VAROLUŞ VE ENDİŞE
Prof.Dr. Kemal Sayar
Ekim 2011'de, Kıbrıs'ta, Ulusal Anksiyete Günleri'nde yaptığım konuşmanın metni.
Endişe (bunaltı/angst/anksiyete) bizi cesarete yöneltir, çünkü diğer seçenek umutsuzluktur. Cesaret anksiyeteyi üstlenerek, umutsuzluğa direnir. Anksiyete semptomları, bildiğimiz dilin kelimelerinden daha gizli, daha güzel bir dilde konuşur. Hayatın erken dönemlerinde karşılaştığımız yoğun tehdit ve güvensizlikler bizi anksiyeteye daha duyarlı hale getirebilir. Ancak bütün bunlar, insanda zaten var olan, hayata daha endişeli bir biçimde tepki verme eğilimini besler.
Varoluşçu Psikoterapinin temel ilkeleri şunlardır:
1. Seçmediğimiz bir dünyaya fırlatıldık
2. Seçimler yapmak zorundayız, sonuçlar kesin değil ve bazı seçenekleri reddetmemiz gerek
3. Hayat kaçınılmaz bir biçimde ölüme doğru gidiyor
Unheimlich / Rahatsızlık kavramı varoluşçu terapide şu şekilde özetlenir:
Bu dünyaya fırlatılmış olmaya anksiyeteyle tepki veriyor değiliz
Anksiyeteyle bu fırlatılmışlığı fark ediyoruz
Anksiyete bizi çevreleyen sahte emniyetlerden sıyrılmamızı sağlıyor
Varlık ve yokluk, sahicilik ve sahici olmama arasında seçim yapmamız gereken zamanları gösteriyor.
Rollo May endişeyi şu şekilde ele alır;
Anksiyete varlığın merkezine karşı bir tehdittir : Yokluğun tehdidinin hissedildiği bir tecrübe.
Kişinin varlığı için temel saydığı değerlere yönelik bir tehdit endişeyi tetikleyebilir.
Anksiyete, benim kim olduğum bilgisinin temellerini sarsar.
Anksiyeteden kaçınmak için çoğu zaman kayıtsızlığa düşer, sorumluluk ve duyarlıklarımızı askıya alırız.
Varoluşçu Psikoterapi;
Terapi, iyileştirmek değil hayatın yaralarıyla cesurca yüzleşmektir.
Therapeuo : Hizmet etmek
Terapi : Bir bilinç çağrısı
Kişinin kendi içinde saklı olanı açığa çıkarması önemlidir.
Paul Tillich'e göre, Anksiyete 'varlığın muhtemel bir yokluğun farkına varmasıdır' ve anksiyete kaçınılmaz ve yok edilemezdir. Görüşleri aşağıdaki maddeler halinde özetlenebilir:
Ancak belirli sınırlar dahilinde özgürüz
Öleceğiz ve ölüm saatimizi bilmiyoruz
Anksiyete bize varlığın çelişkili doğasını ifşa eder: Özgürlük ve ölümlülüğün getirdiği ihtimallerin gerilimine atar.
Anksiyete çatışma içerir: Korktuğumuzu arzularız da.
Anksiyete öğretir: Kabullenirsek, imkanlarımızı gerçekleştirebiliriz. Anksiyete bizi sahte emniyet bağlarından kurtarır ve daha sahici bir hayat yaşamamızı sağlar.
Paul Tillich'e göre;
Varlığa yönelik tehditleri sadece onların kaçınılmazlığıyla yüzleşerek aşabiliriz. İnanmakla, kaçınılmaz olana teslim oluruz, Kendimizi bizden daha büyük, daha yüce olanın ellerine teslim ederiz. Mutlak olana teslim olmakla kesinliğe duyduğumuz ihtiyaç azalır. Tanrı'nın mutlak yetkesine teslim olmakla endişemizi bir esrar ve hayret duygusuna tahvil ederiz. İnsan iradesi ve çabası aşkın güce teslim olmakladır ki endişenin ıstırabından kurtulur.
Martin Buber'e gore, insan sadece onurlu bir şekilde ıstırap çekerse hayatın bir anlamı olur. Ancak cesursa ıstırap çekebilenler, hayatın derinliliğine, yoğunluğuna vakıf olabilir. Kişisel sorumluluğun olduğu yerde o sorumluluğun yerine getirilememesinden doğan bir suçluluk vardır. Varoluşsal suç, insan dünyaya meşru bir cevap üretemediğinde ortaya çıkar.(Buber, 1974)
Kierkegaard'ın felsefi takma adı Johannes Climacus'a göre kendimizi kandırmaktan ancak hayatlarımızı seçme yeteneğimiz üzerine inşa etmekle kurtulabiliriz. Hayat ancak onun dışında bir şey tarafından anlama kavuşturulabilir; çünkü ancak onun dışında bir şeye hayatımı bağlayabilirim. Ancak 'Mutlak İyi'ye bağlanmakla sonlu iyiliklerin önemi azalır ve varoluşun sorusuna cevap verebiliriz. Bu 'Mutlak İyi' Climacus'a göre Tanrı'nın diğer adıdır ve varoluşumuzun her ânını anlamlandırmak için hayatlarımızı bir bütün olarak Tanrı'yla irtibatlandırmamız gerekir.
Kierkegaard ve Mevlana'nın yolları bu kavşakta kesişir. 'Mutlak İyi'den ayrı düşüş, Mevlana'da bambaşka biçimlerde ifadesini bulur. Mevlana'ya göre, ney insan ruhunun metaforudur. Ayrılığın feryadı: İnsan ruhunun 'Asl'ından ayrılığıdır. Ney ayrılık acısıyla inler ve evi özler, Sevgili'ye kavuşmak için gün sayar. İnsan ruhu hep özleyiş, bir ayrılık duygusu içindedir. Hayatın içinde kayıp, ayrılık, keder veya pişmanlık olabilir; mühim olan kişinin bunlara nasıl direndiği, ıstıraba nasıl katlandığı ve her kayıptan ne kazandığıdır. Aşkın yolculuk, bedensel ve manevi benliğin manevi sınırlarını aşar; sınırların yok olduğu, kişisel kimliğin kaybolduğu, kişinin arzu nesnesiyle sınırlarını yitirdiği bir birlik halini simgeler. Ney, kalblerdeki varoluşsal boşluğu yankılar ve feryadıyla teselli ve ümit sunar. Mesnevi Tanrı'dan ayrı düşmenin yarattığı ayrılık anksiyetesinin eşsiz alegorisini içeren dizelerle açılır:
Dinle ney’den duy neler söyler sana,
Sızlanır hep ayrılıklardan yana:
Kestiler sazlık içinden, der, beni;
Dinler, ağlar: Hem kadın, hem er beni.
Göğsü, göz göz ayrılık delsin de bir,
Sen o gün benden işit özlem nedir.
Her kim aslından uzak düşsün: Arar;
“Asl” a dönmekçin bir uygun gün arar.
Anksiyete deneyimi kişiyi uyarabilir, yaşıyor olduğumuz ve çevremizdeki varlıklarla ilişkili olduğumuz bilincini sağlayabilir. Bunu da ancak bu deneyimden yepyeni bir anlam çıkarıp bu anlamı sahiplenebilirsek elde ederiz. Yeni bir anlam çıkaramadığımızda, anksiyeteyi tahripkar ve varlığa bir tehdit olarak yaşarız. Varoluşçu terapi, hayatı olduğundan daha iyi kılmaya çalışmaz. Anksiyeteyi dindirmeye çalışmak yerine, danışanlardan, onunla yüzleşecek cesareti göstermelerini ister. Danışanına, incinebilirlik ve kısıtlamalarının ne olduğuna dair yardımcı olmaya çalışır. Danışanın kendisini kandırmasını önlemek, hayatı bütün meydan okuma ve karmaşıklığı içinde kabullenmesini sağlamak ister. İnsan ölümü hep bir endişe olarak içinde gezdirir.
Ölüm Anksiyetesi şu şekilde özetlenebilir:
Dünyada evinde olamamak
Kimse bizim yerimize ölemez
Kimse bizi nihai olarak ölümden kurtaramaz
Ölüm her durumda benimdir
Ölüm paylaşılmaz, ayrı, tek bir deneyimdir : Her varlık sadece kendi ölümünü ölür
Varlık ölüme akar, ölüm yönelimlidir
Hepimiz ölümden saklanmak isteriz. Ona doğrudan bakmaya korkarız. Ölümden Saklanma Yolları şunlardır :
Ölüm bize uzak görünür
Öldüğümüzde nasıl olsa orada olmayacağızdır
Ölümü uzun ve derin bir uyku olarak görmek
Manevi ölümsüzlüğe inanmak (reenkarnasyon)
'Seküler ölümsüzlük' peşinde ölümlerimizi aşacak bir şeyler geride bırakmak: Çocuklarımız, bir sanat eseri veya kitap gibi…
Ölüm farkındalığı derin bir biçimde hayatı besler. Bizi hayatın her alanını değerlendirmeye iter. Ölümü dikkate almak, bizim için varlığı da dikkate almaktır. Heidegger'e göre, 'Ölüm yönelimli bir varlık olduğumuzun idraki; hayatlarımıza bir mana, bir duygu ve yönelim katar.'
Tek bir başlık altında incelenemeyecek olan anksiyetenin, doğal bir süreç dahilinde ve varoluşun bir parçası olarak gelişen kısmı olan normal anksiyete, onu yaşamak cesaretini gösterebilen kişide daha az hissedilmeye başlar. Kişi normal anksiyeteyi tattıkça ve onu felaketleştirmeden, yaşamının bir parçası olarak gördükçe duygusal savruluşları giderek azalacaktır. Öte yandan umutsuzluk hisleriyle dolan ve normal anksiyeteyi yaşamak cesaretini gösteremeyen kişi, nevrotik anksiyeteyi ve dolayısıyla psikopatolojiyi yaşamak zorunda kalacaktır. Ne yazık ki bu ikinci yolda nevrotik anksiyetenin giderek arttığı görülmektedir. Normal anksiyetenin, hayatın en temel gerçekliğine ve tehdidine karşı verilen duygusal bir tepki olduğu düşünülünce şunu anlayabiliriz; varoluşsal endişeler ve ölüm korkusu, normal anksiyetenin oluşmasına sebep olan bilişsel uyaranlardır. Yok olacağını bilmek, özellikle yok oluşu yakından gözlemlemek, sevdiklerinin ölümüyle birlikte yahut kendi yok olabilme ihtimalini hatırlatan travmatik bir olay yaşamak, bu normal anksiyeteyi tetikleyecektir. Gerçeği kabul etme cesaretini göstermek ve normal anksiyeteyi yaşamak kararını vermek, sonuçta kaçınılmaz bir olayın kabulüdür ve bilişsel olarak normalleştirilmesi de olacaktır. Oysa varoluşsal anksiyeteden kaçınmak için nevrotik anksiyete geliştirmek, aslında ünlü bir düşünürün de dediği gibi, yokluktan kaçmak için varlığı inkar etmekten başka bir şey değildir.
Peki varoluşsal anksiyete herkes için mi bu derecede rahatsız edicidir? Onun kaynağının, hayatın bir gün muhakkak sonlanacağı bilgisinden gelmesi, hiçbir insanın normal anksiyeteyi, onunla karşılaştığı o ilk anda yaşamak için iknâ olmasını sağlamaz. Yokluk, hiçlik, onu ilk defa farkeden her kişi için oldukça rahatsız edicidir. Henüz çok küçük yaşta kavramaya başladığımız bu kavramlar, aslında çocukluk çağımızda bizler için başlı başına travmatik birer neden olarak sayılabilirler. Yalom, henüz dil gelişimi yeni yeni başlayan bir çocuğun aslında ölmek, yok olmak ile ilgili bazı fikirler edinmeye başladığını ve normal anksiyeteyi henüz hayatın bu çok erken yaşlarında tattığını belirtir. Bir akrabanın ölümü, bir evcil hayvanın ölümü, daha kötüsü bir arkadaşın ve hatta bir ebeveynin ölümü, bize ölmek ve yok olmak endişesini ne yazık ki hediye eder. Ancak bu endişenin (normal anksiyete) hayatın ayrılmaz bir parçası olması sebebiyle yine de onu yaşamak cesaretini göstermekten başka çıkış yolumuz olmayacağını ilerleyen yıllarda anlayabiliriz. Çocuğun, yahut çocukluk döneminde bu aydınlanma deneyimlerini yaşayamayan yetişkinin normal anksiyete ile karşılaşana kadar varlığından son derece haz aldığı güvenlik duygusu, artık tehlike altındadır. Hayatta bundan sonra önüne geçilemeyecek, karşı konulamayacak bir yok oluş tehlikesi varlığımızın göreceliğini hatırlatmaktadır. Güvenlik hisleri giderek zayıflar. Şayet varoluş anksiyetesinin kabulü ve yaşanması ile birlikte kişisel değişim ve gelişim aşaması başlıyor ise bu güvenlik duygusu sağlam temeller üzerinde yeniden ve hatta eskisinden iyi bir şekilde yapılandırılabilinir. Bu defa güvenlik hissi, hiçbir şeyin, hiç kimsenin sonsuza dek güvende olamayacağı bilgisi üzerine kurulu olduğundan, mümkün olmayan amaçlar için uğraşmak ve daha büyük, nevrotik anksiyetelerle başetmek gereksinimi kalmaz. Aksi taktirde ise, yani kişi varoluşsal endişesini reddetmekte ve sarsılan güvenlik duygusunu onarmak için, varoluşsal endişeyi yaşamak yerine, hiçliği,-yokluğu inkar etmek yolunu seçmekte ise derinlerde bir yerde suçluluk hissiyle de dolar. Kişinin kendisine karşı söylediği yalan, varoluşsal anksiyeteyi inkâr, onda kendi başa çıkabilme gücünü küçük gördüğü için bir suçluluk uyandıracaktır. Güvenliği geçici olarak sağlama yollarını deneyen ve nevrotik anksiyeteden muzdarip olan kişi, artık omuzlarına bir de suçluluk ve özgüven eksikliği yüklerini de koymuştur. Birincil anksiyete olarak ölüm anksiyetesi her zaman kendisini apaçık bir şekilde belli etmez. Danışanlar çoğunlukla farkında olmadıkları yahut bastırdıkları ölüm anksiyetesini ikincil bir anksiyeteye çevirmişlerdir. Bu ikincil anksiyete kişi için daha az toksik olmakla birlikte kişinin ölüm anksiyetesi gibi görmekten şiddetle kaçınacağı bir anksiyete değildir. Sosyal fobi, spesifik fobi, agorafobi, obsesif-kompulsif bozukluk, panik atak gibi endişe rahatsızlıkları başta olmak üzere, depresyon ve distimi gibi duygu durum bozuklukları da ikincil endişeler veya bu ikincil endişelere verilen reaksiyonlar olarak görülebilinir. Danışan, derinde ölüm endişesine karşı bir savunma aracı olarak kullandığı bu yeni psikopatolojilerden müzdarip olarak yahut zaman zaman da direk birincil endişe olan ölüm endişesinin farkındalığıyla yardım almaya gelebilir.
Heidegger, varoluşun iki halinden bahsederken, varoluş gerçekliğini unutarak yaşamanın kişinin kendi ölümünün kesinliği ve gerçekliği ile yüzleşmekten endişe duymasıyla başladığını belirtir. Sonlu bir yaşamın korkutucu varlığı kişinin günlük yaşama ve bu günlük yaşamın olağan ritüellerine daha çok kaptırmasına sebep olur. Varlığının yegane temeli olarak kabul ettiği fiziksel birliğini tehlikede hisseden insan, ölüm anksiyetesini aşmak için günlük ritüellerine sıkı sıkıya bağlı kalır. En ince detaylarına kadar programlamaya çalıştığı tatilleri, iş gezileri, akademik programı, kısacası hayatı kişide kontrol edebilme yetisinin bir nevi garantisi gibidir. Kendisine varoluşunun sağlamlığını hatırlatacak ve ölüm endişesini unutturacak her türlü aktiviteye kendisini fazlasıyla bağlayan insan, ne yazık ki bu kompulsif varoluş biçimiyle yaşadığı anksiyeteyi gerçekte aşağı çekemeyecek, hatta aksine daha da çoğaltacaktır.
Yalom, derinde yatan ve günlük hayat içerisinde bastırmaya çalıştığımız ölüm anksiyetesini su üstüne çıkarabilecek derecede travmatik ve aydınlatıcı bir olayın, varoluşsal farkındalığı arttırdığını, bunun da kişisel birçok gelişimin öncüsü olduğunu belirtir. Yokluğun kabulü, varlığı anlamlı kılmaktadır. Freud'un sözlerine dayanarak yaptığı açıklamasında Yalom, haz alabilme yetisinin yaşanan deneyim karşısındaki engellerin büyüklüğüyle orantılı olduğunu, bu sebeple varoluşsal olarak en büyük engel olan ölümün, kişinin onu kabulüyle daha büyük yaşamsal hazlar verdiğini belirtir. Yokluğun kesinliğini ve yokoluş zamanının meçhullüğünü kabul etmek kişide yukarıda sıralanan olumlu değişikliklerin yaşanmasına vesile olacaktır. Bu açıdan bakıldığında anksiyete, gerek birincil ölüm anksiyetesi gerek de ikincil anksiyeteler olarak, kişinin önündeki en büyük engellerden biridir. Genel kabul, endişe duygusunun kişiyi hayatta tutacak bir duygu olduğu yönünde olsa da günümüze dek anksiyete, psikopatolojinin kaynağı gibi görülmüştür. Özellikle postmodern kültürde yegane amacın daha fazla haz almak, endişeden, üzüntüden ve sorumluluktan mümkün olduğunca uzaklaşmak olduğu düşünüldüğünde günümüzde varoluş gerçekliğini unutarak yaşama halinin neden bu derece yoğun olduğu anlaşılabilinir. Yoklukla yüzleşmekten kaçış o derece keskindir ki, artık sadece birincil anksiyeteyi değil, onun kişi tarafından kaldırılabilecek yeni formlarını, ikincil anksiyeteleri de yaşamak fazlasıyla ağır birer yük haline gelmiştir.
Kendi varlığının biricikliğine inanan kişi anksiyete ile baş edebilmek için, ona varoluşunun tek düzeliğini ve sıradanlığını hatırlatan uyaranlardan- yani diğer insanlardan, kendisini farklı görür. Benliğini yücelterek varoluşunu güçlendirdiğini ve yokluğa karşı bir zafer kazandığını düşünür. Farklı olduğu yönündeki düşüncesi sayesinde anksiyeteden uzaklaşarak aslında en ilkel savunma mekanizmalarından birini kullanır; inkâr, sadece varlığın mutlak yoklukla bir olduğunu reddetmek değildir. İnkâr artık daha da gerçek dışı bir gidişata sebep olmaktadır; anksiyete uyandırıcı hiçbir deneyim kendini yücelten, biricikleştiren kişinin yaşayabileceği bir deneyim olamaz. O, kendisine inşa ettiği güvenli surlar içerisinde, diğer insanların başlarına gelebilecek felaketlerden çok uzakta ve güvende olduğunu düşünerek endişesini bastırmaya çalışırken, aslında yokluğun kabulüyle özgürleşeceğini farketmez. Kendisini güvende tutmaya çalıştığı biriciklik surları içerisinde aslında farketmediği bir hapis hayatı da yaşamaktadır.
Biricikleşme, kendini ötekinden ayırarak, ötekinde gördüğü eksiklikleri ve sınırlamaları kendisinde yok olarak farz etme, kişinin zihni bir illüzyona kendini kaptırarak yaşamasından başka bir şey değildir. Güvenlik hissi tehlikede olan kişi, yeni olaya adapte olmakla ilgili şüpheler duyduğunda, derinde yatan özgüven eksikliğini gidermek için biricikliğini ilan eder. Kendisini sınırlamalardan ve eksikliklerden yoksun olarak farz ederek, ne karşısına çıkan bu yenilenme, değişme ihtimaline değer verir ne de kendisindeki eksikliği hatırlatan ötekine. Peşinde koştuğu ancak bir türlü bulamadığı mutlak güven hissini sağlamak için, kendi "mutlak kesinliği" ile yine kendisini "mutlak mükemmel" olarak ilan eder. Bunun apaçık bir nedeni, muhtemelen mutlak mükemmelliği oturtabileceği bir öteki yahut bir değerler bütünü ya da anlamlandırma yapısı olmamasıdır. Mutlak mükemmellik, kendi biricikliğini ilan eden kişi için büyük bir kalkandır zira bu mükemmelliği bozabilecek en büyük tehlike yok oluşun, yani ölümün kendisidir. Çaresiz bir çabayla kişi aslında yoğun varoluş anksiyetesi ile baş edebilmek için çabalamaktadır. Bir gün geleceğini hissettiği ve kendisinde var olan tüm sınırları, eksikleri hatırlatan "mutlak yokluk" a karşı elinde sadece mutlak mükemmeliyeti tutmaya çalışır. Yani amaçladığı ve ulaşamadığı her üç mutlakiyet arzusunun karşısında görmek istemediği ama üstüne gelmekte direnen mutlak yokluğa karşı bildiği tek yöntemle çabalar.
Varoluşsal anksiyete ile başa çıkmak için kendisine kurtarıcı bir figür seçmek, aslında birçok inanç sisteminde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. İnanç sistemlerinin merkezinde genellikle doğaüstü güçleri olan, mutlak kesinlik, mutlak güvenlik ve mutlak mükemmeliyet sahibi bir yaratıcı bulunmakla birlikte bazı durumlarda bu yaratıcının yerini yine aynı mutlak kesinlik, mükemmeliyet ve güvenliği sunan doğaüstü kanunlar bütünü alır. Varoluşsal anksiyeteyi azaltabilmede kısmen etkili olabilen bu yol, kişinin her şeye rağmen kendi yok oluşunun kesinliğini ve varoluşunun göreceliğini tam olarak farkedemediği durumlarda amacının tam zıttı şekilde işleyebilir. Birliktelik, bir müddet sonra asıl amaç haline dönüşebilir ve sadece bu ilişkinin bitmesi, yahut kişi tarafından idealize edilmiş varlığın kişiyi sevmemesi, terketmesi ihtimali bile yeni bir çeşit anksiyetenin var olmasına sebep olabilir. Yalnız kalma korkusu, bağımlılığı sürdürmek isteme ve sorumluluktan kaçma davranışları bu sebeple görülmektedir.
Ben şimdi sizlerle paylaşacağım şu şiiri, Hafız'ın asırlar öncesinden yankılanan bu sesini, bir terapi olarak görüyor ve tavsiye ediyorum;
Kaybolan Yusuf döner Kenan'a bir gün; gam yeme
Gör şu mahzun ev olur tekrar gülistan; gam yeme
Ey gönül, işler düzensizlikten elbet kurtulur,
Dertliler kalmaz perişan böyle her an; gam yeme
Gerçi birkaç gün felek sapmış gider, hep ters yöne
Her zaman arzuna dönmez çünki devran; gam yeme
Bülbülüm, kırlarda tekrar taht kurarsın, gün gelir
Tek ki sağ kal, kopmasın ömrün bahardan; gam yeme
Sel götürmüş yıkmış varlığın mahveylemiş
Nuh eğer kaptansa, korkma olsa tufan; gam yeme…