarız. Direncimiz ortak amaç paylaştığımız kişiler tarafından beslenir.  

https://kemalsayar.com//website/assets/images/my1/images/6084338f09eee__img-20210418-wa0047.jpg

Amerika’daki siyahilerin bu salgında ölme ihtimalleri beyazların üç katı. Aynı zamanda onlar başkalarıyla etkileşimde bulundukları kamusal işler içerisinde daha az yer verildiği için beyazlara oranla daha az izole haldeler. Tıpkı askeri öncü birliği gibi ya da Petri kabı kolonisinin kenarlarındaki hücreler gibi, onlar dışadönük tehlikelerden öğrenmeye daha yatkınlar ve beklentilerini buna göre ayarlayıp daha dayanıklı ve dışarıya karşı daha az kırılgan olmaya da yatkınlar. Bu umutsuzluk sebebiyle oluşan ölümlerin onlar arasında daha az yaygın olmasının sebebi olmakla kalmıyor ayrıca neden izolasyonun kendisinin hepimizdeki COVID-19 tükenmişliğinin ana sebebi olduğunu da gösteriyor.

Önemli olan etkileşim. Sağlıklı göçmen etkisi bizim için net bir örnek sağlayabilir. Göçmenlerin yaşadığı zorluklar belgelenmiştir ama yeni topluluklara giren göçmenler genelde yerli nüfus kadar iyi hatta bazen daha iyi sağlık değerlerine de sahiplerdir. Nitekim ikinci nesil Asyalı Amerika göçmenlerinin ortaokulu bitirmesi, daha yüksek test sonuçları alması, elit kolejlere gitmesi ve yüksek gelirli diploma alma olasılıklarının daha yüksek olması bu sebepledir. Buradaki kritik nokta sadece göçmenliğin dışa dönük olması ile ilgili değil ayrıca toplumsal bağlamda anlamlı bir değiş tokuş ile sonlanıp sonlanmayacağı konusudur. Önemli olan değiş tokuşun kendisidir. 

Bir şeyin içinde ne kadar çok ahlak bulunursa değiş tokuşun direnci güçlendirme ihtimali o kadar çok olur. Çoğu zaman riskler beklenildiği gibi gerçekleşmez. İşler yolunda gitmediğinde hepimiz aidiyet ve umudumuzun artması adına ya uyumak için ebeveyn koltuğuna veya birlikte yenen bir yemeğe ihtiyaç duyarız. Yüzyıllar önce Fransız sosyolog Marcel Mauss’un Hediye (The Gift) makalesinde bahsettiği şey budur. Veren kişi kendisinden bir parçayı verir ve verilen şey bir sonuç olarak ona geri döner. Bu da demek oluyor ki ekonomiyi ahlaki kılan değiş tokuş ilişkisinin kendisidir.

Yalnız olmak iyi olma haline zarar verir. Bunu sosyal izolasyonun ölüm ve hastalık üzerine etkisi hakkındaki çalışmalardan biliyoruz. Bu konuda birçok kanıt var ve sadece intiharla ilgili çalışmalardan da elde edilmediler. Sosyal izolasyon devlet gözetimindeki çocukların genellikle kendileri için tehlikeli olan ailelerine geri dönmelerinin önemli sebeplerindendir. Hatta, sosyal olarak etkileşimde olma ihtiyacı eşitlik ihtiyacının bile önüne geçer.

Bir kez daha kanıtlar hazır şekilde önümüzdedir. İzolasyon üstüne son zamanlarda Çinde benim de başında olduğum Cities Changing Diabetes Ulusal Akademi Ağının üyelerince yürütülen çalışmadan söz edelim. Çalışmanın sonuçları sosyal izolasyonun ne kadar büyük risk oluşturduğunu gösteriyor. Sağlık hizmetlerine erişim eşitliğinin hastalığın yönetilememesine doğrudan katkıda bulunup bulunmadığı sorulduğunda görüştüğümüz birkaç yüz kişiden üçte biri 'evet, eşitlik önemlidir' dedi. Aile bağlarının eksikliği (sosyal izolasyona temsilen) hastalık deneyimini ne kadar etkiledi diye sorulduğunda etkiledi diyenlerin oranı neredeyse tam çıktı (yüzde 93). Üstelik bu sonuçlar hiç bakım vermemesiyle bilinen ve eşit bakımı bir yana bırakın göçmenlerin tedavi görmek için evlerine gitmesini gerektiren bir ülkede oluyor. Bu bulgu şaşırtıcı çünkü eşitlik herhangi bir demokraside altın standarttır. Yine de ahlaki ekonomi söz konusu olduğunda bu altın standart ortadan kalkıyor.

Umudun çoğalması için, Darwinci anlamda kahramanca dayanıklılıktan çok daha fazlasına ihtiyacımız var.

Aynı durum şiddetten kaçan mülteciler için de geçerli. Benim de dahil olduğum bir başka projede (University of Applied Science in Bochum Germany tarafından fonlanmış) sistematik olarak son dönem göçmenlerin sağlık ihtiyaçlarındaki eksiklikleri belgeledik. İyi sağlık hizmeti alıp almadıkları sorulduğunda Almanya doğumlu vatandaşlar açıkça onların daha az hizmet aldığını ifade etseler de Suriyeli mülteciler genelde çok iyi sağlık hizmeti aldıkları cevabını verdi. Bu sadece Almanya’daki refah Halep’tekinden daha iyi göründüğü için değildi. Çünkü dışa dönük umut, özgecilikle (sosyal olarak fedakârlık) eşleştirildiğinde, bir insanın geleceğe inanma yeteneğine aracılık eder.  Geleceğe olan umut hala çok uzaklarda olsa bile.

Buradan önemli bir sonuç çıkıyor: eşitlik, insan acısını hafifletmek ve ahlaki bir ekonomide iyi hissetmeyi teşvik etmek için sadece ilk adımdır. Daha büyük kısmı ise insanların günü atlatmayı ummaktan daha fazlasını nasıl öğrenmeleri ile ilgilidir. Başka şekilde ifade etmek gerekirse, umutlu olmak geleceğe inanmayı ve uzun vadeli bir bakış açısını gerektirir.

Ama umutlu olmak bundan daha fazlasını gerektirir. Derin bir zaman hissi ve çaba için kalıcı bir isteklilik gerektirir. Umudun çoğalması için, Darwinci anlamda kahramanca dayanıklılıktan çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Günlük belirsizliğin doğallığını kabul etmek için gönüllü olmaya ihtiyacımız var ve bunu mümkün kılmak için çeşitliliğe - hatta fazlalığa - ihtiyacımız var. Anlamak çok zor değil. Amerikalı mucit Thomas Edison bir zamanlar, bir mucit yaratmak için iyi bir hayal gücüne ve bir yığın hurdaya ihtiyaç duyar demiştir. Yani eğer o an için işe yaramaz görüneni ortadan kaldırıp icada şans vermezseniz yeni bir şey yapma olasılığını da ortadan kaldırırsınız. Büyüme, daha büyük bir şey yapmak için iki birbirinden ayrı şeyi birleştirmeye bağlıdır.

İhtiyaç fazlası ve çeşitlilik her ahlaki ekonominin temelini oluşturur, bu yüzden neoliberal ekonomiler - fazlalık gibi görüneni verimlilik adına ortadan kaldıranlar- nüfusun refahını yönetmeyi beceremiyor. Neoliberalizm ancak işten çıkarılabilecek bireylerin olduğu toplumlarda başarılı olabilir. Refah devletinin olmadığı sistemlerde (Nijerya gibi) kârın devamlılığını sürdürebildiğini henüz görmedim. Bu noktada, Ayn-Rand tarzı ekonomi, kişisel çıkarı ve verimliliği cömertlik ve özgeciliğe tercih ederek başarısız olur ve sonsuza dek de başarısız olacaktır. Kısa vadeli kişisel çıkarların, zorlanmakta olan ekonomilere ne yaptıklarına bir bakın ve yoldaşım antropolog Jonathan Benthall’ın 1991’de ‘piyasa köktenciliği’ dediği şeyin resmi kolayca gözünüzde canlanabilir.

Buradaki sosyal paralellikleri belirtmeye gerek yoktur: bugün birimize alakasız görünen, başkalarının şahsi görüşleri de dahil olmak üzere birçok şey sonunda bizi gelecekteki bir zorluğa karşı dayanıklı hale getirmek için gereken şeyi sağlayabilir. Aynı Covid-19’un tüm belirsizliklerini aşabilmek için sosyal katılıma ihtiyacımız olması gerçeğinin bize öğrettiği gibi.  

Çeviren:Uzman Klinik Psikolog Rabia Yavuz
Eposta: rabia.yavuz@gmail.com
Instagram: @klinikpsikolograbiayavuz

Kaynak: https://aeon.co/essays/on-the-dynamics-of-social-trust-in-human-cultures?utm_source=Aeon+Newsletter&utm_campaign=3f36f37e06-EMAIL_CAMPAIGN_2021_04_08_04_54&utm_medium=email&utm_term=0_411a82e59d-3f36f37e06-70383909

                       
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş

ÖNCEKİ HAFTALAR