Kemal-Sayar-Urun-Resim_1991-600X450.jpg

Ruhun Labirentleri ne Mektup

Akın Yılmaz, Açık Radyo, 16/02/2005
Sevgili Kemal Sayar,

Beni ve tüm Açık Radyo dinleyicilerini “Ruhun Labirentleri”nde gezdirdiğiniz için size teşekkür etmeye kalkışsam, kelimeler yetmeyecek…

Giderilmesi için yıllardır bilimden (biricik mürşidimizden) yardım beklediğim bir büyük hasretten, siz varken başka kime söz edebilirim?

Tasavvuf felsefesinin önemli ustaları, kalbe zarar veren dört temel duygudan söz ederler: Hırs, Acele, Haset, Kibir…

Konuya yabancı olan okurlar için malûmat: Tasavvufta Kalb ya da Gönül kelimesiyle simgelenen anlam-çerçevesi, “İnsanın gerçek idrak ve farkındalığının merkezi; insanın beden/ zihin/bilinç bütünlüğü; ya da kısacası “ruhun zihni” gibi ifadeleri içerir.

Oysa, malum, Kartezyen Psikiyatri sadece beyin üzerine odaklanıyor. Türkçe adının “ruh-bilim” olmasına aldanmayın; Pozitif bilim “ruh” diye bir şey tanımaz. Ruh bir yana, “zihin”, “bilinç” vb. güncel kavramların bile yeterli tanımları yapılmadı henüz…

Kartezyen bilimin günümüze kadar pek umursamadığı, büyük düşünür Spinoza ise, üç temel duygudan bahseder: İstek,Üzüntü, Sevinç… Ve tüm diğer duygular, bu üçünün üzerinden gelişmiş/bozunmuş/bozulmuş bileşikler ya da bileşkelerdir…

Öte yandan, halk lisanındaki, binlerce yıllık bir etimolojik geçmişten bugüne ulaşmış kelime ve deyimlere baktığımızda, duygular hep kalbimizle ilintilidir. Kalbimiz sevinçten çatlayacak gibi olur, yüreğimiz üzüntüden daralır”, kalbler kırılır, burulur, incinir, ferahlar… “Beynim kırıldı, beynim incindi” diyen birine rastlamadım…

Ne var ki, bilmem kaç bin yıllık fosillerin hücre DNA’larına dayanarak koskoca bir evrim teorisini kanıtlarken “Geçmişin Mirasına” pek güvenen pozitif bilim anlam dünyasının binlerce yıldır yaşayan DNA hücreleri olan halk lisanındaki kelime ve deyimlere hiç kulak vermez, onların doğal-kökenlerini araştırma zahmetine pek girmez. Girse bile etimoloji ile sınırlı tutar; başka bilim dallarına sıçratmaz…

Pek de maço karakterlidir pozitif bilim; yüksek manevra kabiliyetli savaş helikopterleri yapabilmek için doğaya yönelip su-sineklerini incelemekten hiç yüksünmez iken, sıra psikiyatri bilimine, örneğin duygularla kalb arasındaki ilişkiyi araştırmaya gelince bunu pek romantik bir yaklaşım olarak görür bu tür olguları küçümseyip görmezden gelir.

Pozitif Bilim’den yüz bulamayan zavallı kırık kalb de, çaresiz, başka taliplerin ilgisiyle yetinmeye mecbur kalır. Eee, insan kalbi bu, boşlamaya gelmez! Zavallı duygu hazinemiz, ya “günah/sevap” hapishanesinde büyümüş (ve böylece, din’in gerçek özünden uzak düşmüş) sözde-dinsel yaklaşımlara ya “iyi/kötü” nitelemeleriyle perdelenmiş etik söylemlere; ya “doğru/yanlış” yargılamalarıyla ambalajlanıp metalaştırılarak tüketime sunulmuş Kişisel Gelişim / Duygu Yönetimi “fast-food”larına malzeme olur.

Oysa, duygularımız da –tıpkı duyularımız gibi– insanın araç-gereçleri, imkânlarıdır. Düne kadar metafiziğin yeraltı faaliyetine terk edilmişlerken, kuantum fiziğinin “keşfinden” beri artık resmi bilimin ve tabii, tıbbın da –örneğin nöro-psikiyatri laboratuarlarının– ilgi alanına girmektedirler. Örneğin, kuantum psikiyatrisinin beyine odaklanmakla yetinmeyip, coğrafi’ sınırlarını siyasal’ birliktelikler için esneteceğini ve insan uzuvlarını daha holistik bir bünyede inceleyeceğini iddia edenler var. Psikiyatri bilimi, beynin kıvrımlı koridorlarında ‘cevher’ aramayı sürdürürken, bir yandan da bilim öncülerinin gayretiyle Ruhun Labirentleri’nde uzay uçuşları yapmaya başlıyor artık, şükürler olsun…

Madde-evrenin uzay araştırmalarına nice astronomik bütçeler ve şan-şöhret kredileri tahsis edilmiş iken, Anlam-evreninde uzay uçuşu yapmak NASA’nın nesine! Aptal mı adamlar, yepyeni egemenlik ve tüketim teknolojilerine ulaşmak dururken, parayı sokağa (ya da metafizik çöplüğüne) niye atsınlar!..

Cahilce safsatalarla şişirilmiş bu girişten sonra, ilacını “Ruhun Labirentleri”nde bulmayı umduğum şu “yıllanmış hasret” konusuna geleyim… (Belki Sevgili Sayar bir programında bu konuyu da inceler.)

İnsanız, duygularımız var. Merkez-üsleri ister beyin, ister kalb olsun. Hayatımızda da bu ikisi epey birbirine karışmış durumda zaten. İster “hem ora/ hem bura/ hem daha-ötesi” olsun; bu duygular hayatımızı her şeyden, hatta çoğu kez, akıldan bile fazla etkiliyor. Hele hele bir duygu, yoğunlaşıp “tutku”ya dönüştüğünde, görün bakalım, “ben”likler ülkesinde “kayıtsız şartsız egemenlik” kime ait imiş!..

Eli öpülesi Moris Fransez’in toplumumuza hediye ettiği Spinoza’nın Taosu’nu okurken, “passion” (tutku) kelimesinin köken olarak, “passive” (pasif) ve “action” (eylem) sözcüklerinden türemiş olduğunu öğrendiğimde, şaşkınlıktan dehşete düşmüştüm; dehşete ilk kez minnettar kalarak…Bir duygu eğer “tutku” yoğunluğuna erişmiş ise, akıl(ımız) pasifleşiyor, tutkumuza tutsak oluyoruz; bu kadar basit!..

İnsanın, kendi psikolojisiyle ilgili, yıllardır net bir yanıt bulamadığı bir sürü sorusuna, sadece bir etimoloji bilgisiyle böylesine açıklık kazandırabilmek, nasıl bir bilim ustalığıdır, pes!.. Günaydın Spinoza, merhaba Fransez!

Bu örnek vesilesiyle yinelememiz gerek, inançla ve yüksek sesle: Psikiyatri, kendi anlamsal-arkeolojisini ve etimolojisini oluşturmak zorunda! Hatta, bu ikisine zihin-uzayı astrofiziğini de katabiliriz; bunlar yan-yana ve el-ele yürüme mecburiyetine –ve imkânına– sahipler.

Arkeoloji ve astrofizik, madde-evrenin takviminde birbirine binlerce yıl uzak olan bu iki bilim dalının, anlam-evreninde nasıl da iç içe olduğunu görmek, bir “sürekli-mucize”ye tanık olmak değil mi? Böyle bir bakış, disiplinler arası perspektifi birdenbire nasıl da genişletiyor, baksanıza: İnsan Bilinci’nin –belki de “hakiki” evrenimizin– geçmişi ile geleceği, “aynı uzayda, yan yana” durmakta… Merhaba kuantum psikiyatrisi, merhaba zihin-uzayının astrofiziği, merhaba bilincimizdeki kara-delikler, kurt-delikleri, Holografik Evren teoremleri, merhaba!.

Peki, sahip olduğumuz duyguların ne menem şeyler olduğunu, ne işe yaradıklarını, ne zaman hayata-dönük (üretici), ne zaman ölüme-dönük (tüketici) etki yaptıklarını, anlamak istemez miyiz? Ben çok isterim. En doğal malzememiz olan duygularımızın içyüzünü öğrenemeyecek isek, neye yarar bunca eğitim bütçesi, bunca bilim fonu, bunca teknoloji fonu. “Ya bu nice bilmektir!” diye azarlamaz mı bizi, kutlu ozan?

Neyin peşinde olduğumu anlatabilmek için, bir örnek seçeyim; Yazıya başlarken Tasavvuf’tan ödünç aldığım şu “Kalbe zararlı dört afet”ten biri olan “Haset” (kıskançlık) duygusunu ele alayım.

“Kıskançlık ayıptır”, tamam. “Kıskançlık günahtır”, tamam. (Ama bunları bilmek, beni iyileştirmediği gibi, daha da suçlu hissediyorum şimdi.)

Bana nasihat değil, net bilgiler, açıklayıcı denklemler gerek. Nitekim Tasavvuf da, “kötü”, “ayıp”, “günah” vb. değer yargıları ile değil, “afet” terimiyle yaklaşıyor; Afet: Sakınılacak şey; yıkıcı boyutta zarar veren belâ.

Haydi, “acemi şansı”na güvenip, bu denemeyi derinleştireyim; bir yöntem seçeneği olarak da Spinoza’dan esinleneyim:

Üç temel duygu varmış hani; İstek, Üzüntü, Sevinç. Diyelim ki, “Sahip olmak istediğim bir şey vardı; başka biri benden önce ona sahip oldu.” İsteğim gerçekleşmediği için üzüntü duydum… Bir ‘öteki’ kişinin sahip olması ise, kıskançlık denen bileşik duyguyu türetir içimde. Bu kıskançlık duygusu, beni (kalbimi, zihnimi, vicdanımı…) rahatsız etti ki, mutsuzluk dediğimiz tanımı yapılamaz duygu, bu rahatsızlığın en belirgin semptomu olabilir.

Fiziksel üşümenin semptomu burun tıkanıklığı ise, duygusal üşümenin semptomu niye “kalb tıkanıklığı” (mutsuzluk) olmasın ki?

Madem ki disiplinler arası düşünmek gerekiyormuş; öyleyse biraz da ekonomi bilgilerinden (ama, klasik veya liberal veya ne-o-ne-bu-liberal ekonomiden değil, holistik ekonomiden) yararlanalım:

Birinci bilgi: “Sahip olduğumuz şeyin değeri, bize neler kazandırdığı ile ölçülür.” İkincisi: “Sahip olduğumuz şeyin değeri, ona sahip olmak için ne yitirdiğimiz ile ölçülür.”

Bu ikinci bilgi, nedense hiç kullanılmaz. Kullanılsa idi, iki orgazmlık “ben” fiyakası veya üç kuruşluk kazanç hırsı uğruna, hayatımızdaki nice ozon tabakaları, böyle pervasızca delinir miydi acaba?

Şimdi, bu ekonomi bilgilerinin ışığında bir enflasyon muhasebesi yapalım: (“Inflation” sözcüğünün türediği “inflate” fiilinin “hava ile şişirmek, gururlandırmak” anlamına da geliyor. “Gurur” sözcüğü ,ise Arapça’da “aldatma, aldanma” anlamına geliyormuş.)

Kıskançlık duygusu, hangi farklı duyguları kazandırdı bana? Öfke, mutsuzluk, intikam isteği (kendimi ve/veya ötekini cezalandırma eğilimi), huzursuzluk, bozulan uykular, psikosomatik hastalıklar vs… “Seç seç al, Yıkıcı/Tüketici Duygular reyonumuz, hizmetinizdedir.”

Aynı kıskançlık duygusu, neler kaybettirdi hangi olumlu duygulardan beni mahrum bıraktı? En başta, -zıddı gibi görünse de aslında öz-kardeşi olan- bir başka duyguyu engelledi: Hayranlık duyma keyfinden yoksun bıraktı beni…

Aynı olay/durum karşısında, kıskançlık yerine hayranlık da duyabilirdim. Zaman zaman hepimiz yaşamaz mıyız bunu? Bizim yapamadığımız bir şeyi bir başkası yaptığında, hayranlık duyabiliriz, sevinç duyabiliriz. Rakip takım güzel bir gol attığında alkışlamak gelmedi mi hiç içinizden? (Ve “sürü yasası”nın cezalandırmasından çekinip, bu soylu isteği bastırmak zorunda kalmadınız mı?)

Kıskançlık ve hayranlık… Neredeyse tamamen aynı genleri taşıyan bu iki akraba duygu arasındaki en belirgin fark, kıskançlığın olumsuz (tüketici, yok edici, mutsuzluk verici) etkilerine mukabil, hayranlığın olumlu (üretici, teşvik edici, bütünleştirici, paylaşma zevkiyle mutluluk verici) etki yapması değil mi? Yine çok bilindik bir örnekle açalım hemen; Küçük bir çocuğun, yaşından beklenmeyecek şekilde “önemlice bir söz” söyleyerek bizi şaşırttığı durumlar vardır hani. Bu, sevdiğimiz bir çocuk (başta kendi çocuğumuz/torunumuz) ise, ona hayran oluruz, sevinçten deliye döneriz, içimiz mutluluk dolar. Peki, ya sevmediğimiz bir çocuk (veya sevmediğimiz birinin çocuğu) ise? Bu kez, kıskançlık duyarız; hatta kendimizi tutamayıp “Hıh! Belli ki o lafı birileri ezberletmiş; papağan, n’olucak!” deyiveririz.

Aman tanrım! Bir insana duyduğumuz nefreti, bambaşka bir insana, masum bir çocuğa, nasıl da acımasızca yansıtırız!.. Nerede kaldı hukuktaki “cezanın şahsiliği” ilkesi; nerede kaldı “çocuklar hepimizindir” sevecen nutukları!..

Fark ettiniz mi, “sevdiğimiz” birine hayranlık, “sevmediğimiz” birine kıskançlık duymaktaymışız… Sakın şu birbirine çok yakın genetiğe sahip kıskançlık ve hayranlık duygularının denklemleri arasındaki fark, birinin “sevgi”, ötekinin “nefret” içermesi olmasın?..

Diyeceksiniz ki, “sevdiğimiz birinin başarısını da kıskanabiliriz!” Doğru. Ama ona kıskançlık değil “gıpta etmek” denir. Dilimizde, tüm duygular için özel adlar vardır; bunların çoğunun içi boşalmış ya da ilk-anlamlarından uzaklaşmış olsa bile. Aynı kişiye karşı hem sevgi hem nefret duymak da mümkün. Bütün mesele, sevgi/nefret oranını denklemdeki yerine koyabilmekte…

Önce, Spinoza’nın temel formülünü örneğe uyarlayalım: İstek duyduğum şeye ötekinin sahip olması bende sevinç yarattı ise; o kişiye karşı sevgi duyduğum içindir. İstek duyduğum şeye ötekinin sahip olması bende üzüntü yarattı ise; o kişiye karşı nefret duyduğum (ya da sevgi duymadığım) içindir.

Başlangıçta, nefret ille de gerekli değil. Benim istediğim şeye başkasının sahip olduğunu öğrendiğim an, nefret kendiliğinden geliverir zaten; çok teklifsiz, sırnaşık bir konuktur o. Olumsuz duyguların hepsi öyledir; bir boşluk görmeyiversinler, hemen üşüşürler. Fizik ilkesidir, malum: Doğa, boşluğu sevmez.”

Şaka maka derken, “Duyguların Matematiği”ni mi icat ediyoruz? Aman ha, aklınıza Lineer Matematik Mantığı gelmesin, Duygu Matematiği’nde elbette ki fuzzy logic kullanılmak zorunda. Aksi halde, insanın zenginliklerini keşfedeceğiz diye uğraşırken, maazallah, insanı mekanik bir robota çeviriveririz. Bu ise, hayat üretenlerin değil, olsa olsa, “Creative Reklam Yazarları”nın işine yarar. Hani şu, “Herkesin bir ideali olmalı” şeklindeki masum hayat bilgisini bile, “kendini ve dünyayı tüketme kredi kartı” için reklam sloganı yapmaları gibi. Eskiden “O herif para için anasını bile satar” denirdi. Meğer, paranın da ötesi varmış, para için ruh da satılabiliyormuş.

Bu verilerin ışığında, kıskançlık duygusunu niçin ehlileştirmem gerektiğini şimdi daha iyi sezebiliyorum: Günah veya ayıp veya kötü olduğu için değil… Ruh ve beden sağlığıma, akıl ve duygu zenginliğime, bireysel ve sosyal huzuruma zararlı olduğu için. Nice güzel üretimlerde kullanabileceğim zihinsel/fiziksel enerjilerimi, beyhude yere tükettiği için. Beni bir sürü olumlu duygudan ve gelişme/büyüme olasılıklarından yoksun bıraktığı için… Holistik ekonominin “kazan/kazan” ilkesi kadar rasyonel, değil mi?

Bu zırvaya son vermeden önce, hatırlamakta yarar var: Bu tür çabaların hedefi, “insanı formüle etmek ve mekanik-nesneleştirmek” olmamalı elbette. Sadece, bir takım “denklemsi”ler yoluyla, “ruhsal müktesebatımızın envanterini” çıkarmaktan söz ediyoruz, hepsi bu.

Mesela, bu saçma yazıyı yazarken fark ettim ki, birini kıskanıyor isem, bu, onu pek de sevmediğime dair bir ipucu olabilir. Suretle, “seviyor olduğuma” kendimi inandırdığım birini aslında pek sevmediğimi, (mesela sahip olmak, kontrol etmek, yararlanmak vb. gibi farklı isteklerimi sevgi makyajı ile kamufle ediyor olabileceğimi) teşhis edebilirim. Böyle teşhisleri artırarak, kendi kalbimi tanıyabilirim ve arındırabilirim.

Kimyada, karışık bir maddeyi arındırmak için, onun içerdiği tüm maddeleri analiz edip tanımlamanız gerektiği gibi, ruh kimyamızı (ve onun parçası olan duygularımızı) arındırmak için de, bu tür analitik denklemler, niçin işe yaramasın?

Ve sonuç olarak, kıskançlık/hayranlık örneğinden yola çıkıp, diğer duygularımızla ilgili denklemler de kuramaz mıyız? Böylece, şimdiye kadar yanıtsız kalmış sorularımızı, çözümsüz kalmış sorunlarımızı; iç-doğamızdaki malzemeleri gözlemleyip görece de olsa açıklayamaz mıyız? Özellikle, bizi çaresiz kuklalara, savaşkan robotlara dönüştüren korkularımızı, hırslarımızı, kibrimizi (ve kibir değneğinin öbür ucu olan aşağılık-kompleksimizi) böyle analitik denklemlerle somutlaştırıp, onları “anlaşılmaz” olmaktan kurtaramaz mıyız? Neden olmasın?..

Kartezyen paradigmanın ürünü olmasına rağmen, zihin-mekaniği konusunda verdiği bir sürü ipuçlarıyla bizi zenginleştiren bilişsel psikoloji de bu yönde epeyce yol almış değil mi zaten?.

İşte böyle, Sevgili Sayar, “Ruhun Labirentleri” programından keyif alacak kadar heveskâr, düşüncelerini laf-ebeliğiyle bile anlatamayacak kadar cahil olan bir dinleyicinizin, bu tür bilgilere, yaklaşımlara hasreti var.

Yardım ederseniz, bu dinleyiciniz, son nefesinde (Allah gecinden versin) “keşke”lerle yakınmak yerine, sevinç ve şükran duyguları içinde şöyle mırıldanabilir: “Vaaay beee! Hayatın sırrı da, anlamı da, kaynağı da, hedefi de, sevgiymiş meğer!..”

Ruhun Labirentleri, Açık Radyo’da her Cuma 15:30-16:30 saatleri arasında yayınlanıyor.
                                                
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş