Kemal-Sayar-Urun-Resim_8766-600X450.jpg

Varoluşçu psikoloji açısından anksiyete

Anksiyete ( bunaltı, endişe, kaygı) psikoloji ve psikiyatride önemli yer tutan bir kavramdır. Freud'dan bilişsel yaklaşımlara dek çağdaş psikolojinin farklı okulları anksiyeteyi farklı biçimlerde yorumlamış, biyolojik paradigmanın öne geçmesiyle psikiyatride de anksiyetenin biyolojik bileşenine ilişkin çalışmalar yoğunlaşmıştır. Bu yazıda varoluşçu düşünürlerin anksiyete kavramına kazandırdıkları geniş içerik ve buradan hareketle, varoluşsal psikolojinin anksiyeteyi ele alma biçimleri tartışılacaktır.


ALT BAŞLIKLAR:

  • Kierkegaard ve anksiyete
  • Varoluşçu psikoloji açısından anksiyete
  • Normal ve patolojik anksiyete
  • Umutsuzluk ve suç
  • Anksiyete ve değerler
  • İnsan ve zaman
  • Seçmek
  • Ölüm ve insan
  • Sonuç
  • KAYNAKLAR

 

Kierkegaard ve anksiyete

'Bütün zamanların en önemli ruhbilimcilerinden biri' olarak adlandırılan Soren Kierkegaard (1813-1855) varoluşçu düşüncenin de atası olarak kabul edilmektedir. 1841'de Alman filozof Schelling'in; Kierkegaard, Engels ve Burckhardt gibi kişilerinde aralarında olduğu bir dizi seçkin dinleyiciye verdiği Berlin dersleri, varoluşçu düşüncenin çıkış noktasını oluşturur. Schelling ve Kierkegaard'a ek olarak, varoluşçu düşüncenin bir kanadını 'hayatın düşünürleri' olarak kabul edilen Nietzsche, Schopenhauer ve Bergson, sosyolojik kanadı ise Feuerbach ve Marx oluştururlar. Paul Tillich varoluşçu düşüncenin çabasını 'insanların gerçeklikten yabancılaştığı bir ortamda, hayata yeni bir anlam bulmanın umutsuz gayreti' olarak tanımlar ( May 1977, Tillich 1952). Kierkegaard, Nietzsche ve onları izleyenler Batı kültüründe gerçeklik ve doğruluk arasında açılan uçurumu önceden görmüş ve Batı insanını gerçekliğin soyut bir biçimde anlaşılabileceği yanılsamasından geri çağırmışlardı. Ancak antirasyonel ya da antientellektüel de değillerdi. Bu düşünürlere göre, insanı yalnızca özne ya da nesne olarak görmek, yaşayan insanın kaybedilmesi anlamına gelir. Varoluş yalnızca bilişsel yaşantının nesnesi değildir, o yaşantılanır , yakînen yaşama tecrübesinin ta kendisidir. Kierkegaard'dan başlayarak varoluşçu izlek, modern kültürün hayatı bölmelere ayıran doğası içinde , yaşayan insanı yeniden keşfetmenin dâvâsını gütmüştür. İnsan yalnızca dış gerçeklikleri gözleyen bir özne değil aynı zamanda gerçekliği inşa eden bir bilinçtir (May 1983, Yalom 1980). Kierkegaard geleneksel rasyonalizmi suni olduğu gerekçesiyle reddeder. Hegel'in soyut düşünceyi gerçeklikle özdeşleştiren sisteminin insanlık durumunun gerçekliğini görmezden gelen bir aldatmaca olduğunu ileri sürer. Düşünce irade ve duygudan boşanamaz ve 'hakikat ancak kişi onu inşa ettiği sürece vardır'. Böylece Kierkegaard gerçekliğin yalnızca bir düşünce değil, bir duyuş ve eylem olarak da yaşanabileceğini söylemektedir. İnsanın dikkatini iç tecrübenin gerçekliğine çekerek, akıl ve duyguyu birbirinden ayıran Descartes'çı duvarı delmek ister Kierkegaard. Bireysel özgürlük kısıtlama ve zorluklardan kurtulma çabasından ayrı bir yerde durur. Kısıtlamalardan özgürleşme çabası Rönesans'tan modern endüstri toplumuna dek özgürlüğün başat kavramlaştırılma biçimi olagelmiştir. Kierkegaard için özgürlük kişinin öz (kendi) farkındalığının artması ve bir benlik olarak sorumlu davranabilme kapasitesidir. Bu kendi imkânlarımızı hem kişisel gelişimimizde hem de dostlarımızla olan bağlarımızı derinleştirmemizde seferber edebilme yeteneğidir. İmkânların böylesi bir seferberliği yeni denizlere yelken açmak, yeni yolculuklara çıkmak demektir. İşte bu yüzden Kierkegaard özgürlüğün her zaman anksiyeteyi potansiyel olarak içinde barındırdığını söyler. Kierkegaard, Freud'dan yaklaşık bir asır önce insan ruhunun bazı temel dinamiklerine ışık tutmuş ve 1844'de yayınladığı 'Anksiyete Kavramı' adlı kitapçıkla, anksiyeteyi özgün bir bakış açısıyla ele almıştı. Anksiyete Kierkegaard'a göre, her zaman özgürlüğe yönelimli olarak anlaşılmalıdır; özgürlüğü insan gelişiminin amacı olarak tanımlayan düşünür, özgürlükle insanın önünde serili imkanlara atıf yapmaktadır. İnsan önünde yeni imkanlar bulabilen, bu imkanları değerlendiren, onları gerçekleştirebilen kişidir. Her imkanın gerçekleşmesinde anksiyete saklı olarak vardır. İmkan yani 'yapabilirim' gerçekleşmeden önce ara durak anksiyetedir. Anksiyete, Kierkegaard'a göre 'özgürlüğün başdönmesi'dir. Burada anksiyetenin nevrotik/patolojik bir varoluş biçimi değil insanlık durumuna içkin bir yaşantı olarak kavramlaştırıldığını hatırda tutmamız gerekir. Bir bireyin özgürlük potansiyeli ne kadar fazla ise anksiyetesi de o kadar fazla olacaktır. İnsana mahsus bir özellik, kendi imkânlarının ayırdına varabilme yeteneğidir. Çocuğun kendisinin farkına varması, kendi arzu ve amaçlarını fark etmesi ebeveynleriyle çatışmasını zorunlu kılabilir. Bireyleşme bazen çevreyle birlikte ve bazen de ona karşı bir tavır takınabilmenin anksiyetesiyle yüzleşmekle olabilir. Özgürlük sadece çevresel koşulların getirdiği kısıtlamalardan bir kurtuluş olarak anlaşılmamalıdır, o, kişinin varoluşunun her anında kendi kendisiyle nasıl bir ilişki kurduğuna dairdir ( May 1958, May 1977). Bireysel gelişim içinde her yaratıcı imkân geçmişin bir ölçüde öldürülmesi , geçmiş biçim ve kalıpların kırılması üzerine kuruludur. Bir adım ileri gitmek kişiyi önceki dostlarından yalnızlaştırabilir, yola çıkan kişi âşina ve emin bulduğu bir ortamın elinden kayıp gittiğini görebilir. Ancak kişi kendiliğini yaşadığı tüm çatışma, yalnızlık, anksiyete ve suçluluğa rağmen bir adım öne çıkmakla inşa edecektir. O adımı atmamak nevrotik anksiyeteye teslim olmak demektir. Nevrotik anksiyete özgürlükten korkan kişinin teslimiyetiyle ortaya çıkar. Teslimiyet yaşantı ve farkındalığa açılan pencerelerin kapanması demektir. Kierkegaard'ın nevroza karşılık olarak kullandığı kapanmışlık (shut-upness) ifadesi, kişinin yalnızca dış dünyaya değil kendi kendisine de kapanmasını ifade eder. Kapanmış kişinin bir iletişim ya da duygusal alış veriş çabası yoktur öte yanda özgürlük sürekli iletişim demektir. Kişi kendi içinde derinleşirken dostlarıyla da anlamlı ilişkiler ağını geliştirecek ve genişletecektir. Kierkegaard'a göre nevrotik anksiyetenin iki kaynağı kişinin kendi içinde ve dostlarıyla yaşadığı âhenksizliktir. Bu iki sorundan birisini yenmek ötekisinin de üstesinden gelinmesine yardımcı olacaktır. Ancak kişi yalnızlık ve anksiyetenin tehdit edici yaşantılarıyla yüzleşip onları aşmaya cesaret edemezse, bu sorunun da üstesinden gelemez. Bu açıdan Kierkagaard'ın anksiyeteyi bir öğretmen olarak görmesi çok anlamlıdır, anksiyete gerçekliğin kendisinden daha iyi bir öğretmendir zira gerçeklikten kaçabilir ya da onu görmezden gelebilirsiniz, oysa anksiyeteyi hep içinizde taşırsınız (May 1979). Kierkegaard'ın temel problemlerinden biri bir kişinin kendisi olma iradesini nasıl göstereceğidir. Kendisi olma gayreti kişinin asıl uğraşısı olmalıdır ve burada irade sözcüğü, kişinin kendisine dair farkındalığını artırma yolunda bir kararlılığı ifade eder. Bu modern psikoterapinin diline âşina olanlara yabancı gelmeyecektir. Terapinin temel amaçlarından biri içsel çatışmaları temizleyerek öz farkındalığı (self-awareness) artırmaktır. Düşünüre göre, kişinin kendi olması bireyin anksiyeteyle yüzleşme ve ona rağmen ilerleyebilme yeteneğine bağlıdır ( May 1977).

göre yokluk varlığı üç yönde tehdit eder ve böylece üç tip anksiyete belirir : Ölüm ve sonluluk anksiyetesi, boşluk ve anlamsızlık anksiyetesi , suç ve kınanma anksiyetesi. Her üç anksiyete de varoluşsaldır ve nevrotik bir işleyişi göstermezler. Ölüm anksiyetesi en temel, en evrensel, en kaçınılmaz anksiyetedir : Yokluk her yerde hazır ve nazırdır, bu yüzden de yakın bir ölüm tehdidi olmasa bile anksiyete yaratır. Yokluk insanı bir bütün olarak tehdit eder, onun ontik anlamda kendini gerçeklemesi kadar manevi anlamda kendini gerçeklemesi de yokluk tehdidinden pay alır. Manevi anlamda kendini gerçekleme, bir insan değişik anlam kürelerinde yaratıcı biçimde yaşarsa olur. Anlamsızlık anksiyetesi nihai bir gayenin, tüm anlamları anlamlandıran bir anlamın yitirilişinden köken alır. Bu anksiyete simgesel ya da dolaylı olarak da olsa varlığın anlamı sorusuna verilecek cevabın yitirilmesiyle kendisini gösterir. İnsanı anlamsızlık uçurumunun kenarına getirip bırakan şey boşluk anksiyetesidir. Sonlu bir varlık olan insan, bütün sınırlamaları içinde kendi hayatının dizginlerini eline almalıdır ve bu da ancak sorumluluk duygusuyla olur. Hayatının dizginlerini eline almayan, kendisini akışa bırakan kişi de anksiyetenin üçüncü boyutuyla , suçluluk anksiyetesiyle baş başa kalır (Tillich 1952). Rollo May (1953), anksiyetenin bir torpido gibi bizi en derinden, tam da kalbimizden vurduğunu söyler. Zaten ancak o derin seviyede biz kendimizi bir kişi ya da nesneler dünyasında bir özne olarak algılarız. Bir savaşta düşman ön cepheye saldırdığı sürece askerler çözülmez, savaşı sürdürür. Ne zaman ki merkez ile cepheler arasında haberleşme çöker, ordu yönünü yitirir ve askerler paniğe kapılır. İşte nevrotik anksiyetenin insana yaptığı tam da budur : şaşkınlığa sürükler, ne ve kim olduğu bilgisini geçici olarak iptal eder,etrafındaki gerçekliği berrak biçimde görmesini engeller. Bu şaşkınlık -kim olduğumuz ve ne yapmamız gerektiğine dair bu karmaşa- nevrotik anksiyeteyle ilgili en acı şeydir. Fakat burada olumlu bir taraf da vardır : Nasıl patolojik anksiyete bizim kendimize dair farkındalığımızı yok ediyorsa, kendimizin farkına varmak da anksiyeteyi yok eder. Kendimize dair ne denli güçlü bir bilince sahip olursak, anksiyeteyle başa çıkmak da o denli kolay olacaktır. Nevrotik anksiyete içimizde çözülmeden kalmış bir çatışmanın belirtisidir ve çatışma orada olduğu sürece nedenlerini fark etme ihtimalimiz vardır. Savaş metaforuna dönersek, anksiyete bir benlik olarak kendi kuvvetimizle bir benlik olarak kendi varlığımızı tehdit eden tehlike arasındaki savaşın bir kanıtıdır. Tehdidin kazanması, bilincimizin, farkındalığımızın teslimiyeti demektir (May 1953).

göstermesi gerektiğini yazmaktadır. Anksiyete, üzerine cesaretle gidilebilecek bir nesnesi olsun için korkuya dönüşmek ister. Cesaret anksiyeteyi ortadan kaldırmaz ancak kişinin yokluk anksiyetesini üstlenmesini sağlar. Cesaret yokluğa rağmen kendini gerçekleştirmektir. Anksiyete yönümüzü cesarete doğru döndürür zira diğer seçenek umutsuzluktur. Cesaret anksiyeteyi üstlenerek umutsuzluğa karşı koymak demektir. Anksiyetesini cesaretle üstlenmeyen kişi yoğun bir umutsuzluktan kaçmak için nevroza sığınır ve kendisini ancak kısıtlı bir ölçekte gerçekleştirebilir. Nevroz yokluktan kaçmak için varlığı inkâr etmenin yoludur. Nevrotik kişi yokluğun tehdidine sıradan insana oranla daha duyarlıdır. Yokluk aynı zamanda varlığın sırrını da ifşâ ettiği için, nevrotik kişi sıradan insana oranla daha yaratıcı olabilir (Tillich 1952). Rollo May'e (1979) göre normal anksiyete tehditle orantılı, represyon içermeyen, bilinç seviyesinde yapıcı bir şekilde yüzleşilebilen bir anksiyetedir. Öte yanda nevrotik ansiyete, tehdidin büyüklük ya da küçüklüğüyle orantısızdır, represyon ve diğer çatışma biçimlerini içerir ve ancak bilinç ve etkinliğin çeşitli biçimlerde bloke edilmesiyle üstesinden gelinir. Yalnızlıktan kaçmak için sürüye uyum sağlamak özgün normal anksiyetenin nevrotik olana dönüşümü demektir. Normal anksiyete insanın sonluluğuyla ilgilidir. Her insan ne zaman olduğunu bilmese bile bir gün öleceğini bilir; ölüm ve sonluluğa dair bu bilginin verdiği anksiyete onu hayatı anlamlandırmaya yöneltir. Rollo May'e göre terapinin amacı hastayı anksiyeteden kurtarmak değil, onun normal anksiyeteyle yapıcı bir biçimde karşılaşmasını sağlamak için, kişiyi nevrotik anksiyetenin pençesinden almaktır. (May 1979) .

Tillich (1952) ise varoluşsal anksiyete ile patolojik anksiyete arasındaki ilişkiyi şöyle özetlemektedir : 
1. Varoluşsal anksiyetenin ontolojik bir özelliği vardır ve ortadan kaldırılamaz, ancak 'olmak cesareti'yle onunla yüzleşilebilir
2.Patolojik anksiyete benliğin varoluşsal anksiyeteyi üstlenememesinin bir sonucudur 
3. Patolojik anksiyete kişinin kısıtlı, sabit ve gerçekçi olmayan bir temelde kendini gerçeklemesine ve bu temelin zorunlu bir savunmasına yol açar 
4. Patolojik anksiyete, kader ve ölüm anksiyetesiyle ilişkili olarak gerçekçi olmayan bir güvenlik, suç ve kınanma anksiyetesiyle ilgili olarak gerçekçi olmayan bir mükemmeliyet, şüphe ve anlamsızlık anksiyetesiyle ilgili olarak gerçekçi olmayan bir kesinlik üretir 
5. Patolojik anksiyete tıbbi sağaltımın, varoluşsal anksiyete manevi yardımın alanına girer. Her iki türlü yardımın amacı da insanların kendilerini tam anlamıyla gerçekleştirip 'olmak cesareti'ni gösterebilmelerini sağlamaktır.

Anksiyete ve değerler

İnsan anksiyetesinin ayırt edici vasfı insanın değer veren bir varlık olmasından kaynaklanır. Bu varlık hayatı ve dünyayı simge ve anlamlarla yorumlar ve bunları bir benlik olarak kendi varlığıyla özdeşleştirir. Anksiyete bir benlik olarak varlığına temel kabul ettiği bir değere yönelik tehdidin yol açtığı bir endişe olarak da tanımlanabilir. Bu değer ister başarı olsun, ister aşk, doğruyu söyleme özgürlüğü ya da iç sesine kulak verme, belirli değerler insanlar için yaşama nedenini oluştururlar ve böylesi bir değer tahrip edildiğinde kişi kendi varlığının da benzeri bir şekilde tahrip edilebileceğini hisseder. 'Ya özgürlük, ya ölüm' sözünde ifade edilen duygu marazî olarak etiketlenemez. Bazı insanlar başka bir değere teslim omaktansa ölmeyi yeğlerler. Böylesi bir tavır nevrotik bir tutum olarak değil, bütünüyle insanî bir tavrın en olgun hali olarak değerlendirilmelidir. Nietzsche,Jaspers ve diğer varoluşçular dünyevi yaşantının tek başına tatmin edici ve anlamlı olmadığını, kişinin daha doyurucu ve anlamlı bir yaşantı için hayattan daha aziz bildiği bir değeri bilinçli olarak seçmesi gerektiğini söylemişlerdir. (May 1953, May 1979). Martin Buber (1974) kişisel sorumluluğun olduğu yerde o sorumluluğun yerine getirilememesinden doğan bir suçluluğun da olacağını söyler. Varoluşsal suç, insan dünyaya meşru bir cevap üretemediğinde ortaya çıkar. Yine Kierkegaard'a açılan bir sokaktayız : Hangi değer ya da ölçütler benimsenmelidir ki hayat anlam kazansın. Kierkegaard insanların sürekli nasıl yaşamaları gerektiği sorusuyla yüzleştiklerini söylerken Heidegger'le buluşur. Hayata anlam katan, dünyaya meşru bir cevap üreten bir değer insanın tüm diğer seçimlerini de etkileyeceği için hayatın bütününü kuşatacaktır. Kirkegaard hayatın anlamı sorusuna ancak dinin cevap verebileceğini düşünür. İktidar ya da servet peşinde koşmak gibi arzular da anlam arayışına bir kerteye dek cevap verebilir ancak arzular değişebilir ya da kaybolabilir. O halde hayatı sadece bir arzuya bağlı olarak yaşamak onu anlamdan mahrum bırakmak olacaktır. Kierkegaard'ın felsefi takma adı Johannes Climacus'a göre kendimizi kandırmaktan ancak hayatlarımızı seçme yeteneğimiz üzerine inşa etmekle kurtulabiliriz. Hayat ancak onun dışında bir şey tarafından anlama kavuşturulabilir çünkü ancak onun dışında bir şeye hayatımı bağlayabilirim. Ancak Mutlak İyi'ye bağlanmakla sonlu iyiliklerin önemi azalır ve varoluşun sorusuna cevap verebiliriz. Bu mutlak iyi Climacus'a göre Tanrı'nın diğer adıdır ve varoluşumuzun her ânının anlamlandırmak için hayatlarımızı bir bütün olarak Tanrı'yla irtibatlandırmamız gerekir. Heidegger bu kavşak noktasında Kirkegaard'dan ayrılmaktadır. Ona göre insan ölümü değerli bir imkân olarak anlamakla ve yaptığı her varoluşsal seçimde onunla karşılaşabileceğini bilmekle otantik (hâlis,sahici) ve bütüncül bir hayatı yakalayabilir. Heidegger, 'insan hayatının anlamı nedir?' sorusunun hayatın görmezden gelinemez önemde bir kısmını teşkil ettiği ve bu soruyla yüzleşmenin hayatın sonluluğunu kabul etmekle mümkün olabileceğini söylerken Kierkegaard'la uyuşur ancak bu sonluluğun ötesinde bir alan ya da Varlık fikrine katılmaz (Mulhall 1996) . Kirkegaard'a göre masumiyet her insanın sahip olduğu ve suç işlemekle yitirdiği bir kişilik özelliğidir. Masumiyet bir sıçramayla yitirilmiştir,niteliksel bir değişimle,birey tarafından seçilmiş bir günah işleme kararıyla. Kirkegaard masumiyeti kişinin kendisi ve çevresiyle barışık ve uyum içinde olduğu bir durum olarak tarif etmektedir. Masum ruh bir öz bilinçlilikle bir hiçe dönüşme ihtimalini fark eder. Bu bilinmeyen karşısında ego anksiyeteye kapılır. Masum kişi anksiyeteye âşık olduğu,sevdiği ya da arzu ettiği için kapılmaz, seçtiği için kapılır. Anksiyete özgürlüğün gerçekliğidir, bir şey ya da hiçbir şey olma özgürlüğünün. (Perkins, 1969). Kirkegaard'ın anksiyeteyi bir öğretmene benzetmesi gibi Heidegger de onu öğretici, kendine döndürücü bir imkân olarak değerlendirir. Anksiyete ona göre Dasein'ı düşmüş halinden ve 'onlar' arasında kaybolmuşluğundan kurtarabilir; anksiyete Dasein'ı kendisine geri döndürür, varoluşu kendisine dert edinen ve birey olmayı becerebilen bir varlığa. Dasein kendi varlığıyla yüzleşmekten kaçmak için günlük olayların ve nesnelerin içine de gömülmüş olsa mevcut hallerinin ötesindedir, onlardan başkadır ve asla evinde değildir. Anksiyete hiçliğin yakınlığını,kendi varlığının yok-varlığını bizzat üstlenmektir. 'Ölüm yönelimli varlık' özde kaygıdır ve ölümü ya korkuya ya da asaletli aldırmazlığa dönüştürerek bu kaygıdan bizi soyanlar aslında bizi hayatın kendisine yabancılaştırırlar (Steiner 1996). Heidegger'e göre anksiyete yokluğu ve sınırlılığı ifşa etmekte ve destekleri yıkılmış bir dünya açığa çıkarmaktadır. Ölümün varoluşsal gerçekliği insana kısa ve geçici olan varlığını tanıtır. Vicdan Dasein'ı kendi kaçınılmaz suçluluğu ile tanışıklık kurmaya davet etmektedir. Bütün bunlara rağmen insan sınırlılıklarının ötesine varmalı ve kendi varlığını olumlu hale getirmelidir. O bunu karar vermekle başarır...Gerçek ben karar vermekle geleceğe yönelir. İnsan son imkânı olan ölümün ışığında kendini değerlendirdiği ve bütün varlığıyla an içinde seçimde bulunduğu zaman benliği bütünlüğe kavuşur. Böyle bir ben, tam ve gerçektir (Magill 1971).

Seçmek

Seçmek, karar vermek önemlidir çünkü her evet için bir hayır vardır. Bir şeye karar vermek başka bir şeyden vazgeçmek demektir. Pişmanlık elden giden fırsatlar nedeniyle her karara eşlik edebilir. Karar almak acı verir çünkü imkânların sınırlılığını gösterir ve sınırlılık gerçeği varoluşsal anksiyeteyle başlıca başa çıkma biçimlerimizden biri olan 'özellik' düşüncemizi tehdit eder. 'Diğerleri sınırlamalara maruz kalsa da ben biriciğim, özelim ve doğa kanunlarının ötesindeyim' yanılsaması yara alır. Kişi karar vermek suretiyle imkânların sınırlılığıyla yüz yüze geldiğinde dünyadaki varlığının biricik olduğu efsanesi de sarsılır. Seçim yapma ya da karar verme, kişisel sorumluluğu ve varoluşsal yalnızlığı kabul edebilmeyi gerektirir. Karar yalnız bir edimdir, o bizim kendi edimimizdir, kimse bizim için karar veremez. Karar vermek kişinin bir ve biricik hayatını bir muhasebeden geçirmesini gerekli kılar. Bu yönüyle sorumluluk iki kenarı keskin bir kılıç gibidir : Kişi hayat durumunun sorumluluğunu kabul eder ve değişmeye karar verirse, geçmiş hayatındaki enkazın da sorumluluğunu tek başına üstlenmek ve hayatını çok önce de değiştirebileceği gerçeğini kendi kendisine itiraf etmek zorunda kalır (Yalom 1980).

Sonuç 

Van der Leeuw (1980) modern zamanların temel eğilimlerini şöyle özetlemektedir : 
1. Büyük bir bilgi seli altında kalan insanların bağımsız düşünme alışkanlığını terk etmeleri ve yüzeyselleşmeleri, insanların sessizlik, yalnızlık ve mahremiyetlerinin tehlike altına girmesi 
2. Toplumun temeli olarak ailenin rolünde değişiklikler, anneliğin giderek daha çok ihmal edilmesi 
3. Reklamların baştan çıkarıcılığının toplumda başat rol oynaması, çabuk tatmin olmanın özendirilmesi ve tam anlamıyla tatminin mümkün olduğu yanılsamasının yaratılması 
4. Heyecan,uyarılma,duyguların kısa patlamaları ve çabuk boşalma konusunda giderek artan bir arayış ve bunun, çocukların kollandığı, sıcak ve güzel duyguların geliştirilme çabasının yerini alması 
5. Toplumda uzun süredir durağan olan ölçütlerin kırılması ve bireyleşme yaşantısının önünün açılması.

Christopher Lasch (1979) ise buna 'narsisizm kültürü' adını vermektedir. Ahlâki rehberlik sistemi olarak ailenin çöküşü, çatışmalarla yüzleşmek yerine uzlaşmayı seçmek ve içgüdüsel tatminin tırmandırılması, 'narsisizm kültürü'nün saç ayaklarını oluştururlar. Kapitalizm ciddi bir kültürel/psikolojik yıkıma yol açmış ve kendimize yardım ya da kendimizi terbiye etme yetilerimizi yok etmiştir. Toplumsal baskılar egoyu işgal ettikçe, büyümek ve olgunluğa erişmek giderek daha müşkül bir hal almıştır. İmgeyle gerçeğin birbirine karıştığı bu dünyada gerçekliği düşlemden, gerçekte ne olduğumuzu tükettiğimiz ürünlerin bize olduğumuzu söylediği şeyden ayırmak zorlaşmaktadır ( Lasch 1979). Ve nihayet yaşadığımız çağa 'anksiyete çağı' adı verilmektedir. İçinde bulunduğumuz çağ bizi pek çok teknik ilerlemeyle buluşturdu ancak, iki dünya savaşı, soykırımlar, mülteci sorunu, işkence, yeryüzünün ve gökyüzünün kirlenmesi gibi sorunlar da bu çağın ikramiyesi oldu. Kollektif anksiyetenin ve ümitsizliğin girdabından, her bireyin kendi varoluşsal anksiyetesiyle teke tek yüzleşmesiyle çıkılabilir. Düşünürlerin, şairlerin ve bilim adamlarının birbirlerinin dilini anladığı bir dönüşüme ihtiyacımız var. Kendi varoluşunu anlamlandırabilen insanların dünyayı da anlamlandırabileceğini, kendi varoluşlarını ışıklandırabilenlerin dünyayı da ışıklandıracağını hatırda tutmalıyız...

                 
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş