Kemal-Sayar-Urun-Resim_88489-600X450.jpg

Ruhun Ölümü

Mehmet Hakan Alşan Boğaziçi Üniversitesi PDR Uzmanı & Pedagog
GİRİŞ

Yaşam gailesi ile bu garip şehirde, ruhların bile küntleştiği bir belirsizlik ideolojisinin tasallutu ile oradan oraya savrulup duruyoruz. Geçenlerde yine bu savrulmaların birisinde, ülkemizin en önde gelen Kişisel Gelişim uzmanlarından birisi olan, meşhur bir NLP Master Trainer'ı dinleme fırsatını yakaladım.

Kendisi, hizmet vermekte olduğum kuruma tanıtım amaçlı bir seminer vermeye gelmiş, "Anlayarak Hızlı Test Çözme Teknikleri" adı altında hazırlamış olduğu demo programı tanıtmak üzere dâvet edilmişti.

Ancak, misafirimiz sahne almadan önce, ilk olarak yardımcısı -daha sonra öğrendiğim kadarı ile iş ortağı- sahne alarak bir dizi övgüyle kristalize edilmiş bir tahşîdat (reklam ya da daha agresif bir tanımlama ile propaganda) yaptı. Bu teknik ile, dinleyenlerin -yani bizlerin- telkine yatkın hâle geldiğini ve bu konudaki imajatörlerin (image-makers) kusursuzca kullanıldığını gözlemledim. Neyse sözü fazla uzatmayalım, nihâyet bu apriori (öncül) ve törensel telkin bombardımanı bitince, Uzman NLP Master Trainer'ı olan misafirimiz, çok şükür sahneyi aldı.

NLP Master Trainer'ımızın, son derece hipnotik bir dil ve ses tonu ile, tane tane konuşması, sessizce yürüyerek bir dinginlik objesi olmaya dikkat etmesi ve böylece dinleyenler üzerinde gizil bir bilişsel yapılandırma yapmaya kalkışması dikkatimden kaçmamıştı. Trainer'ımız buna özen gösteriyordu, çünkü pedagog ve eğitimciler olarak bizlerin onay vermesi hâlinde, tanıtacak olduğu paket program binlerce öğrenciye kendi hizmet yelpazemiz içersinde satılacaktı. Bu da hâtırı sayılır bir müşteri portföyü ve gelir kaynağı demek oluyordu tabiî ki.. Bu bilinçlilik durumunda konuşlanan bizler, toplantıdan önce, bir nevi kız görücüye çıkmış gözü pek duâyenler gibiydik. Hatta gözlemleyebildiğim kadarıyla toplantıdan önce arkadaşlarımın tamamına yakını dipdiri idi.

Bu i'tibârla hemen hemen herkes, misâfir olarak sunum yapmaya gelen NLP Master Trainer'ına eleştirel yaklaşacağını, son kararı vermeden önce seminere esâs teşkîl eden paket programı kılı kırk yararcasına inceleyeceğini ifâde ediyordu. Ancak mâruz kaldığımız konvansiyonel telkinler, arkadaşlarımı âdeta paralize etmişti. Bir zaman sonra arkadaşlarımı, ilk baştaki gibi çok dirençli ve analiz edici bulamadım. Çünkü arkadaşlarım, marûz kaldıkları telkin ve enformasyon bombardımanının ve durumsal etkileşimin gereği olacak ki, yavaş yavaş ?tatlı mı tatlı? geleneksel bir ev sâhipliği ve misâfirperverlik moduna girmeye başladılar. Sonuçta, Trainer'imizin hakkını ve yetkinliğini bilinçaltı düzeyde de teslim ve kabul eden, bir sükûnet hâkim olmuştu salonda…

Bana gelince, kendisini dikkatlice dinledim. Notlar aldım. Yukarıda değinmeye çalıştığım gözlemlerime odaklandım. Trainer'ımız; başarısızlığın, meta-programlardaki yanlış kodlamalardan kaynaklandığını, buna göz kası yorgunlunun da eklendiğini, ancak-ve-ancak transa girerek, dolaysıyla vermiş olduğu bu eğitimin satın alınarak bütün bunların aşılabileceğini iddiâ ediyordu.

NLP Master Trainer'ımız; bilincimize girerek ve çapalama metodunu kullanarak, bilinç düzeyindeki veyâ altındaki duygu ve bilişleri değiştirerek ve yeniden işleyerek bunu başardığını, bu eğitimin ise toplam 8-10 saat süreceğini ve bunun da yeterli olacağını ifâde ediyordu. Katılımcıları, toplu olarak hipnoza soktuğunu, her ne yapıyorsa bu hipnotik epizotta (süreçte) amacına ulaşarak başarılı olduğunu öne sürüyordu. Katılımcıların ise mutlaka hayatlarında köklü değişikler yaşadığını, tuttuğunu koparan cinsten etkin, yetkin ve seçkin insanlar olarak yaşamlarına devâm ettiklerini de nazara veriyordu.

İlk önce, bütün bu gözlemlediklerimin ve dinlediklerimin akademik düzeyde beni ciddi bir şekilde rahatsız ettiğini söylemek istiyorum. Nihâyet, tanıtımı bitirip soru ve cevap kısmına geçinçe; söz alarak, sorumun olmadığını ama bir sorunumun olduğunu, ve bu sorunun, aslında hepimizin sorunu olduğunu ve bu nedenle de bâzı tespitlerde bulunmak istediğimi belirterek görüş ve tespitlerimi aktarmaya başladım.

Ayrıca görüş ve değinilerimin en son kertede kişisel-gelişim uzmanlarına bir katkı olacağını belirterek, aşağıda yazıya dökmeye çalıştığım uzunca süren değerlendirmeyi yapmaya çalıştım. Bu spontane konuşmamda ana hatlarıyla şu tespitlerde bulundum:

KİŞİSEL GELİŞİM TEKNOLOJİLERİ: RÛH'UN ÖLÜMÜ

Meslekî formasyonum gereği, kitapçılardaki hemen hemen bütün kişisel gelişim kitaplarını okuduğumu veyâ incelediğimi belirterek başlamak istiyorum ilkin… Gerçek şu ki, bu okumalarım sırasında bâzen çiğ çeviriler arasında savrulduğumu, bâzen kendi anlam kiplerimize yabancı paradigmalar (değerler dizisi) üzerine kurulu bir kişisel gelişim furyasının ürünü olan sığ kitaplarla karşılaştığımı üzülerek belirtmek istiyorum.

Pop-psikolojin ürünü olan televole tandanslı (eğilimli) bu derinliksiz derlemelerin kitapçılardaki rafları doldurduğunu görmek gerçekten de çok üzücü… Psikiyatr Kemal Sayar hocamın deyimiyle, pop-psikolojinin işgüzarlığıyla pıtırak gibi çoğalan bu kitaplarla, kas geliştirir gibi kişilik geliştirmeye çalışıyoruz. Bir şeyler eksik. Ama ne!

Belki de eksik olan şey, farkındalık düzeyimiz. Çünkü, yaşamakta olduğumuz modernizm sonrası zamanlar, bizi en zayıf yerimizden (Aşil'i topuğundan) vuruyor... Dahası Modernizm; bizlere, saldırgan-girişimciliği, agresif ve ben-merkezci bireyciliği, fırsatçılığı, faydacılığı, daha fazla tüketimi, insan-dışılaşmayı (de-humanization), yabancılaşmayı, geleneksel ve kültürel kodlardan uzaklaşarak başkalaşmayı, sanal ötekiler yaratarak kendimiz olamamayı, maskeli bir baloya katılıyormuşçasına kişiler arası ilişkilerde sosyal bukalemunlara dönüşmeyi, sığ ve bulanık sularda deprenen ve anti-depresan kürüyle beslenen renkli ve gösterişli akvaryumlardaki sümüklü balıklara benzemeyi, yaratamamayı, emek vermemeyi, yok etmeyi, fedakârlık yapmadan hazır tablot yemekleri gibi sunî ve kurgulanmış yaşantılarla bir ömür tüketmeyi, televizyon karşısında paralize olmayı ve cinselliğe ironik ve patojenik bir önem atfetmeyi vâazediyor...

Modern insan bu anlamda kendisiyle problemli olup, kaotik bir yorgunluğu ve amorfik (belirsiz) bir var-oluşu deneyimliyor. Hiçleşme, önemsizleşme ve kendisi olmaktan kaçınma gibi davranış repertuarlarıyla silikleşmeyi içselleştiren modern insan tipolojisi, aynı izlekte mânevî ve geleneksel kodlarından da uzaklaşmayı tercih ettiği için, kaçınılmaz olarak, metafiziksel ve özgün yakıt tanklarından mahrûm kalıyor. Bu sebeplerden ötürü olsa gerek, sonuç olarak mâhir ama kaba bir tüketici olma özelliğiyle insan-dışılaşmış, haz yumağına dolanmış ve var-oluşsal boşluğa düşerek vakumlanmış, başı ve rûhu bozuk insan-teki'leriyle hemen hemen her yerde karşılaşabiliyoruz…

Dolaysıyla, bu patojenik durum içersinde bir anlam üretemeyen ve anlamsızlık anaforundan bulanık sulara savrulan insancıklar, ardışık olarak her ne olursa olsun rûhsal açlıklarına behemehâl reçeteler aramaya başlıyorlar. İşte tam bu noktada ve tam da zamanında, tüketim kültürünün meddâhları olan post-modern sağaltıcılar ?yâni Kişisel Gelişim Uzmanları? ortaya çıkıyor. Bu sağaltıcılar, kendilerini arındırmak isteyen bu insan-teki'lerine; seminerlerinde, yeni tapınaklar, umutlar, kimlikler, ve kişilikler veriyorlar, ?son tahlilde bu temâları metâılaştırarak satıyorlar?.

Bu yeni tapınaklarda, presentabl olmayı, diksiyon sahibi olmayı, girişimcilik rûhunu kazanmayı, bir üst-insan olma ayrıcalığını tadımlamayı, kesif bir egoizmin yanında almış oldukları yeni eğitimin güvencesiyle derûnundaki narsizmaya hizmet etmeyi; ben-merkezci, çıkarcı, faydacı ve fırsatçı olmayı ticâri ahlâkın ya da başarının almazsa olmaz şartı olarak bellemeyi, satın aldıkları kişisel gelişim eğitimiyle ve sığındıkları bu seküler tapınağın avangard telkinleriyle kabullenen katılımcılar, ne yazık ki sonrasında başka bir çürümeye yol açan habîs rûhlu insanlar olarak aramızda dolaşmaya başlıyorlar.

Başka deyişle, mekânsızlık, dünyâsızlık, anlamsızlık ve aidîyetsizlik gibi stresör ve agresör faktörlerle, kendisini yaşayamayan bu aktör insan-teki'ler; son bir çâreye başvurarak gönüllülük esâsı ile başkasını ?tabiî ki mükemmeli? oynamak ve kusursuzca dönüştürülmek için Kişisel Gelişim Uzmanları'nın yan sanayi ürünü benlik teknolojilerine kendilerini birdenbire teslim ediveriyorlar.

Görünen o ki, geleneksel zamanların geleneksel sağaltıcıları olan Şaman'ların, Kam'ların ya da Üfürükçüler'in yerini, çok daha pahalı ve gösterişli giyinen ve çok daha pahalıya şifâ dağıtan kişisel gelişimciler almış durumda. Öyle olsa gerek, çünkü bu post-modern sağaltıcılar, kendilerine ve reçetelerine giz katmak konusunda hem özen sahibi hem de mahâretlidirler. Aynı şekilde, kişisel gelişimcilerin müşteri portföyleri de; bu toprağın törel, geleneksel, arketipsel, tinsel, metaforik ve anonim zekâsının ürünlerinden uzaklaşmayı bir üstünlük pâyesi olarak benimsemiş, aydınlanmayı görece yakalamış, gelir düzeyi üst bandlarda yer alan kesimlerden oluşmaktadır.

Nitekim, bu konformist ve seçkin insanlar, mütemâdiyen yaşamış oldukları "Sürekli Kendini Tekrar Etme Nevrozu"nu da kahir ekseriyetle, bu benlik teknolojileriyle (NLP, Feng Shui, Osho Tantra, Meditasyon, Zen, Yoga, Kaizen vb. ayinsel etkinliklerle) -daha doğrusu satın aldıkları bu ayinsel törenlerle- bastırmaya çalışmaktadırlar. Kişisel gelişim furyasıyla beraber benlik teknolojilerinin bacasız sanayi misâli katastrofik (öldürücü) bir sektöre dönüşmesi, tüketim ideolojisinin bize de bulaştırmış olduğu duygusal vampirliğimizin açlığına; yeni ritüellerle, ayinlerle, kurtuluş reçeteleriyle, sloganik stratejilerle -ironik anlamda kan üniteleriyle? azık kotarmayı ödevliyor.

Kişisel gelişim furyası, bir hastalığa çâre bulmuyor ve terapötik bir prevelans (yaygınlık) yaratmıyor; tersine, anlam sağlığını ve dolaysıyla ruh sağlığını kaybederek nevrotik eksende yaşayan insan-teki'lerin psişik lâşeleriyle beslenen Akbabalar sürüsünü hatırlatıyor.

Aslında bu durum tam olarak, Amerikan kolaycılığının ve de fırsatçılığının yaratmış olduğu bir vertigodan (baş dönmesinden) nemâlanıyor. Aynı şekilde yine bu durum, biz ruh-bilimcilerin mesâfeli durduğu anti-psikiyatrinin entelektüel düzeyde, kahir ekseriyetle haklı eleştiriler yaptığını ve bu durumda da, anti-psikiyatri üzerine tekrar düşünmemiz gerektiğini ortaya koyuyor.

Bilindiği gibi Trans-kültürel Psikiyatri, ruhsal hastalıkları sâdece semptomatik düzeyde ve biyolojizmin vesâyetinde ele almaktadır. Buna karşın gerek Kros-Kültürel Psikiyatri ve gerekse Anti-Psikiyatri duâyenleri ise, danışanlarımızın ya da hastalarımızın sadece multi-nörotransmitter düzenekler almadığını, her bireyin kendi nitelikler dünyası içersinde salınıp kendisi olma hakkını kullanabileceğini ve bu insânî ve kutsal hakkın öyle kolay kolay stigmatize edilerek (damgalanarak) gasp edilemeyeceğini öne sürüyorlar. Sonuç olarak insan-teki'ni sâdece semptomatik düzeyle ele alamayacağımızı ve bu nedenle de, tanı ölçütlerimizin spektrumunu (uzayını) genişletmemiz gerektiğini savunuyorlar.

Bu açıdan bakıldığında, kişisel gelişimciler, Trans-Kültürel Psikiyatri skolastizminin sâdık mürîdleri gibi hareket ederek ve müşterileri hakkında sâdece semptomatik ve yüzeysel tespitler yaparak, güyâ bir tedâvi programı veyâ taslağı kurguluyorlar. Dahası, bu konsültasyon süresini çok kısa tutarak, ama bir yandan da binlerce doları cebe indirerek hükümrânlıklarını ikame ve idâme ettirmeye çalışıyorlar.

Yani düşünsenize, üniversite kapısına dayanmış bir gençsiniz ve ÖSS'yi kazanmaktan başka hiçbir çıkar yolunuz yok ve bir kişisel gelişimci size gelip, "Metaprogramlarınızda sorun var, onun için ÖSS sorularını çözemiyorsunuz ve ders çalışmakta isteksiz davranıyorsunuz; üstelik, göz kaslarınız da yorgun bu nedenle hızlı okuyup cevaplandıramıyorsunuz; yoksa siz, özel, çalışkan, yetkin, sorunsuz bir insansınız. Bana 1000 USD verirseniz, sizi aydınlatır ve hemen dönüştürürüm. Siz de ÖSS'yi zınk diye kazanırsınız", derse tepkiniz ne olurdu! Yani, gencecik umutlarla ve kabına sığmayan rûhunuzla balıklama bu işe atlamaz mıydınız?

Bu kadar kolay mı yani? Korkunç bir şey bu! Birey olarak ait olduğumuz sosyal dokumuz, ideallerimiz, ahlakî secîyelerimiz, geleneksel anlam sağlayıcılarımız, sohbet kültürümüz, Yunus, Mevlânâ ve Hacı Bayrâm gibi manevî önderlerimiz, âilevi bağlarımız, eski zamanları anlatan ton ton yaşlı ninelerimiz, köydeki hayatımızı renklendiren ve gerçekleri ulu orta söyleyen meczub delilerimiz, her biri bir klasik roman derinliğindeki türkülerimiz, bizi başka âlemlere çekip götüren ebrûlarımız, içimize hûşû veren buğulu ezânlarımız, her biri başlı başına müzikal bir kabare olan düğünlerimiz, ciğer yakan ağıtlarımız, yüce bildiğimiz şehitlerimiz, erenlerimiz, baharleyin çaput bağladığımız söğüt ağaçlarımız nerde kaldı…!

Bu toprağın bize söyleyecek olduğu hiçbir söz yok mu yâni?

Heyhat! Bu toprağın, bu medeniyetin bize söyleyecek olduğu ve anlatacak olduğu o kadar güzellikler var ki! Bu toprakların bize verecek olduğu; Nasreddin Hoca'dan Bektaşî fıkralarına; Ahî Evren Dede'den, Somuncu Baba'ya; Sarıkız'dan Dadaloğlu'na; Yunus'tan Taptuk Emre'ye; Alparslan'dan Ulubatlı Hasan'a; Mimar Sinan'dan Itrî'ye; Tanburî Cemil Bey'den Dede Efendi'ye; Akşemsettin'den Geyikli Baba'ya; Aynalı Baba'dan Azîz Mahmud Hûdaî'ye; Nazım Hikmet'ten Necip Fazıl'a; kısaca, Edirne'den Ardahan'â kadar, o kadar çok mesaj var ki! Bu medeniyetin potasından polen polen toplanmış ve kendi özümüzden kotarılmış psiko-tarihsel, dinî, ânanevî, ve sosyo-psikolojik gıdalarımız ve membâlarımız dururken, neden Kişisel Gelişim Teknolojilerine ve de Amerikan kültür emperyalizmine çanak tutan Pop-Psikoloji reçetelerine giriftâr olmaya kalkışıyoruz?

Neden, kendi içimizde kalıplandırmadığımız kişisel gelişim ölçütleriyle benliğimizi aramaya meftûn oluyoruz? Çok Yazık! Kişiliğimizi geliştirmek ve bir kimlik sâhibi olmak adına; kendi anlam kiplerimize, psiko-sosyal kodlarımıza ve tarihsel bağlarımıza yabancılaşıyoruz. Bütün bu pahalı ve cafcaflı seminerlerde, bir kimlik veyâ bir kişilik satın aldığını düşünler, aslında kendilerine daha da yabancılaştıklarının farkında değiller.

Çünkü, "Kimlik" ya da "Kişilik" öyle üç beş saatlik kesitsel dilimlerle ve deneyimlerle kazanılamaz ve satın alınamaz. Kimlik ve kişilik boylamsal ve durumsaldır. Sabit ve mekanik bir düzenek değildir. Öyle 1-2 enzimi, nöro-transmiteri, meta-programı veyâ tabîri câizse cıvatayı değiştirerek kimlik ve kişilik sâhibi olunamaz.

Kimlik ve kişilik, olgunlaşma sürecine paralel olarak yaşantısaldır. Yaşamın geneli üzerinde müessîr olan bir derinliğe sahiptir. Sosyal bukalemunluğa veyâ çoğul kişilik bozukluklarına (benlikte kalabalıklaşmaya) nezâketen de olsa mahâl vermez. Samimî bir içkinlikle karakterizedir. Kimlik ve Kişilik, hazır-giyim sanayî ürünü olan bir takım elbise gibi de değildir. Kimlik ve kişilik, yaşamsal provası yapıldıkça biçilir, yine dikilir ve sizi daha şık ve saygın gösteren, daha doğrusu "adam gibi adam" eden bir âmil olur. Bu nitelikleri i'tibâriyle kimlik ve kişilik, içkin (internal) bir insanî duruştur ve de itminân duygusu yaratan bir var-oluştur. Bu ince işçiliği ve mâhir terziliği ise, ancak-ve-ancak yukarıda manifesto ettiğimiz şekliyle yüzyıllara dayanan ve çok güçlü bir tradisyon olan millî ve manevî değerlerimiz yapabilir.

Tekrar konumuza dönecek olursak, tehlike sirenlerini çınlatan başka bir sorun var ki, bu da pedagoji sorunudur. Benlik teknolojilerinin fason tüccarları olan Kişisel Gelişimcilerin, NLP Uzmanlarının, Osho Tantra Uygulayıcılarının, Zen Budizmi Üstâdlarının, Fheng Shui Pratisyenlerinin ve diğer Trainerlerin, tamamına yakın bir kısmı, kesinlikle Psikoloji veyâ Psikiyatri ile ilgili akademik bir gelenekten gelmiyor. Örneğin, Türkiye'de en etkin olan kişisel gelişim uzmanlarının, Fizikçi, İngilizce Öğretmeni veyâ İktisatçı gibi benzeri mesleklerden geldiklerini biliyor muydunuz?

Bir eğitim programının nasıl hazırlanması gerektiğinden bîhaber olan bu kanaat önderleri, bırakınız danışanlarını rehabilite etmeyi, yaratmış oldukları giz ve efsun perdesi altında, post-modernizm tarafından ruhlarını çalınmış olan bu insanların son beşerî ve insanî son kırıntılarını da sömürüyorlar. Bu kanaat önderleri, yaptıkları haksız bir sömürü ile palazlanıyorken, hastalarına veyâ danışanlarına en fazla 2-3 hafta giyebilecekleri bir takım elbise biçiyormuşçasına, en fazla 2-3 hafta idâre edilebilecekleri sentetik ve sahici olmayan enformasyon yığını bir kimlik giydiriyorlar. Daha da kötüsü, imajlarla, sloganlarla ve yönergelerle gelişi güzel ve tıkış tıkış doldurulmuş poşet bir kişilik vererek, müşterilerini tekrar gerisin geri tüketim ideolojisinin gayya kuyusuna yolcu ediliyorlar.

Kendi akademik yoğunlaşmalarımdan bildiğim kadarıyla, örneğin Almanya'da eğitim programları en az 10 yıl öncesinden hazırlanıyor ve kademeli olarak 15 yıl içersinde hayata geçirilecek şekilde kamusal alana yansıtılıyor. Hadi orası gelişmiş bir ülke ve bahsi geçen program ulusal bir program diyelim ve bunu geçelim! İyi de, Türkiye'de en vasat bir üniversitede eğitim programları üzerine bir Master yapmaya kalksanız, bu mesai; dersler, geçerlilik ve güvenirlilik çalışmaları ve tez hazırlama ve savunma dönemi dahil, en az 3 yılınızı alabilecektir.

Pekalâ, nasıl oluyor da bu konuda lisans eğitimi dahi almamış bu tez canlı kurnaz girişimciler, 2-3 haftalık eğitimlerle Practioner, Master Practioner, Trainer, Master Trainer belgelerini alarak kişisel gelişim veyâ yaşam koçu uzmanı olabiliyorlar. Eline makası veyâ usturayı olan bir berbere veyâ kuaföre bile, ancak çıraklıktan yetişip bu işe yıllarını verdiğinde kendimizi teslim edebiliyoruz. Nasıl oluyor da, toplam 2-3 haftayı geçmeyen retorik eğitimleriyle, ruhlarımıza makyaj yapabileceklerini iddiâ eden bu yeni nesil sağaltıcılara kendimizi teslim edebiliyoruz!

Dilerseniz ben söyleyeyim! Çünkü, yaşadığımız enformasyon çağı, marûz kaldığımız evrensel ve tek tipleştirici kültürel bombardımanlar, yerelliği tarih-dışına iten bağlamsızlık ve boşluk hissi, bize yeni yeni tapınaklar veyâ peygamberler aramamızı vâazediyor. Yaşantılarımız dönüştükçe rûhlarımız da dönüşüyor ve çürüyor. İçler acısı bir durum, değil mi?

Ne desem bilmem ki! İnsanı, sadece bilinçlilik ve bilinçsizlik durumları arasında salınan bir fenomen olarak ele alan kişisel gelişimci benlik teknolojileri, bilim kurgu filmlerini anımsatırcasına duygu ve bilişlerimizle oynuyor. Bu toplum mühendisleri, duygu ve bilişlerimizi son derece materyalist bir yaklaşımla biricik (Unique) parçacıklar ya da partiküller olarak ele alıyor ve bu parçacığı bir diğeriyle (başka motivatör bilişle) değiştirerek ve buna da danışanlarını inandırarak efsûnlar yaratmaya kalkışıyorlar.

Ancak sizi temin ederim ki; kazın ayağı öyle değil! Yani benlik teknokratlarının tanımladığı şekliyle meta-programları değiştirmek, pek de öyle sanıldığı gibi veyâ anlatıldığı gibi Opel servisine gidilerek parça değiştirmeye benzemiyor. Çünkü duygu ve bilişlerimiz, ancak yaşantılama ve deneyimleme ile ortaya çıkan, tekrar davranışları ve nedensel pekiştireçlerle güçlenen, sonra da alışkanlık düzeyinden inançlar kategorisine terfî eden bir var-oluşa ya da oryantasyona tekabül eder. Duygu ve bilişler, bu kimlik mühendislerinin tanımladığı gibi olmadık yerimizde paslanan ya da yalama yapan bir cıvata değildir. Bu itibarla 5-10 saatlik bir seminer programı ile bu anomaliler asla sağaltılamaz.

Dışardan yapılan telkin ve müdahalelerle, doğum günü kutlamalarını andıran şamatalarla, akustik imajatörlerle, meddâhvarî atraksiyonlarla, monden kadın günlerini çağrıştıran toplantılarla, hamasî nutuklarla, buyurgan bir üslupla konuşarak yönergeler vermekle, empatik değil sempatik olmaya çalışmakla, tematik olarak bütün bu yapılanlara ayinsel bir maya katmakla, popülizm yapan üçüncü sınıf politikacılar gibi bol keseden umut dağıtmakla, kendi başarılarından dem vurarak ahkâm kesmekle, her hâl-û kârda umut tacirliği yapmakla ne bir tedavi başlatılabilir, ne de sağaltım yapılabilir!

Ben bu noktada sözü fazla uzatmak istemiyorum! Tekrar konumuza dönecek olursak; pekalâ, nasıl oluyor da, bu kişisel gelişim uzmanları bir şekilde piyasada tutunabiliyor ve hâlen binlerce dolar kazanabiliyorlar. Ya da bu seminerlere katılanlar nasıl oluyor da kahîr ekseriyetle fayda bulduklarını söylüyorlar. Yoksa bizler bu konuda gayet dogmatik düşünerek kişisel gelişim uzmanlarına haksızlık mı yapıyoruz. Maalesef bu paftada da durum içler acısı! Evet dilerseniz şimdi de, Kişisel Gelişim Uzmanları'nın, neden, nasıl ve göreceli de olsa başarılı olduklarının gizil (latent) sebeplerine değinmeye çalışalım:

İnanç İstemi ve İhtiyaçlar Hiyerarşisi

Son yapılan beyin araştırmalarına göre insan bir şeye inanmaya başladığı zaman beynimiz o inanca ilişkin protein sentezlemeye ve kavramsal haritalar oluşturmaya başlıyor. Şu hâlde, bir kişisel gelişim seminerine katılmaya karar veren bireyler, ilkin bu programa inanıyorlar -özelde inanmak istiyorlar-. Ayrıca bu etkinliğe hâtırı sayılır bir meblağ ödedikleri için de, kendilerini inanma yönünde üst düzeyde şartlandırıyorlar. Pek tabiî ki normal şartlar altında bu bireyler, bu durumu yakın çevreleriyle de paylaşıyorlar ve gelebilecek olan haklı-haksız eleştirileri göğüsleyebilmek için de inanma istemlerine son derece odaklanmış bir şekilde bu seminerlere katılıyorlar.

Ayrıca seminerlerden sonra, katılımcılar, yine yakın çevreleri tarafından gözlemlendikleri veyâ takip edildikleri paranoyasıyla yaşamlarına devam etmeye çalıştıklarından, -yüzeysel olarak rollerini oynayarak bile- yüzeysel davranış değişikliklerine başvurabiliyorlar. Ancak daha önce söylediğim gibi yanılsama uzayında yaşanan bu sığ ve göstermelik (riyakâr) değişimler, en fazla 2-3 hafta sonra derin bir hayâl kırıklığı ile son buluyor.

Diğer taraftan modern zamanlarda, inanç kipleri ve ölüm gerçeği gettolara itilerek konformist-hazcı yaşantılar -özelde fiziksel rahatlık-, rûhsal rahatlığın (huşû) önüne geçirilmiş olsa da, inanma ihtiyacı psikojenik ve metafiziksel bir ihtiyaç olarak içten içe -en azından nevrotik düzeyde- bireyleri hâlen rahatsız etmektedir. Dolaysıyla bu psikojenik ağrı depreştikçe, inanılan şey'den çok, inanma ihtiyacının kendisi daha çok önem kazanıyor.

Bu nedenle olsa gerek, modern zamanlardaki insan birikintileri, adetâ panayır panayır gezerek bu bizâr ağrıyı dindirecek reçeteler ve öğretiler aramaya koyuluyorlar. Sonuç olarak, konformist-hedonist ve ilkel yapılarıyla ve levanten kadınların alışkanlık hâline getirdiği monden toplantılara katılıyormuş gibi o seminerden bu seminere koşuşturmayı alışkanlık hâline getiriyorlar.

Üstelik bu inanma istemi -özelde sistemi-, dinî inançlarda olduğu gibi bir sorumluluk da gerektirmiyor. Tersine; serbestîyet sağlıyor, görece tabûları yıkıyor, ve en önemlisi de herkesi kendi inanç sisteminin öznesi ya da eyleyeni yapıyor. Post-modern zamanlardaki bireyler, kişisel gelişim teknolojilerinden kotardıkları yeni inanç modülleriyle beraber, hem kendi yapay değerleriyle çatışacak olmanın önüne geçebiliyorlar, hem de daha bu dünyadayken kerâmeti kendinden menkul bir cennette yaşamanın haz yumağına dolanıyorlar.

Dolarlarla satın alınmış bu inanç dizgeleri, örtülü bir şekilde âdeta tanrının yerine oynayan modern insanın içkin narsizmasına da hizmet ediyor. Fakat işin en pragmatik yanı ise modern insan-teki, istediği zaman üzerindeki bir takım elbiseyi çıkarıyormuş gibi, bu kişisel gelişim teknolojilerinden kotardığı seküler inanç sisteminden -öyle ya da böyle- sıkıldığında da, kaba bir tüketici olarak bir zamanlar sahiplendiği inanç dizgelerini ânında bilinçaltı bataklığına göndererek yaşamından söküp atabiliyor. Başka deyişle kimlik ve kişilik değiştirmek, üzerini değiştirmek gibi kolay, derinliksiz, emeksiz ve zahmetsiz bir erkân olarak görülüyor.

Bu hâliyle post-modern insanlar, hizmet ettiği tüketim ideolojisinin havârîliğini yapıyorlarken, bâzen satın alınmış gladyatörler gibi kendilerini başka bir epistemolojik arenâda bulduklarında, kimliklerini ve kişiliklerini savunmaksızın görece değerlerini daha güçlü arslanlara -özelde yükselen daha karizmatik kişisel gelişim trendlerine- parçalattırabiliyor / fedâ edebiliyorlar. Kimlik ve kişilik borsasındaki en moda trendleri takip eden bu monden insanlar, artık pek beğenmediği elbisesini bir eskiciye veriyormuş gibi, bir zamanlar pahalı dokümanlarla ve kişisel gelişim seminerleri ile satın aldığı, ancak şimdilerde pek hoşlanmadığı kimliğini ve kişiliğini, tıpkı bir takım elbise gibi üzerinden sıyırıp atabiliyor.

Bir zaman sonra yine sıkıldıklarında, daha karizmatik ve presentabl bir kimlik edinebilmek için tekrar benlik teknolojilerinin en popüler prodüksiyonlarını satın alarak -özelde bu yapay kişilik prodüksiyonlarına kendilerini adayarak- benlik ya da kendilik tasarımlarını sürekli olarak bir yapı-söküme marûz bırakıyorlar. Böylece kendilerine, durmadan yeni tapınaklar arayan heretikler (sapkınlar) gibi, bu kaotik zamanlarda oradan oraya savrulup duruyorlar.

Ama onlar adına çok da üzülmenize gerek yok! Çünkü bu görece insanlar, iç dünyalarında inandıkları ve yaşam manifestosu edindikleri, üstelik binlerce dolara bir kişisel gelişim uzmanından satın aldıkları eğretileme ve devşirme inanç dizgelerini -er ya da geç- tükettiklerinde, bu kez daha başka bir dizge daha satın alarak veyâ başka bir seminere hedonistçe katılarak kendi başlarının çâresine bakıyorlar. İşin en trajı-konik yanı ise, bütün bu değiş tokuşta bir taraf zengin olup palazlanıyorken, bir taraf ta, iki de bir bu inanç ve değerler değiş-tokuşundan dolayı, hiçbir merciî tarafından aforaz edilmeden, heretik (sapkın) veyâ mürted (dönek) olmakla suçlanıp tefrik edilmeden, hem post-modern zamanları forse ediyorlar, hem de, her hâl-û kârda belirsizliğin ideolojisine intibâk ediyorlar.

Demek ki kişisel gelişim uzmanları, adetâ seküler bir dini tebliğ eden misyonerler gibi modern insanın çarpık ve tutarsız inanma istemini binlerce dolarla restore etmeye yeltenen sofistlere benziyorlar. Dolaysıyla dur durak bilmeden mütemâdiyen kendini arındıracak bir tapınak veyâ kurtuluş öğretisi (Soterioloji) arayan modern insanın bu var-oluşsal anksiyetesine, tam da zamanında yetişen bu immature (olgun olmayan) kişisel gelişim uzmanları, hem toplumsal bir bellek yitiminin hem de kültürel bir şizofreninin hazırlayıcıları oluyorlar.

Konversiyon Bozukluğunun ve Hipokondriyak Yakınmaların Prevelansı

Psikiyatrik desende yer alan bu iki ruhsal bozukluk; genel anlamda telkine yatkın olmakla, hastalık hastası olmakla, itminan duygusunu yakalayamamakla, psiko-somatik yakınmalarla hekimlere başvurmakla, bâzen muskacıdan muskacıya, bâzen de üfürükçüden üfürükçüye koşturmakla kendine dermân arayan, hipnotik ve nöroleptik düzeyi düşük olan kırılgan ve naif kişilik örüntüleri ile karakterizedir.

Yapılan etiyolojik ve epidemiyolojik çalışmalar göstermektedir ki; bu bozuklukların prevelansı yüksektir ve modernizmin yaratmış olduğu tahribatlarla birlikte -kollektivizmin ve dayanışmanın atomize edilmesi, rekabetin ve girişimciliğin özendirilmesi, geleneksel anlam sağlayıcı akümülatörlerin ve regülatörlerin işlevini kaybetmesi ile birlikte- bu prevelans giderek yükselmektedir.

Bu özellikleri ile ele alındığında, bu hasta popülasyonuna yapılacak olan en yapmacık kişisel gelişim semineri bile abartısız 2-3 hafta etkili olabilecektir. Çünkü bu kişilik örüntüsüne sâhip olan bireyler, kendilerini son derece çâresiz hissettiklerinden, birinci dereceden umut etmeye ihtiyaç duymaktadırlar. Fakat, kişisel gelişim teknolojilerinden kotardıkları görece bir umudu er ya da geç tükettiklerinde, en fazla bir ay sonra tekrar aynı anomali ile kendilerini mutsuz hissederek ivedi bir şekilde daha başka bir tapınağa doğru savruluyorlar.

Örneğin, Feng Shui'yi deneyip çâre bulamayanlar, NLP'ye, NLP'yi deneyip çâre bulamayanlar Osho Tantra'ya, oradan da bir şifâ bulamayanlar, Zen-Budizmi seanslarına, burada da itminan duygusu yakalayamayanlar Meditasyon'a, Yoga'ya veyâ Psikodrama'ya, olmazsa oradan Hipnoz'a; daha sonra da, belki biraz pahalı gelebilir ama, Psikanaliz'e, bütün bunlardan bir sonuç alamayınca da sahte intihâr girişimleriyle birlikte psikiyatri kliniğine kadar bu yolculuk sürebilmektedir. Sanırım, Kişisel-Gelişim Uzmanları daha ilk başta sular bulanmadan, azımsanmayacak rakamları özellikle bu hasta grubundan kotararak, ve son tahlil de onları biraz daha tüketerek, bir sonraki seküler tapınağa yolcu ediyorlar.

Demek ki, Konversiyon Bozukluğunun ve Hipokondriyak Yakınmaların toplumumuzda yaygın olması; bu anomalileri, kendi içersinde rehabilite edebilecek sosyal dokumuzun çürümeye yüz tutması, genellikle bu hastalığa düçâr olanları bir ânda Kişisel Gelişim Teknolojilerinin hammaddesi -özelde müşterisi- yapıveriyor. Kezâ bu müşteriler, benlik çatıları ve anlam yükleri açısından son derece zayıf bireyler oldukları için, bu seminerlerde mârûz kaldıkları telkinlerle birlikte bu işi kıvırdıkları yanılsamasına düşebiliyorlar.

Bu arada bu yanılsamanın farkına varana dek, benlik teknolojilerinin ve kişisel gelişim uzmanlarının reklamını yapmaya da maalesef devam ediyorlar. Kaldı ki bu hastalık grubu, zâten doğası ve duygulanımı gereği, abartmaktan ve çarpıtmaktan son derece hazzeden bir konfigürasyona sahiptir. Bu i'tibârla, kişisel gelişimcilerin seminerlerine katılan ve sonuç olarak bu seminerleri överek gerçek dışı bir sublimasyona (yüceltmeye) başvuran katılımcıların bu görüşlerini de pek nazar-ı dikkate almamak gerekiyor. Çünkü bu alıntılama, son kertede yanıltıcı çıkarımlara ve dezinformasyona neden olabiliyor.

Aptal Durumuna Düşmemek

Daha önce söylediğim gibi bu katılımcılar, verdikleri yüklü paralar nedeniyle aptal derekesine düşmemek veyâ kendi sosyal çevrelerinde komik duruma düşememek için, bu tür seminer faaliyetlerine katılmayı bir ayrıcalık olarak takdîm ettikleri gibi, kendilerinden sonuç olarak bir değerlendirme istendiğinde, katılmış oldukları semineri asla eleştirmemeye ve -her ne olursa olsun- övmeye koşullanmış oluyorlar.

Çünkü aksini iddiâ etseler, hem kendileri için boş ve anlamsız bir didinme olduğu gerçeğini göğüslemek zorunda kalacaklar, hem de o kadar parayı kaptırdıkları için kendilerini küçük düşürmüş olacaklar. Egoların havada uçuştuğu bu zamanlarda, kim durduk yerde kendi kalesine gol atar ki? Bu ince hesaplar bile, Kişisel-Gelişim Uzmanları'nın neden çok ciddî eleştirilere mârûz kalmadıklarını açıklamaya yetiyor. Zâten katılımcıların mârûz kaldıkları hipnotik telkinler de bu yönde bir eleştiri getirebilmelerine mâhâl vermiyor.

Sığlığın Vermiş Olduğu Görece Derinlik

Bununla birlikte, post-modern zamanlardaki yaşantılar öylesine sığ ve tek düze ki; bireyler, 3-5 saatlik bir seminer ile yaşamış oldukları görece içe dönüklüğü veyâ görece derinliği, o ana kadar tecrübe etmemiş oldukları sıra dışı bir deneyim olarak algılıyorlar. İzâfiyet açısından ve fenomenoloji dürbününden baktığımızda bu yanılsama; saymaca değerlere yaslanan yaşantıların bireyin derûnuna demirleyemediğini, bir gece kulübüne gitmek ile bir kişisel gelişim seminerine gitmenin hemen hemen aynı psikodinamik bağlama hizmet ettiğini ortaya koyuyor.

Hayatında hiç Laila'ya veyâ Reina'ya gitmemiş birisinin, ilk gittiğinde yaşayacak olduğu farklı edimler, duygulanımlar veyâ büyülenme ile, kişisel gelişim seminerlerine katılan bireylerin tadımlayacağı deneyimler veyâ majik etkilenmeler, elbette ki türdeş ve benzeşiktir. Son tahlilde, sığlığın ve basitliğin yaratmış olduğu tek-düze yaşantılarımıza, eksantrik bir misafir gibi giren kişisel gelişim nosyonları, özelde kendi sığlığımızdan kaynaklanan ve bu nedenle de çok derin ve etkileyici bir bağlama sahiplermiş görünen çürümüşlüğüyle, bağışıklığını kaybetmiş açık ve bizâr yaralarımıza mikrop bulaştırmaya devam ediyorlar. Bu nedenle bu seminerlerdeki içselleştirmeler, bireyin sonraki yaşantılarına eklemlenemiyor ve son tahlilde yüzeysel kalarak, ancak-ve-ancak bireylerin derûnlarında yaşamış olduğu maskeli depresyonu ödünlemeye veyâ geçiştirmeye yetebiliyor.

Narsizma ve Semptomatik veyâ İdiografik Tanı Ölçeği

Yine bu benlik teknolojilerinin müşterilerine baktığımızda, gayet dominant bir narsizmayı tespit edebilirsiniz. Bu açıdan baktığımızda, ülkemizde psikiyatra gitmek bir eksiklik ve hoş olmayan bir durum olarak kabul ediliyorken, bir kişisel gelişim uzmanına gitmek bir üstünlük veyâ ayrıcalık pâyesi olarak görülüyor. Nasıl ki Rolex marka saat, bireylerin toplumsal sınıfını imliyor, aynen öyle de, kişisel gelişim seminerlerine katılmak da, beyazlara mahsûs bir ayrıcalık olarak hüsn-ü kâbûl görüyor. Bu kertede en can alıcı nokta ise, Kişisel-Gelişim Uzmanı ile müşterisi arasında vâkî olan "Al gülüm, Ver gülüm" seremonileridir.

Örneğin, bu seminerlere müşteri olan bireyler, -parayı da ödediği için vesâyet taslayan, övünen, vâsî gibi hareket eden, aslında bu semineri almakla lûtfen davranan ve sâdece merak ettiği için bu etkinliğe katılan, gerçekte kusursuz olduğunun farkında olan, bu tür gruplara hem merak ettiği için hem kendisini daha da geliştirmek istediği için lûtfen katılan- bir söylemle hareket ediyorlar. Bu i'tibârla müşteriler, her şeyin yolunda olduğunu, kendisinin de normal ve kusursuz olduğunu, sâdece-ve-sâdece daha mükemmeli yakalamak için böyle bir etkinliğe katılmayı düşündüğünü her hâliyle belli etmeye çalışıyorlar.

Bu minvâlde bir müşteri (clients), bu davranış repertuarı ile, bir nevî bu durumunun onaylanmasını bekliyor ve buraya sorunlu biri olarak gelmediğinin altını her fırsatta çizmek istiyor. İşte tam bu noktada "Al Gülüm" faslı bitiyorken, bu kez ardışık olarak kişisel gelişim uzmanlarının "Ver Gülüm" faslı başlıyor.

Kişisel gelişim uzmanları, ticâri kaygılarla olsa gerek, hem müşterilerinin kusursuzluğunu onaylıyorlar, hem de müşterilerinin çok güzel bir karar verdiğini yineleyerek, "Siz elbette ki kusursuz, iyi kazanan, hâl-i vakti yerinde son derece başarılı bir insansınız. Siz de bir anomali kesinlikle yok. Sadece meta-programlarınızı restore edeceğiz ve göz kası yorgunluğunuzu gidereceğiz, Yoksa siz, asla psikolojikman sorunlu birisi değilsiniz. Tersine, bundan müstağnîsiniz.", demeye getiriyorlar. Hâl böyle olunca, Kişisel-Gelişimci Benlik Teknolojileri'nin mâmülleri, son tahlilde sosyo-ekonomik düzeyi yüksek olan katılımcılarına hem bir üstünlük ve ayrıcalık veriyor, hem de palas pandıras tüketebilecekleri ve talan edebilecekleri yeni bostanlıklar yaratabiliyor.

Dolaysıyla bu seminerler, toplumumuzda seçkin beyazlar yaratıyorken, kolektivist sosyal dokumuzu deforme edebilecek psiko-etnik çatlakların ortaya çıkmasına da yol veriyor. Demek ki bu benlik teknolojileri, tüketim kültürünün ve ideolojisinin direkt bir sonucu olarak, sınıflar arası klasifikasyonun da göstergesi türevinde hamlini vâazettiği için, millî ve manevî mayamızın dejenere olmasına ve sosyo-psikolojik tutkallarımızın da güç kaybına uğramasına neden olabiliyor.

Etkinliğin Çoğul Katılıma Açık Olması ya da Gizli Bensizlik

İktisatta bir teori vardır. Gizli İşsizlik diye… Bu teoriye göre, bir işi reel ölçütler dahilinde ve optimal üretim hızı ile yapmak verimliliğin olmazsa olmaz şartıdır. Yine bu teoriye göre, bir iş için fazladan ayrılan zaman ve yaratılan istihdam ise, gizli işsizlik olarak tanımlanmaktadır. Örneğin, bu tür çalışma gruplarında bâzı işçiler, işsizliklerini gizleyerek veyâ kendilerini fark ettirmeyerek, işleri ağırdan alarak, çok etkin roller üstlenmeyerek, ama sonuçta işini tastamam yapmış olarak ücret alırlar ve hayatlarını ikame ettirirler. İşte bu mizânsende tekrar konumuza dönecek olursak, gizli bensizliğin de hemen hemen aynı psikodimanik anomaliye hizmet ettiğini bulgulayabiliriz.

Şöyle ki; kişisel gelişim seminerlerine katılanlar; özenle kusurlarını, benliksizliklerini, aczîyetlerini gizlemeye çalışıyorlarken, birebir analiz olmaktan kurtulabildikleri gibi, hem kendilerini güvende hissedebiliyorlar hem de kendi gerçeklikleriyle yüzleşmeyi erteleyebiliyorlar. Yoksa, ekonomik düzeyi yüksek olan bir katılımcıların, uzun süreli birebir bir psikoterapiye değil de kısa süreli ve katılımcıların sayıca çok olduğu kişisel gelişim seminerlerine katılmaları daha başka nasıl açıklanabilir ki?

Çünkü uzman bir terapistle görüşmek, hem narsizmalarını zedeleyecek hem de bu seminerlere eğlence ve tüketim kültürü içersinde katılabilmenin önünü kesecektir. Unutmamak gerekir ki, tedâvi; inanmak ve kabullenmekle başlar. Ama kişisel gelişim furyasına kapılanlar, hem kendi nevrotik durumlarını kabullenmekten kaçınıyorlar, hem de kendilerinde bir tıkanıklık (stagnation) olabileceğine asla inanmak istemiyorlar. Dolaysıyla toplu katılımları tercih ediyorlar. Böylece kendi yeknesaklıklarının fark edilebilmesinin önüne geçebiliyorken, sekonder kazanç olarak böyle bir seminere katılmanın ayrıcalığını ve seçkinliğini de sonuna kadar bir üstünlük pâyesi olarak kullanabiliyorlar!

Özetle; modernite, kutsalı İsâ'nın, Mûsa'nın, ve Muhammed'in elinden alarak, Tanrı'yı yerinden etmiştir. Post-modern zamanlarda, bu gaspçılığa tam bir eleştiri getirilecek diye umut ederken, bu kez de modernitenin havârîleri ve sahte peygamberleri ortaya çıkarak ruhlarımıza makyaj yapmaya kalkıyorlar. Bu sahte peygamberlerin reçetesi ise ancak ABD doları ile satın alınabiliyor. Hatta siz de 10.000.- USD'yi gözden çıkarıp 3-5 haftalık bir eğitime katılıp ve parasını peşin ödeyip, Kişisel Gelişim Uzmanı olabilir, belgelerinizi çerçeveleyebilir ve duvarınıza asabilirsiniz. Ezcümle, ânında aydınlamış sahte bir peygamber olarak dâhiyâne tebliğinize başlayabilirsiniz.

Bu da yetmezmiş gibi, Modernizm, her şeyin içini öylesine boşaltmış ki, sûfîlere mahsus "Ölmeden önce ölünüz" nüktesi, tamamen ters yüz edilmiş bir şekilde hepimizin hikâyesini özetliyor. Bu kaotik zamanlarda hemen hemen hepimiz, aydınlanarak mutlak hakîkate ve sevgiliye kavuşarak ölmeden önce ölmüş değiliz; tersine, muğlak gerçekliklere ve karanlığa gömülerek sevgiliden ayrı düşmeye mahkûm olarak psikolojikman ölmeden önce ölmüşüz. Nefsen değilse bile rûhen, zâhiren değilse bile bâtınen ölmüşüz…

Çünkü zamanlarda, mütemâdiyen rûhun ölümüne; tanrının tenzîl-i rütbesine; geleneklerin ancak pahalı lokantalarda veyâ festivallerde yaşatılmasına, bâzen belgesellere konu olmasına; boşluk hissine kapılmış gençlerimizin mâbedini yitirmiş serseri mayınlar gibi oradan oraya koşuşturmasına; pop-psikoloji ürünü kitapların, kutsal ve anonim metinlerden daha çok okunmasına; ünlüler çiftliğindeki kavgaların kakofonisine; "Biri bizi Gözetliyor" yarışmasındaki maskeli balolara; ulusumuzun, Melih'çiler ve Eraycı'lar olarak ikiye bölünebildiğine ve sosyal tutkallarımızın ne kadar da zayıfladığına; "Gelinim olur musun" veyâ "Size anne diyebilir miyim" yarışmalarındaki nevropatik ağız dalaşmalarıyla, edeb ve âdâbın reyting deccâline kurban edilişine; "Kadının Sesi" programlarıyla mahremiyetin ölümüne; toplum olarak paralize olmuş bir şekilde maç izliyormuş gibi, yanı başımızdaki bir savaşı künt bir şekilde -kütük gibi- izleyebildiğimize; ancak "Kurtlar Vadisi" ile erkeksi libidomuzun limitine kadar tatmin olduğuna; otontisiteyi sâdece huzur evlerindeki yaşlılara yakıştırdığımıza; çizgi film kahramanları gibi ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize, hangi banka ile çalışacağımıza ve hangi GSM operatörünü kullanacağımıza karar veren reklamcıların telkinlerine çocuklar gibi kandığımıza ve rollerimizi kusursuz oynadığımıza; ve en kötüsü de, bilinen tarihimizin devamı olmayan ve tarih-dışı kalan bir geleceği kovuşturduğumuza tanıklık ediyoruz…

Bilmiyorum, anlatabildim mi?

Sanırım merak ediyorsunuz! Bu pek tanınmış Kişisel-Gelişim Uzmanı ve NLP Master Tariner'ı bu tespitlerim karşısında ne dedi. Hiçbir şey dostlar, maalesef, hiçbir şey söylemedi. Ama ben, cevabı size bırakıyorum! Allah aşkına siz söyleyin! Kral mı çıplak, ben mi çıplağım!

L Cevabı biliyorsunuz! Ama benim cevabım şu ki, hepimiz çıplağız! Tıpkı, Sezen Aksu'nun, "Deli Kızın Türküsü" albümündeki "Mâsum Değiliz" şarkısında terennüm ettiği gibi….

MÂSUM DEĞİLİZ

Kan ter içinde uykularından uyanıyorsan eğer her gece, 
Yalnızlık sevgili gibi, boylu boyunca uzanıyorsa koynuna.. 
Olur olmaz yere ıslanıyorsa kirpiklerin artık her şeye,
Anneni daha sık anımsıyorsan, hatta anlıyorsan…

Kalbini bir mektup gibi buruşturulup fırlatılmış,
Kendini kimsesiz ve erken unutulmuş hissediyorsan, 
İçindeki çocuğa sarıl! 
Sana insanı anlatır!

Eller günâhkâr!
Diller günâhkâr!
Bir çağ yangını bu,
Bütün dünya günâhkâr!

Mâsûm değiliz hiçbirimiz… 
Mâsûm değiliz hiçbirimiz…
                                                                                    
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş