Kemal-Sayar-Urun-Resim_568-600X450.jpg

TERAPİYE DAİR ELEŞTİRİLER

Ernesto Spinelli den çeviren Klinik Psikolog Gözde Demirelli

"Demystifying Therapy (Terapi üzerindeki gizem perdesini aralamak)" kitabı yazarı Ernesto Spinelli, kitabının ilk bölümünde yer alan "Terapiye dair eleştiriler" adlı kısımda şu sorulara cevap arıyor:

  • Terapinin üzüntüyü azaltmak ya da bunu sağalmakta etkin olduğuna dair bir bulgu var mı?
  • Terapinin üzüntüyü azaltmak ya da bunu sağalmakta, en az terapi dışındaki diğer etkinlikler kadar, tesirli olduğuna dair bir bulgu var mı?
  • Terapinin etkin olmadığına ve insanlara zarar verdiğine, kişilerdeki üzüntüyü arttırdığına ya da sürdürdüğüne dair bir bulgu var mı?

Terapiye dair en sert eleştiriler (Eysenck & Wilson, 1973; Masson, 1984, 1988; Gellner, 1985), psiko - analize yoğunlaşmakla birlikte, terapötik uygulamanın temelini oluşturan ve çoğu kuramda var olan belirsizlik, bilimsel kanıt - titizlik eksikliği ve olası hatalara dair ciddi itirazlara yol açmıştır. Bazıları terapinin; hem din adamında (terapisti kastediyor) hem de cemaatte (danışanları kastediyor) mutlak güveni gerekli kılan, dinin güncel bir türü olduğunu savunur ve bu yüzden tarafsız eleştiriye, ölçüme ve bilimsel olarak çürütülebilirliğe kapalı olduğunu ifade eder. Diğerleri, en azından bazı terapi türlerinin bilimsel araştırmaya açık olduğunu kabul ederken, terapinin etkisiz veya iddialarını kanıtlamakta başarısız olduğunu savunur. Bir diğer grup ise, terapiye sosyo - politik bakış açısından saldırırlar, terapinin 'insan mutsuzluğunun asıl sebebinden dikkati başka bir yöne çekerek, özellikle bir yatıştırıcı gibi kullanılabileceğinden bahsederler (Holmes & Lindley, 1989:13), terapinin insanları alçaltarak, gizem kullanarak ve onları şekillendirerek toplumsal olarak kabul edilmemesi gereken durumları kişisel olarak kabul edilebilir hatta kucaklanabilir bir hale getirdiğini savunurlar.

Ernesto Spinelli'ye göre; eğer, var olan durumuyla terapi kusurluysa, önümüzde iki seçenek vardır; ya ondan vazgeçip onun taahhüt ettiğini gerçekleştirecek başka kurumlar arayacağız ve böylece onun yetersizlikleri ve tutarsızlıklarından kurtulmuş olacağız ya da hem terapinin sunabildiği hem de terapinin taşıdığı düşüncesizce, yanıltıcı, muhtemelen yıkıcı ve suistimale açık varsayımları açıklayarak onlardan kurtulmaya veya en azından etkilerini azaltmaya çalışacağız. Bu zamana kadar terapinin yerine konabilecek herhangi bir kurum bulunamadığı (Masson, 1993) için, yazar terapinin gücü, sınırları ve tehlikeli noktaları üzerine odaklanmıştır.

A. Terapiyi Dine Benzeten Eleştiriler

Halmos (1965)'a göre terapi; terapistlerin önemli bir bilimsel temele dayanması yerine, terapinin yararlı olacağı 'inancı'na bağlıdır. Halmos, terapinin iyi ile kötü arasındaki savaşın; ruhsal sağlık ve ruhsal bozulmaya dönüştüğü, dinin laikleştirilmiş bir türü olduğunu iddia eder.

Rieff (1979), terapistin kendi değer sistemini terapötik ilişkinin merkezinde kabul eder (Holmes & Lindley, 1989: 119). Ona göre, terapi bir tür ahlaki pedagojidir ve terapistler de, kendi gizli ahlaki mesajlarını bilimsellik kisvesine saran modern din adamlarıdır.

Rustin & Rustin (1960)'e göre, terapi; kişisel tecrübeyi araştırmaya önem veren, insanlık dinidir. Dr. Kenneth Calestro, bu konuda daha karşıt bir bakış açısı sergileyerek; psikoterapinin insan kültürünün her köşesinde artmış olan yeni - dinsel ve mucizevî uygulamalara ait uzun süreli geleneğin bir ürünü olduğunu, acı bir biçimde, gözlemlediğini ifade etmiştir (Calestro, 1972:83).

E. F. Torrey (1986), terapistleri, Batılıların aşağılayıcı bir biçimde etiketledikleri gibi; 'kabile büyücüsü/büyücü hekim'le karşılaştırır ve çakışan bazı noktaları sıralar: bulgu alma, tutum ve davranış değişimi, iç görü, gelişmiş kişilerarası ilişkiler ve gelişmiş sosyal verimlilik (Torrey, 1986).

Bu tür görüşler, bazıları için ilgi çekici gelse de ve araştırmak için bazı merak uyandırıcı olasılıklar içerse de; bunların yararlı oldukları kadar, yanıltıcı olmaları muhtemeldir. Ernesto Spinelli, bu konuda tamamen Holmes & Lindley'e katılır; onlar psikoterapiyi, terapinin din ile olan olası yankılarından yola çıkarak yeniden yorumlama çabasının, analitik psikoterapiyi biricik kılan, meselenin özünü kaçırdığını ifade ederler (Holmes & Lindley, 1989: 122 - 3).

Terapi ile din arasında olası bağlantı ve iletişim noktaları olmasına ve bunların takip edilmeye layık olmasına rağmen; ikisinin de, alternatif veya rakip sistemlerle paylaşabileceği herhangi bir durum kadar, tanımlayıcı özellikleri, kendine has temel vurguları ve ilgileri de vardır.

Mair, terapinin insanlar için önemli olabileceğini kabul etse de, terapinin etkili olmasının temelde kullandığı kuramlara ve yöntemlere bağlı olmadığını ve bunlara karşı aşırı bir kör inancın terapistin hastalarına yardım etme becerisine engel olacağını savunur (Mair, 1992:135). Ayrıca tüm toplumların, yararlı müdahaleler yürütmek için erdem, otorite ve yetenek sahibi bazı kişileri 'şifacı' olarak belirlediklerini ifade eder. 'Adeta tıp gibi, psikoterapinin de bilgiye dayalı olduğu bilinir. Belki de, adeta seksen yıl önceki tıp gibi, psikoterapinin temeli de bilginin efsanesi /söylencesine dayalıdır' (Mair, 1992:136).

B. Sosyo - Politik Eleştiriler

Phillida Salmon; psikoterapinin sosyal yapıları içsel duygulara dönüştürdüğünü ayrıca somut, politik veya kültürel gerçekleri psikolojik açıdan analiz ettiğini - çoğu zaman normal dışı saydığını ifade eder. Ona göre; psikoterapi içsel olayların önceliğini tasdik etmiş fakat sosyal ve kültürel yapıların gerçekte kişisel deneyimleri etkilediği gerçeğine pek fazla eğilmemiştir. Psikoterapistlerin sorununun; sosyokültürel gerçeklerin anlamlarını açık bir biçimde ifade etmek için, yaptıkları işe dair bir dil yoksunluğu olduğunu ifade eder. Ona göre, diğer önemli bir sorun; var olan kavramsal dağarcığımızda, psikoterapinin kendisini sosyo - kültürel bir iş olarak tanımlamanın uygun bir yolu olmadığıdır (Salmon, 1991:50).

Bu görüşü takiben, David Pilgrim, 1960'ların ortasından 1970'lerin ortasında kadar terapinin ruhsal sağlık alanın sarsılmaz doğruluğuna karşı durduğunu ayrıca ilerici, hatta köktenci (radikal) sosyal hareketlerle taraf olduğunu ve onları bilgilendirdiklerini, artık durumun böyle olmadığını ifade eder. 'Artık profesyonel meslek olarak sunulan, ayırıcı bir biçimde, seçkinci ve kişisel çıkarcıdır'(Salmon, 1991:50).

Pilgrim kendi sosyal çevrelerinde geçerli olan hareketleri yeniden yorumlayan, eksilten ve bunları (nevrotik) bireysel dürtüler içeren olaylara dönüştüren 'Psikolojik İndirgeme' biçimlerini kullanma eğilimini eleştirir. Örneğin, Chasseguet - Smirgel & Grunberger (1986), sendika aktivistlerinin otorite sorunları olabileceğini, devrimcilerin ise 'Kadiri mutlak çocuksu takıntı (omnipotent infantile fixation)'dan muzdarip olabileceğini savunurlar. Daha geniş bir açıdan bakıldığında, bu tür yaklaşımların sisteme ait parçaların geçerliliğini değerlendirirken hem dar çerçeveden soyutladığını hem de 'psikolojik olduğu' varsayılan tüm değişkenleri dışlayan bir tavır içerisinde olduğunu savunurlar. Örneğin, bu yolla, 'söylem (discourse) … ruh sağlığıyla ilgili sosyal politik kararları çocuk bakımı ile ilgili psikolojik değerlendirmeye (özellikle annelik) ve sosyal sınıflar tarafından türetilmiş sınai çatışmaları ise küçük ve büyük gruplar arasındaki çatışmaya indirgemekle özdeşleşmiştir' (Pilgrim, 1991: 53).

David Smail (1991)'e göre; terapistler temel bir ikilem ile karşı karşıyadırlar. Acının kaynağına ait açıklamalar genellikle maddiyatçı dünyadan bahseder. Fakat evrensel iyileştiren güçlerin tamamen psikolojik olan terapötik çalışma formülüne dönüştüğü savı … Pilgrim'in 'Psikolojik İndirgemecilik' dediği şeye sebep olur: hakiki güçsüzlük, güya sosyal beceriler veya stresle baş etme eğitimleri ile iyileştirilen kişisel yetersizliklere dönüşür- veya tam tersine sosyo - politik üstünlükler, içsel güç olarak yorumlanır (Salmon, 1991:51).

Daha aşırı görüştekiler, terapinin sosyal ihtilafı bastıran ve sosyal uyumu savunan bir araç olduğunu iddia eder. Onlar terapinin, ayrıcalıklı sınıflara sorunlarını inceleme ve bunlarla başa çıkma şansı veren, insan ruhunu geliştiren; kısacası günümüz Batı toplumunda var olan grup ayrıştırmalarından; sınıflar, kültürler, ırklar, cinsiyetler, farklı cinsel yönelimdeki üyeler arasındaki acımasız ilişkileri güçlendiren bir tür kocakarı ilacı olduğunu ifade ederler. Ayrıca onlara göre; insan mutsuzluğunun asıl sebebi temelde psikolojik değil de, sosyo - politik olduğu için, terapinin yanıltıcı vaatlerde bulunduğunu; böylece tüm terapilerin aslında sunabileceği yegane şeyin 'sessiz umutsuzluk' içinde yaşanan uyumlu, kabullenici bir hayat olduğunu iddia ederler.

Spinelli'ye göre; her türlü ruhani rahatsızlığın yegâne sebebinin sosyal güçler olduğunu varsaymak hatalı olur. Aynı sosyal gruptan insanların hayatlarında farklı seviyelerdeki rahatsızlıklarla veya çözülmeyle karşılaştıkları düşünülürse, işin içinde başka psikolojik güçler olduğunu iddia eder.

Spinelli'ye göre; bu eleştirilerle ilgili olarak terapinin, (hepimizin kendi kişisel ve toplumsal ilişkilerimizle dünyamıza kattığımız) 'içsel dünya'ya - anlam, mantık ve hayal dünyasına - önem verdiği gerçeğiyle bu bölümü sonuçlandırmak uygundur. Terapi; insanın daha fazla sorumluluk, (kendine ve başkalarına karşı) hoşgörü ve saygı ile dolu olmasını sağlayacak şekilde, özerkliği ve farkındalığı geliştiren zihinsel ve davranışsal değişim olasılığına kapı aralar.

Spinelli, bu konudaki tartışmalarda hem bizi birleştiren hem de ayrıştıran (kendisinin de terapist olarak takip ettiği bakış açısı olan) varoluşçu yaklaşıma sahip olmak gerektiğini savunur. Yazara göre, terapi daha uygun analizler ve çözümlemeler denenecek şekilde bir işlevden bahsedebilir fakat terapinin sosyal sorunları azaltan ya da ortadan kaldıran yegane araç olduğunu düşünmek hem basit hem de tehlikeli bir bakış açısıdır. Terapi, Spinelli'ye göre, değişimin azmettiricisi veya sebebi olmaktansa, değişim olasılıklarının kabulüne ve açıklığa kavuşmasına yönelik bir araçtır.

Ayrıca terapistler (muhtemelen kendi kurumlarına anlam vermek için) değişimle terapiyi eşit kılarak değişime önem verme tuzağına düşerler. 'Değişim her zaman kişisel ve toplumsal yarar için midir?' diye sorar Spinelli. Bu tür bir görüş, terapistle danışan arasındaki ilişki olasılıklarına sınırlar ve kısıtlamalar koyar- ki Spinelli'ye göre, bu sınırlar terapötik süreçteki güç etkilerini önemli derecede şiddetlendirip, istemeyerek de olsa, hem aleni hem de gizli çeşitli suistimal türlerini teşvik edebilir.

C. Devlet tarafından karşılanan ya da maddi yardım sonucu gidilen terapilere karşı çıkan görüş

Başka bir görüş açısı, terapinin günümüz toplumunun önemli bir parçası haline geldiğini ve bu yüzdendir ki, sadece bunu maddi olarak karşılayabilenlerin değil, tıpkı İngiltere'deki Ulusal Sağlık ve Eğitim Sistemi gibi halk tarafından karşılanması gerektiğini savunur.

Amerikan Psikiyatri Birliği'nde terapist ve üye olan Thomas Szasz, halk tarafından finanse edilmiş terapinin en ünlü eleştirmenlerinden biridir. Tıpkı psikiyatri gibi, terapi de devlet kontrolünün altına girerse, zorlayıcı ve eşitlikçi olmayan kurumlara dönüşürler (ya da en azından bu riski taşırlar), ve terapi bireylerin çıkarı yerine devletin çıkarını kayıran ahlaki değerlerin vurgulandığı önemli bir makineye dönüşmeye ve insanlara eziyet etmeye başlayabilir (Szasz, 1974b). Szasz'a göre; terapi devletin 'normal dışı'nı (genellikle psödo - tıp dili ve tanısal terimlerle) tanımladığı ve eziyet ettiği bir araç haline gelebilir. Geçmişte, bu tür 'normal dışı'nı; büyücüler ve dinsel kâfirler oluştururdu. Günümüzde ise; şizofrenler, uyuşturucu kullananlar, eşcinseller ve çocuklarını tek başına büyütmeye çalışan ebeveynler (Szasz, 1974b, 1992b) oluşturmakta.

Szasz'a göre, psikiyatristler ve terapistler devletin temsilcileri ve çalışanları haline geldiklerinde, ya devletin müttefiki olacak ve böylece 'normal dışı'na eziyet edeceklerdir ya da 'normal dışı olanlarla' müttefik olup kendilerine sorumsuz veya 'serseri' damgası yiyeceklerdir. Szasz, yalnızca devletten bağımsız kalarak, hem terapist hem de danışanın korunacağını savunur. Szasz'ın ortaya attığı ciddi bir iddiadır. Kurumsallaşmış terapinin bazı bireyleri sindirdiğini gösteren yeterli kanıt bulunmaktadır (Lang, 1967; Masson, 1988; Breggin, 1993). Fakat Spinelli'ye göre, bu konuda sorulması gereken soru şudur: Devlet tarafından desteklenen terapi kaçınılmaz surette insanlara eziyet mi edecektir?

Spinelli, Szasz'ın bu sonucun kaçınılmaz oluşuna, aşağıdaki nedenlerden dolayı tamamıyla ikna olmaz;

  1. Spinelli'ye göre devlet tarafından desteklenen terapiyi savunanların çoğu (bu grup hem terapist hem de tıp mesleğinin üyelerini içerir) bireylerin eziyetine, suistimal edilmesine ve yanlış tedavi görmelerine yol açabilecek tıp kökenli kuramsal önyargıların farkındadır ve bu durumlar onları da kaygılandırır. Aynı zamanda bu gruptakiler, devlet tarafından karşılanan terapinin, hem tıbbi teşhis ve tedaviye karşı faydalı bir tamamlayıcı olduğunu, hem de bu tür önyargılar ve sonuçlara karşı bir tedbir olduğunu düşünürler.
  2. Spinelli kurumsallaşmış tıbbi işletmelerin, 'normal dışı' tanımına yeni sınıflamalar eklemek isteyenlerin her zaman hizmetinde olmadığını ifade eder. Tavsiye ile zorlama arasındaki farkı ayırmak gerektiğini ve bu tür ayrımların, devlet tarafından karşılanan terapinin, en baştan itibaren kuruluşunu veya genişlemesini kontrol eden kuralların içine dâhil edilebileceğini savunur.
  3. Spinelli de, tıpkı Szasz gibi, terapinin sosyal baskıyı veya politik haklarından mahrum etme durumunu azaltacağına ya da bunu ortadan kaldıracağına inanmaz fakat insanın yaşam deneyimini keyifsiz kılan ve zayıflatan ilave bazı değişkenleri ortaya çıkarabileceğini iddia eder. Sonuç olarak; Spinelli, toplum tarafından maddi olarak desteklenen terapinin tehlikeli ve gereksiz bir gelişme olduğunu savunan Szasz ile aynı görüşte olmadığını ifade eder. Özellikle, bireysel muayene ücretlerini karşılayamayan kişiler için ciddiye alınması gereken, geçerli ve uygun maliyetli bir seçenek olduğunu öne sürer (Holmes & Lindley, 1989).

D. Cinsiyet - Odaklı ve Farklı Kültürlere dair eleştiriler

Terapiye dair feminist görüşten sayısız eleştiriler, terapinin - kadın terapistlerce uygulandığında dahi, hipotezinin ve pratik uygulamalarının birçoğunun ataerkili ve ataerkil eğilimlerle kaynaştığını ifade eder. Spinelli bunun da terapinin başka bir engellenemez ve çözülemez ikilemi olup olmadığını sorar. Fakat ona göre, bu bir ikilem değildir. Modern feminizm, ataerkil toplumun eleştirilerinin hız kazanmasına ve açığa kavuşmasına, 1970'lerde gelişmiş olan 'bilinç - artırma' grupları sayesinde ulaşmıştır. Bu grupların gerekçesi ve uygulamaları terapötik kuramlara ve yöntemlere dayanmıştır, kendine meydan okumaya, ciddi farkındalığa ve artan özerkliğe yol açan güçlü bir araç olmuştur. Bunlar da, çoğu kadının kendi kişisel ve halkla ilişkilerinde aldığı rolleri daha dürüst bir biçimde değerlendirmesine, bu rolleri sorgulamasına ve bunlara meydan okumasına ve bu rollerin tümünü ya da bir kısmını değiştirmek için bir yol bulmaya çalışmasına imkân tanımıştır.

Terapinin farklı sosyo - kültürel durumlara uyum sağlayıp sağlayamayacağı ya da Batı çevrelerinin ötesinde, geçerli bir kurum olarak taahhüt ettiğini sunarak bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği sorusunun cevabı önemli bir biçimde cevaplanmamış olarak kalır. Çünkü, birçok farklı kültürde farklı biçimlerde ve önem derecesinde var olmasına rağmen, terapinin o kültürlere ait içten algılanan kaygılarına ve ikilemlerine yönelik geçerli ve becerikli bir tepki olduğu için uygulanıp uygulanmadığı ya da Batılı ülküler ve emeller, moda tarzları, müzik, sinema ve televizyon gibi popüler sanatlar ve en iyi şekliyle Batılı tarzda bir tür terapi yoluyla araştırılabilinecek 'Batılı nevrozlar'ı benimseyerek, bu kültürlerin artarak 'Batılılaşma' eğilimini teşvik eden ve bir ölçüde gerçekleştirmesine yol açan önemli bir araç haline dönüşüp dönüşmediği belli değildir.

Örneğin, İngiltere'de terapistlerin aynı kültürün temsilcisi olduğu sürece terapinin itibar, kabul gördüğü gözlemlenir. Bu görüşe göre, ancak aynı kültürden terapistlerin, danışanlarınca kendilerine getirilmiş farklı konuları ve kaygıları anlayıp bunlarla başa çıkabilecekleri fikri hâkimdir. Buradan yola çıkarak, İngiltere'deki beyaz ırklılar, 'Siyahî Terapi' veya 'Afro - Karayipli Terapisi' veya 'Asyalı Terapisi' gibi durumlardan bahsetmişlerdir. Bu da, terapötik karşılaşmaların cinsel tercihe (örn. Eşcinseller için eşcinsel terapist), dini görüşe (örn. Hristiyan terapi), veya cinsiyete (örn. kadınlar için kadın terapist) veya yukarıdaki herhangi bir bileşime göre (örn. Eşcinsel Asyalı Hristiyan Terapi) ayrıştırılmasını savunan hareketlere yol açmıştır. Bu tür hareketlerin altındaki mantık sorgulanmaya açık olsa da, baskın kültür tarafından henüz kültürel açıdan farklılık gösteren bir topluluğun tanınmadığı ve kabul görmediği İngiltere'de, bu hareketlerin altında yatan dürtü kısmen anlaşılabilir. Bir yandan bu tür görüşler; Batının diğer kültürlere karşı genişleyen kültürel sömürgeciliğine dair özellikleri, mikro kozmik bir biçimde ortaya atan, olası kültürler - arası önyargıları ve kuramları ortadan kaldırmaya veya sınırlandırmaya yol açar. Ayrıca bu görüşler, terapötik ilişkiye sızarak bireysel farklılıkları veya muhalif görüşleri inceleme şansını engelleyen pek çok olası kültürler - arası önyargıları sergilemek ve tartışmak açısından önemlidir.

Spinelli, terapistle danışan arasındaki pek çok benzerlikten yola çıkarak ayrım yapılan terapötik karşılaşmalarda, danışanlara zararlı olan, benzer eğilimlerin meydana gelme olasılığı yok mudur diye sorar. Terapi kolaylıkla standart düşüncenin ve davranışın dayatıldığı bir araç haline dönüşebilir, ve bir grup veya kültür, terapi yoluyla, başka bir grup / kültüre kendi görüşlerini ve ahlaki değerlerini dayatmaya çalışırken, terapötik sürecin 'düşünce reformu'na veya farklı türdeki 'doğru' düşünce ve uygulamalarının telkinine benzeştiği bir sürece yaklaşmaz mı? diye merak eder Spinelli. Ona göre, tabii ki bu, ayrıştırılmış terapinin tamamıyla hatalı olduğunu göstermez fakat olası tehlikelerden de arınmış değildir.

Spinelli, terapiye karşı iki önemli eleştiriden bahseder. Bunlardan birincisi, Jeffrey Masson (1988)'ın ifade ettiği gibi terapötik ilişkideki gücün düzensiz dağılımıdır, ki Masson'a göre bu durum çözülemez ve sonunda terapiyi kaçınılmaz olarak suistimal eden bir kuruma dönüştürür. İkincisi ise, terapinin bilimsel temelini sorgulayan eleştirilerdir.

TERAPİNİN BİLİMSEL ELEŞTİRİLERİ

Bu konuyla ilgili, eleştirmenleri ve araştırmacıları iki ana konu ilgilendirir. Birincisi, terapinin bilimsel konumuna ait meseledir. İkincisi ise, terapötik müdahalelerin - olumlu, olumsuz veya göz ardı edilebilen - etkilerini inceleyen 'sonuç' araştırmalarıdır.

A. Terapinin bilimsel temelini sorgulayan eleştiriler

Bu konuyla ilgili ilk araştırmalar, herhangi bir basit ya da anlaşılır sonuçlara varmakta bir sürü zorluk çekildiğini ortaya koymuştur. Öncelikli olarak, hali hazırda çok çeşitli terapilerin var oluşu kafaları karıştırmıştır. Terapinin çoğu eleştirmenleri özellikle Psiko - analizin bilimsel konumu üzerine odaklanır (örn. Farrell, 1981). Psiko - analizin çok farklı çeşidi olduğu için (örn. Freudyen, Jungyen, Kleincılar, Amerikalı ve İngiliz nesne - ilişkileri kuramları, Lacancılar vb.) Psiko - analiz sanki birleştirilmiş bir araştırma alanı gibi düşünmek yanıltıcı olabilir. Ne de olsa, hepsinin kuramsal ve uygulamaya dair farklılıkları vardır ve hepsinin içinde kendi savlarını ve uygulamalarını geliştirmeye yönelik değişik vurgular söz konusudur. Terazinin diğer ucunda, bilişsel - davranışçı terapiler; akademik, deneysel odaklı psikolojideki baskın eğilimlerin doğrudan uygulamalı dalı olduklarını iddia ederek, en az bilimsel meydan okuma ile karşılaşırlar. Bu iki aşırı uç arasında ise insancıl (hümanistik) terapiler yer alır, bilimsel konumlarına dair eleştirilerden muaf olmasalar da, bilimsel araştırmada istatistiğe yönelen, sayılara dayanan deneysel yaklaşımlara dair eleştiri geliştirmişler, en azından başlangıçta, niteliğe yönelen ve tarafsız ölçüm yerine öznel deneyimi inceleme ve açıklamaya dayalı bilimsel araştırmanın gelişmesine büyük katkıda bulunmuşlardır (Shaffer, 1978).

Bilimsel değerlendirme birçok şekilde yapılabilir. Bilimsel konumuna dair, en çok dile getirilen eleştiriler; terapinin özellikle, çeşitli değişkenleri soyutlayan ve onların etkilerini aşırı derecede yönlendirilmiş koşullar altında incelemeye çalışan laboratuar - odaklı araştırmalarla ortaya konan, sayısal ve tekrarlanan denetimli araştırmalara dayalı, deneysel sonuçlara ait tutuma bağımlı kalmış ve bu tutum tarafından hükmedilen bir bilimsel görüşün yandaşı olduğuna dairdir (örn. Eysenck, 1952, 1983). Bu tür bir görüşün değeri ve faydaları belli de olsa, bunların bilimsel araştırmayla uğraşırken kullanılacak, kabul edilebilen veya uygun olan yegâne yöntem olduğunu ifade etmek bambaşka bir şeydir. Bu araştırma türlerinin; var olan sonuçların doğasına, niteliğine ya da önemine ciddi sınırlar koymadan, terapötik süreç gibi değişkenlere dair karmaşa yaşanan bir alana yaklaşabiliyor olması şüphelidir.

Çoğu bilim insanı için, bir kuramın bilimsel sayılması için en önemli ölçüt; onun aksinin ispatlanabilmesidir. Psiko - analiz çoğu zaman aksi ispatlanamayan ve bu yüzden de bilimsel olmayan bir kuram olarak diğerlerinden ayrılmıştır (Popper, 1960). Fakat bu kanıya, sadece psiko - analizi savunanlarca değil (Edelson, 1984) aynı zamanda psiko - analizi ciddi bir biçimde eleştiren kuramcılar tarafından da başka sebeplerden dolayı itiraz edilmiştir (Grünbaum, 1984). Maalesef, Psikanalistler tarafından eleştirmenlere fazlaca koz verilmiştir. Örneğin, Freud'un kendisi kendi kuramına dair eleştirilerin çoğunun eleştirmenlerin mantığına değil de ruh haline bağlı olduğunu iddia etmiştir (Freud, 1925). Bu görüş pek çok farklı biçimde sürmüştür, hatta esaslı eleştiriler bertaraf edilmiş ve değerlendirilmemiş ve eleştirmeninin patolojisi öne sürülerek 'mazur gösterilmiştir'. Jeffrey Masson'un Freudyen psikanalizin bazı özelliklerine dair eleştirileri, psikanalitik kurum tarafından bu şekilde üstesinden gelinmiştir (Masson, 1992). Spinelli'ye göre, söylenen bir şeyi sadece kimin söylediğiyle ve eleştiriyi yapanın kişiliğiyle özdeşleştirerek bertaraf etmek en hain türden zihinsel faşizmdir.

Spinelli, terapinin tümü aksi ispatlanamayan kuramsal varsayımlara mı dayanır diye sorar. Terapinin bazı yaklaşımlarının - tamamıyla ya da bir kısmının - aksi ispatlanamayan kuramlara dayalı olduğu tespit edilse dahi, terapinin kuramsal desteklerinin aksinin, zaruri olarak, ispatlanamayacağına dair görüşün temeli yoktur. Çoğu aşırı uçtaki eleştirmene göre, terapinin bilimsel durumuna dair soru tatmin edici bir biçimde cevaplanamaz. Diğerlerine göre ise - eleştirmenler ve yandaşlar - yeterince çözümlenmiştir çünkü onlar için asıl soru terapinin bilimsel olup olmadığı değil, ruhani bozukluk, ızdırap ve acıyı azalttığı ya da giderdiğine dair iddialarını gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir.

B. Terapinin faydası üzerine eleştiriler

a. Fayda nasıl ölçülüyor?

Bu konuyla ilgili çoğu araştırma, tedavi veya sonlanım çalışmaları yani terapötik müdahalelerin (tarafsız) elle tutulur (olumlu ya da olumsuz) etkilerini savunan ya da buna karşı olan bulgularla ilgilidir. Yine, bu tür çalışmalardan elde edilmiş bulguların sınırları ve zorluklarıyla karşılaşırız. Örneğin, bu sonuçlar nasıl ölçülecektir? Terapinin faydalı etkilerine dair danışanın yanlı deneyimi, terapinin tesirine ait uygun bir 'ölçüm' müdür? Danışanda sayısal analize açık olan, bazı gözlemlenebilir veya ölçülebilir değişiklikler mi olmalıdır? Eğer terapi sonrasında davranışsal belli bir değişim yoksa, bu mutlaka terapötik süreçte bir hata anlamına gelir mi?

Terapi için terapistin koymuş olabileceği hedefler veya amaçlar hem değişebilir hem de deneysel araştırmaya iyice yatkın olmayabilir. Örneğin, Freud kendi yönteminin olanakları arasında, insanlara 'sevme ve çalışma' becerilerini artırmaya veya 'histerik ızdırabı genel mutsuzluğa çevirme'ye olanak tanımayı görüyordu (Freud & Breuer, 1895). Owen 'görüşmelerin amacı, danışanlara bir uzmanın yanında, sorunlarını açabilecekleri mekânı tanımaktır. Terapistler kendi dertlerini, ihtiyaçlarını bir tarafa koymalı ve 'içe dönük' olmalıdır ki danışanlar istedikleri kadar konuşsunlar ve zamanlarını istedikleri gibi kullansınlar (Owen, 1993a:15)' der. Terapinin tesirine dair bilimsel değerlendirme, herkesin bildiği gibi, zor bir kurumdur ki, en azından şu ana kadar ender güvenilir ve geçerli sonuçlar ortaya çıkmıştır. Kline (1984), psiko - analitik terapinin etkisiyle ilgili mevcut araştırmaları titizlikle inceledikten sonra, 'psikanalizin etkili bir terapi olduğunu söylemek yanlıştır. Aynı şekilde, onun etkisiz olduğunu söylemek te yanlıştır. Her iki görüş için de bulgu yoktur… Psikanalitik terapinin başarı ölçütlerini tanımlamak zordur (Kline, 1984:19). Anthony Storr tarafından da bu iddia yinelenir (1966): Psikanalizin kimsede herhangi bir şey iyileştirdiği görüşü, uygulamada var olamayacak kadar şüphelidir.

b. Terapinin yararlı ve zararlı etkilerine dair bulgular

Sonlanım çalışmalarına dair birikmiş bulgular en azından terapinin yararlı olduğu (Luborsky ve diğerleri, 1975, 1985; Smith ve diğerleri, 1980) ve yararlı değişim meydana getirirken terapinin baz özelliklerinin diğerlerine göre daha önemli olduğu şeklindedir. Örneğin, İngiltere'de Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü tarafından desteklenen 6 yıllık, 10 milyon dolarlık çalışma terapinin klinik depresyonu dindirmekte ilaç tedavisi kadar etkili olduğunu ortaya koymuştur. 16 hafta süren uygulama süresinde ortaya çıkan sonuçlar incelendiğinde, (anti depresan imipramine ilacı uygulandığında) ilaç tedavisinin en başta azaltıcı etkilerini göstermekte seri olduğu, terapinin ileride onu yakalayıp % 50'nin üzerindeki rastgele seçilmiş bireylerde klinik olarak tanımlanmış depresyonun en ciddi belirtilerini ortadan kaldırmakta eşit derecede etkili olduğu kanıtlanmıştır. Kontrol grubunda ise, sadece % 29'nun artık ciddi belirtileri sergilemediği ortaya çıkmıştır (Leo, 1986). Bu sonuçlara bakarak, Leo belki de terapinin etkisinin sanıldığı kadar muazzam olmadığını ifade eder (Leo, 1986). Spinelli, terapinin zararlı ya da olumsuz olduğuna dair bulgu var mıdır diye sorar. McCord (1978) 250 danışanın tedavi bittikten 30 yıl sonra izini bulur ve 250 kişi de bağlantılı kontrol grup belirler. İyileştirilmiş grubun %80'i danışmanlıktan yarar gördüklerini düşünürken, iyileştirilmiş grup üyelerinin çalışma, suç ve sağlık kayıtlarında kontrol gruba oranla eksik iyi olduklarını göstermiştir. Mays & Franks (1985), terapinin olumsuz etkileri ortaya koyan başka çalışmalara dikkati çekmiştir.

c. Sonuç çalışmalarındaki araştırma yapısı üzerine sorunlar

Spinelli, çalışmaları değersiz kılan çeşitli ve önemli metodolojik sorunlar ve araştırma yapısındaki kusurdan dolayı terapinin, olumlu ya da olumsuz, sonuçlarını ortaya koyan çalışmalara dikkatle yaklaşmak gerektiğini savunur. Psikoterapinin sayısal verilere dayanan sonlanım çalışmalarını gözden geçirmeye kendini adamış olan Paul Kline, hepsinde var olan bazı şüpheli alanlardan bahseder: iyileşmenin anlamına dair konular, danışanın teşhisine dair sorunlar, terapistler arasındaki farklılıklar, danışanlar arasındaki farklılıklar, terapist - danışan etkileşimindeki değişkenler, kontrol grubuna olan ihtiyaçtan doğan sıkıntılar, 'doğal belirtinin kaybolması' gibi durumlar ve düzeni ile ilgili değişkenler, psikolojik testlerin geçerliliği ve güvenirliliği, takip çalışmalarının uzunluğu, araştırma yapısındaki peşin hükümler vb. (Kline, 1992). Kline (1992:83) görüldüğü üzere, ideal bir araştırmanın; doğru örnekleme ve geçerli ölçümler gibi çok kaynak gerektiren büyük bir uygulama sorunu içerdiğini belirtir. Stiles & Shapiro (1988) gibi diğer araştırmacılar ise, bu tür sonlanım çalışmalarının önemli varsayımlarını, uzun etkileşim içerdikleri ve terapide süreci sonuçtan ayırmanın hiç te belirgin ve kolay bir iş olmadığı için eleştirirler. Terapötik etkiye dair bu tür yaklaşımların kalıp olarak belirli bir ilacın etkisini ölçen tıp odaklı sonlanım çalışmaları olduklarını ifade ederler.

d. Sahte ilaç etkileri

Frank (1989) sahte ilaçlar en iyi bir tür terapi gibi anlaşılabilir der çünkü ona göre sahte ilaç ta 'hastanın iyileşme umuduna ilham vererek moral bozukluğuna karşı savaşan sembolik bir iletişimdir.'

e. Teorik kuramlar ve terapötik etki arasındaki ilişki

Smith & Glass (1977) gözden geçirdikleri 400 terapi değerlendirmeleri sonucunda terapinin etkili olduğunu ortaya koymuştur. Spinelli ise, bu konuda Howarth'ın yaklaşık 500 değerlendirme çalışmasını meta - analiz ettiği çalışmanın sonucundan yola çıkarak psikiyatristler ne yaptıklarını bilmiyorlar ve yaptıkları şey her ne ise, onu yapmaları için de başkalarını eğitemezler sonucuna varır (Howarth, 1989: 150)

f. Terapinin etkisi üzerine danışanların görüşleri

Howe (1993) danışanlara göre, terapötik süreç;

  1. Beni kabul et,
  2. Beni anla,
  3. Benimle konuş süreçlerinden oluşur.

Feifel & Eells (1963) sadece konuşabilme fırsatı bulma danışanlarca terapötik sürece dair en önemli etken olarak belirtilmiştir. Strupp ve diğerlerinin (1969) danışan değerlendirmesinde; terapistin içtenliği ve arkadaşça oluşu önemli bulunmuştur. Danışanlar tarafından, terapistlerin onlara bir insan gibi - olası veya var olan bir vaka gibi değil de - ilgili olmalarının önemi vurgulanmıştır (Sainsbury ve diğerleri, 1982). Benzer biçimde, danışanlar kendi dünya görüşlerine empatik ve yargılamadan yaklaşmaya çalışanı iyi bir terapist olarak ifade ederler. Bir başkasının en azından kısmen de olsa onları anladığı ve acıları, kafa karışıklığı veya üzüntülerine sahip çıktığı fikri bile ciddi bir biçimde terapötik olarak algılanmaktadır. Danışanlar aynı zamanda terapistlerinin onlarla ilgilenmelerini isterler. Kline ve diğerleri (1974) terapist tarafından sunulan ihtimamlı öngörünün ve algılanan ilginin görüşülen danışan grubunca en önemli değişken olduğunu ifade eder. Danışanlar; hem kabul hem de anlayış sağlamak, doğru bir inceleme için gereken güveni kurmak ve dışlanmayı, eleştiriyi, dalga geçilmeyi, tutarsızlığı ve önyargıyı engellemek için terapistle aralarındaki ilişkinin niteliğinin önemli olduğunu belirtmişlerdir.

g. Kişilik özellikleri ve terapötik etki

McConnaughy (1987) en tutarlı terapötik etkilerle terapistteki asgari duygusal sorun arasında anlamlı bir pozitif korelasyon tespit etmiştir. 16 farklı terapötik yaklaşımdan 43 terapistle görüşme sonucu oluşturulan OPUS raporuna göre; En iyi terapistler, başkalarıyla etkili bir biçimde başa çıkabilme yeteneklerinden yola çıkarak, sonradan olunmuyor fakat öyle doğuluyor. Çoğu terapist kişisel meraktan, hem kendi hayatlarında çözülmemiş, sorunlu durumları anlamak ve bunlarla başa çıkmak, hem de başkalarına yardım etmek istediklerinden dolayı mesleği seçiyor. Bazıları ise kısmen de olsa güce olan arzularından dolayı mesleği seçmiş olabilirler.

h. Eğitim ve terapötik etki

Hem terapistleri hem de danışanları farklı türde suistimalden koruyan 'Koruyucu mekanizmalar'ın ve denetimlerin hazırlanması, şikayet süreçleri için ilgili mercilerin sağlanması, meslek etik kurallarına uyulması önemlidir. Terapötik eğitimin değeri veyahut gerekliliği hakkında kesin bir iddiada bulunulamaz.

i. Bazı öncü sonuçlar

Mair (1992) terapinin bilimsel 'gerçekler' kisvesi altında toplumun tavrını yansıtarak yetkisini elde ettiğini öne sürer. Aynı şekilde, Frank (1973) aynı etki seviyelerindeki farklı terapilerin tüm iyileştirici sanat dallarıyla (hem bilimsel hem de büyü gibi) kendi içlerinde hastalığa, normalden sapmaya ve normale dair gerekçeler ve 'mitolojiler' taşıdıklarını ifade etmiştir. Frank için, terapiler danışanların mitolojik sisteme kabul etmeye ve girmeye izin veren, ikna eden inandırma tasarımı üzerine dayalıdır. Terapinin göreceli etkisi 'hasta ve terapist tarafından paylaşılan kültürel dünya görüşü'nün uyumlu olmasındadır ve terapistlerin yetkilerini koruma becerisindedir. Böylece danışanların terapistlerinin onları iyileştireceğine dair güveni sürdürülür (Frank, 1973:327).

j. Çeşitli olasılıklar ve 'Dumbo etkisi'

Disney çizgi filminde, Fil Dumbo uçabilir çünkü sihirli bir tüyün bu yeteneği ona verdiğine kendi kendini inandırmıştır. Ancak tüy kaybolduğunda, Dumbo şaşırarak hala uçabildiğini fark eder. Tıpkı Dumbo gibi, terapistler sihirli tüylerini kuramlarından bulmuşlar ve başarılı olma 'sihrinin' de kuramları ve onların uygulamalarından kaynaklandığı bahanesini uydurmuşlardır.

Aebi (1993) tarafından tanımlanmış belli olmayan ana etkenler:

  1. Terapötik ilişkinin kendisi.
  2. Terapötik çerçeve; terapistle danışan arasındaki gizlilik, oturumların kaydedilmesi vb. koruyucu noktalar ve terapistle danışan arasında terapötik oturumların olasılığı - amacı ve onlardan neler beklendiğine dair süreçle ilgili konuların açıklanması ve kabul edilmesi.
  3. Terapistin desteği (danışana onu dinleme ve onunla ilgilenmeye gönüllü olduğuna dair teşviki. Örn. Kafasını sallaması, söylediklerini özetlemesi vb.).
  4. Harekete geçme (danışanın değişim olasılığını artıran duygu ifadesi)
  5. Yorumlama (Danışanlarının hayat - anlamı, kendi - diğer ilişkileri, davranışları üzerine odaklanan kuramsal, yoruma dayanan varsayımlar)

Orlinsky & Howard (1986) otuz beş senelerini ayırıp 1100 çalışmayı gözden geçirerek etkili terapideki en önemli etkeni bulmuşlardır; Terapistlerin danışanlarıyla kurdukları bağ.

                                                               
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş