Psikoterapi daha iyi bir geleceğin inşası için yardımcı olabilir mi?
Nick Totton - Özetleyerek çeviren Psikolog Lamia Kalender
Bu yazı; 2004 yılı Ekim ayında, British Association for Counselling and Psychotherapy tarafından düzenlenen "Gelecek Terapide mi Saklı? (Is therapy the future?)" isimli konferansın ana düşüncesine vurgu yapmak amacı ile hazırlanmıştır.
İlk önce, bu konferansın başlığı olarak sunulan " Gelecek terapide mi saklıdır?" sorusunun uygun olmadığını söyeyerek başlamak istiyorum. Bu soru yerine "Terapi ve Danışmanlık ile İçiçe Olan Bizler, Geleceğin Daha İyi Olabilmesi İçin Neler Yapabiliriz?" sorusunu sorarak başlamalıyız. Tabii ki bu, geleceğin nasıl olmasını istediğimizle de bağlantılıdır.
Kişisel olarak, geleceğin terapide saklı olduğuna inanmıyorum. Çünkü ben, terapinin sadece insanlık için iyi bir gelecek sunmak için değil, bağlı olduğumuz bütün gezegen için gerekli olduğunu düşünüyorum.
Psikoterapi sadece gelecek adına olan vizyonu ile değil, geçmişe dönük olan yüzü ile de önem taşımaktadır. Buradaki iddia, şimdinin ve gelecek zamanın geçmişe bağlı olarak geliştiği ve ancak aralarındaki ilişkiyi özümseyerek, geçmişi tekrar etmeyecek şekilde özgün bir gelecek yaşayabileceğimizi savunmaktadır. Ama ben, terapinin gelecek için gerekli olduğu başka durumları da araştırmak istiyorum. Çünkü terapi her zaman "bir insan nasıl olmalı" temasında kendine bir yer bulmuştur ve olmamız gereken yere nasıl gelebileceğimiz öngörüsünü de kazanmamızı sağlamıştır.
Belki, terapinin insanların nasıl olması gerektiği konusunda neden önemli olduğunu biraz da olsa açıklayabilirim. Bence bu, danışanlarımız ile olan ilişkimizdeki yaklaşımımızın kaçınılmaz bir parçasıdır. Terapi yaklaşımlarında açıkça görüyoruz ki, çare bulmak ve uyumu sağlamak çok önemli.Öyle ki, insanlar sağlıklı ve her şeye iyi uyum sağlamış olmalı. Ama burada önemli bir nokta var, "neye iyi uyum sağlanmalı?". Her uzman, danışanının kendi hayatı için doğal ve kabul edilebilir olana uyum sağlamasını bekler. Çünkü aşırıya varan beklentiler kişileri büyük karamsarlıklara sürükleyebilir.
Süreç odaklı uzmanlara göre, insanlar içlerinden geldiği gibi davranmalılar. Onların hayatlarının kontrolünü ele almak yerine, bilinçdışı bilgeliklerinin peşinden gitmeliler. Fikirler ve davranışlar başkalarıyla kıyaslanmak yerine yine kendi içlerinde ayrışmalılar. Bu da tam anlamıyla söz konusu olan konferansta bahsedilen politik programlar ile ilgili.
Birçok insan; insanlar için olan programlar ile toplum için hazırlanan programlar arasında hayali bir sınır çizme alışkanlığına sahipler. Burada bizim yapmamız gereken, toplumun öngördüğü şekilde, kişilerin olması gereken yerde durmalarını sağlamaktır. Eğer kişilere karşı olan duruşumuz tutucu olursa, topluma karşı olan duruşumuz da ayn şekilde olacaktır, bu da her şeyin aşağı yukarı aynı şekilde kalmasına sebep olacaktır. Yada biz gençken nasıldıysa yine aynı şekline geri dönecektir. Burada herhangi bir yanlışlık olduğunu savunmuyorum. Çünkü biz insanız ve bazı şeylerin, bazı insanların nasıl olması gerektiğine dair fikirlerimizin olması tabii ki çok normal.
Psikoterapinin de geleceği etkileyebileceğini düşünmek yada düşünmemek yine bizlerin elinde. Ama biz psikoterapistlerin bu konuyla ilgili olarak belli bir duruşa sahip olmamız gerekli. Tam da bu noktada terapinin sahip olduğu iki temel konumdan bahsetmek istiyorum. Bunların her ikisi de geçmişe yönelik olan açık gündemler, hem terapi hem de tüm evren adına. Bu iki pozisyonu "uzmanlık sistemi olarak terapi" ve "sosyal bir eleştri olarak terapi" olarak adlandırmak istiyorum. Geçmişten beri bu iki ayrı safta olan uzmanlar olmuştur ve hiç şüphesiz olacaktır da.
Uzmanlık Sistemi/ Yerel Bilgi
Geçen 20 yıl içerisinde, psikoterapistler ve danışmanlar, yaptıkları işi bir meslek olarak tanıtmaya başladılar. Şimdi bu meslek; nesnellik, test edilebilirlik, kendine has olma ve etkileyicilikten oluşan "uzman bilgisi"nin temel yapı taşlarına ihtiyaç duymaktadır. Bu bilgiye ciddi eğitimler ve radikal ayrımlar ile ulaşılıyor. Uzman olabilmek için teknik çalışmalara , yeni seviyelere ulaşabilmeye ve yeterliliğe önem veriliyor.
Roth ve Fonagy'e göre (1996) ; terapötik sonuca ulaşmayı etkileyen yegane faktör, iki insanın (terapist ve danışan) geliştirdiği ilişkinin kalitesidir. Uzmanlık sistemi oluşurken, yerel bilgiye dönme ihtimali, bir risk oluşturur. Yerel bilgi, doğada bulunması mecburi olan kaliteli ve pratik bilgiyi içerir. Öte yandan, yerel bilgi yaklaşımı, terapi aktivitesinin kendi içinde var olan bir çoğulculuk yapısına sahip olduğunu da savunur. Böylece, her uzman, her danışan ve aslında her seans, terapi uygulamalarına ait kendinden küçük yapılar sunar. Bunun sebebi en uygun terapi yapısına ulaşabilmektir.
Bu konu ile ilgili üzerinde durulması gereken önemli bir nokta daha var. Terapinin işleyişi için gerekli olan şeyler nelerdir? Bu soru bizi, benim en başta da üzerinde durduğum konuya getiriyor. Her terapi türü ve tüm uzmanlar "insanlar nasıl olmalıdır?" konsepti üzerinde tavır alırlar. Uzman sistemleri terapisi, tedavi ve uyum modeli üzerinde; yerel bilgi terapisi ise zorluklara katlanıp, süreci takip etmek üzerinde işler. Uzman sisteminde yaklaşım; terapileri, uzmanlık adına daha geniş sosyal önem taşımalarına göre sıraya koyar. Bu durum gelecekte muhtemelen "teknokratik tutum" (alınan kararların bireylerin veya kitlelerin ihtiyaçlarına göre değil, mevcut teknik imkânlara göre yöneten tutum şekli) olarak adlandırılacaktır.
"İnsanların hayattan memnun olmaları için neye ihtiyaçları vardır" sorusu bu tutumda, gerçek olarak adlandırılır. Memnuniyet verici hayat; özel donanımlara sahip kişilerin, duygusal ihtiyaçlarımızı karşılaması sonucu ortaya çıkar. Birçok yönden baktığımızda, toplumumuzda bir çok insan bu memnuniyeti elde edebilmek için çok az fırsata sahiptir. Bu yüzden terapistlerin görevi, önce kişilere sonra da toplumlara, onları boşluktan kurtaracak ve memnuniyete ulaşmalarını sağlayacak yeni anlamlar üretmektir.
Asıl konumuza dönecek olursak, daha iyi bir dünya için neler yapabileceğimizi bir düşünelim. Bence daha iyi bir gelecek için öncelikle psikoterapi ve danışmanlık ile keşfetmemiz gereken dört olası yükümlülük alanı mevcut. Birçok olasılık söz konusu olabilir ancak benim özellikle ilgimi çeken dört alan var. Bunlar; çatışmaları anlayışımız, travmaya bakışımız, ekopsikoloji ve ekoterapi kavramları, son olarak da gücü keşfedebilmek için terapötik ilişkiyi kullanabilmek.
Çatışmalar
Terapi, hangi seviyede olursa olsun, her zaman çatışmaların farkında olmalıdır. Bu çatışmalar; kişiler arası, kişiye has, gruplara özgü, ulusal veya tamamiyle uluslararası niteliklerde olabilir.
Eğer kendimle ilgili olan ve beni kızdıran yada utandıran bir şey varsa ben o kısmı kendim olarak kabul etmem ve kendi benliğim dışında bir yerde olduğunu varsayarım. Daha sonra rahatsız olduğum bu nitelikleri başkalarında da görür ve kendimden nefret edip benliğime saldırmak yerine bu nitelikleri gördüğüm diğer insanlara karşı nefret besler ve onlara saldırmayı tercih ederim (Klein,1975). Genele bakıldığında, kişiler arasında çelişkilere sebep olabilecek gerçek ve objektif sebepler yok gibi düşünülür. Zulme karşı savaşırız yada kısıtlı olan kaynaklar için mücadele veririz. Bunlar inanılabilir sebeplerdir. Aslında bu, bizim yabancı gördüğümüz ve tahammül edemediğimiz "öteki" ile ilgilidir. Bu da bizi içinden çıkılamaz tartışma ve çelişkilere götürür; ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, din düşmanlığı ve yabancı düşmanlığı gibi. Öte yandan bu çelişkilerden fayda sağlayan ve güç elde eden kesimlere karşı da içimizde büyüttüğümüz hisler ortaya çıkmaya başlar.
Şimdilerde, terapistler, dünya üzerinde var olan çeşitli çatışmaların üzerinde birebir çalışmaktadırlar. Kuzey İrlanda'da, Eski Yugoslavya'da, Filistin'de, Güney Afrika'da ve birçok yerde daha. Genellikle, bu yerlerdeki karşıt grupları biraraya getirerek birbirlerini dinlemelerini sağlamaktadırlar. Aslında her çatışmanın kilit noktası budur. Eğer insanlar birbirlerini dinleyecek kadar aynı ortamda kalırlarsa, bir süre sonra aralarındaki benzerlikleri de algılamaya başlayacaklardır. Kişi, öteki olanı yabancı diye nitelendirmek yerine ötekinin de aslında kendisine benzediğini, onun da bir birey olduğunu ve insan olduğunu kavrayabilir. Aslında insanları aynı ortamda buluşturabilmek ilk başlarda fazlasıyla zordur. Bu işin kolaylaşması için çaba sarfedenler, bir şeylerin değişmesi gerektiğine inanan insanların daha kolay biraraya geldiğini savunmaktadırlar. Bu ortamlarda kalabilmek için, diğer her şeyden önce, kişilerin gururlarını geri planda tutmayı öğrenmeleri gerekir. Kişi, karşısındaki kişinin söyledikleri gururunu incittiği için onu dinlemek istemez ve çatışmalar doğar. Bu nedenle, toplumlar arası çatışmaların tetikleyicisi olarak gurur ve gururun incinmesi konusu üzerinde durulmaktadır.
Travma
Son yıllarda, kişisel travmalar terapötik farkındalığın merkezine doğru kaymaya başladı. Kendisini, insanların yaşadıklarını anlama konusunda güçlü bir klinik ve teorik materyal olarak gösteriyor. Şimdilerde, şiddet konusundaki travmatik yaşantıların, istismarın ve çocukluk çağında yaşanan kayıpların, kişi üzerinde kalıcı ve derin bir iz bıraktığı konusunda fikir birliğine varılmış durumda. Bunun yanı sıra; yeni olaylar karşısında verilen tepkilerin, aşırı tetikte olmanın, şimdi ve burada kavramlarındaki kopukluğun, kendilerini ve başkalarını incitme tepkilerinin de yaşanan travmalara bağlı olarak arttığı öne sürülmektedir (Shore,2000).
Bu konuda tartışmaya açık olan bir başka soru ise, eğer birçok insanın hayatı yaşadıkları travmalara - psikolojik, nörolojik, fizyolojik- bağlı olarak inşa ediliyorsa, bunun toplumun geneli üzerindeki etkisi nasıldır?
Sosyal travma, sadece fiziksel yada seksüel istismara veya kayıplara bağlı olarak ortaya çıkmaz. Bunun yanında, toplumun en küçük seviyelerinin bile yapısını etkileyen olaylara bağlı olarak da gelişebilir. Bunlar; savaşlar, kıtlık, veba salgını, sürgün ve etnik ayrımcılıklardır. Bu travmatik etkiler gerçek sevgi ile kurulmuş bağlar, yardımlar ve sorumluluk alabilmekle düzelebilir.
Travmatize olmuş insanlar gibi toplumlar da gerçeklikten kopuş, aşırı tepki verme ve travmayı hatırlatıcı kişi ve olaylara karşı tetikte olma hallerini yaşayabilir.
Ekopsikoloji
Ekopsikolojinin amacı, insanın ekolojik bilinçdışında bulunan ve doğuştan sahip olduğu, doğa ve insanın karşılıklı ilişkisine dair bilgiyi uyandırmaktır.
Etrafımızı çevreleyen felaketleri nasıl yok saydığımızı yada bu felaketlere nasıl dayandığımızı sorgular. Türlerin yokoluşu, kirlilik, atmosferin yapısındaki bozulmalar ve sera etkisi gibi olayların insanlık için önemini inceler. Doğaya, bizlere, başka türdeki canlılara, çocuklarımıza zarar verdiğini ve dahi torunlarımıza zarar vereceğini bildiğimiz şeyleri yapmaya nasıl devam ettiğimizi - edebildiğimizi- anlamaya çalışır. Burada önemli bir soru ortaya çıkıyor, "tüm bunları rahatımız ve lüks yaşantımız için mi görmezden geliyoruz?". Bu konu ekopsikolojinin önüne çıkan en büyük zorluklardan bir tanesi, çünkü biz bu olaylar hakkında konuşmak, hatta olanları düşünmek bile istemiyoruz. Çünkü kötü hissetmekten de kaçıyoruz.
Bir şeyler bizi çevremize karşı olan sorumluluklarımızdan soğutup uzaklaştırdı, yabancılaşmamıza sebep oldu. Öyle ki, kolaylıkla kullandığımız "doğa" kelimesi, bizden farklı olan şeyleri, bizim parçası olmadığımız bir varlığı anlatmak için kullanılır oldu. Bu mümkün olamayacak bir şey olsa da.
Ekopsikoloji, insanların yaşadığı bu yabancılaşmayı açıklayabilmek için bir çok model geliştirmiştir, ama daha önce de söylediğim gibi, bence bunun en büyük sebebi travmanın etkileridir. Ayrışma, bölünmeler, psikolojik olarak zayıflama, istismarı yeniden yaşama hissi... Bunların hepsi paylaştığımız ortak atmosfer altında gerçekleşir ve bizim de ondan ayrı bir şekilde varlığımızı sürdürmemiz olanaksızdır. Bu noktada aklınıza şu soru gelebilir; terapistlerin bu konuda yabpabileceği şeyler nelerdir? Açıkçası, kişilerin travmaları üzerinde doğrudan çalışmalıyız ve onların travmalarıyla yüzleşmesini sağlamalıyız. Peki terapi hizmetlerini bir toplumun tamamına nasıl sunabiliriz? Bu durumda ise yapabileceğimiz şeylerden birisi, bu konular hakkında konuşmaya devam ederek, sosyal travmanın etkilerini gündemde tutmaktır. Bir diğeri ise; gruplara, travmadan nasıl etkilendikleri konusunda farklı bakış açıları kazandırabilmektir.
Terapötik İlişkinin Gücünü Keşfetmek
İddia ediyorum ki, görüşme odasındaki görüşmelerimiz mutlak olarak daha iyi bir gelecek kurmaya yardımcı oluyor. Kısmen bu, kişilerin görüşme sırasında ne istediklerinin farkına varmaları ve bu isteklerini elde etmek için neler yapmaları gerektiğini idrak etmeleriyle mümkün oluyor. Ama ben terapinin başka bir yönüne dikkat çekmek istiyorum; kişinin içindeki gücü keşfetmesini sağlayışına. Kabul ediyorum, biz terapistler olayları daha çok inceliyoruz, çünkü gerçeğe ulaşmak adına birden çok oy kullanma hakkına sahibiz. Aslında bu, uzman sisteminde yapılan kırıcı hatalardan bir tanesi. Öyle ki uzman kişi iddiasını, uzmanlığına, özel bilgi ve donanımlarına son olarak da insanların içini görebilmelerine dayandırmaktadır.
Başarılı bir terapötik ilişkide neler olduğunu, iki farklı dil grubundan olan insanların biraraya gelmesiyle oluşan etkileşimi örnek vererek açıklamak istiyorum. Eğer bir dil grubu gözle görülür bir şekilde diğer gruptan üstünse, diğer grup önce karşılarındakinin dilini yüzeysel de olsa öğrenir. Ama eğer iki grup da güç bakımından yaklaşık olarak birbirine eşitse, bu defa ortaya farklı bir dil çıkar ve bu dil "pidgin" olarak adlandırılır. Pidgin, çok basit söz dizimlerinden oluşan bir yapay dildir. Yaşayan bir dil değildir, ilerlemez. Ama eğer bir çocuk bu dil üzerine doğarsa, bu defa pidgin değişir ve "creole" halini alır.
Bana göre bu değişimler tam da terapide olması gereken şeylerdir. Öncelikle danışan ve uzman ortak bir dil geliştirir, iki taraf da bu dilin içine kendisine ait olan parçalardan bir şeyler katar. Eğer bu gelişim verimli bir hal alırsa yeni bir dil doğar, melezdil Melezdil artık yeni duygu ve düşüncelerin ifadesi için kullanılır, öyle ki bu yeni ifadeler kişinin anadilinde bile olmayan cinstendir.
Daha da ileri gidersek neler olabilir? Artık danışan terapistin dilinden konuşmaya başlar. Bu safhada kişi yaşadığı travmayı terapistin görmek istediği şekilde anlatmaya ve betimlemeye başlar.
Sonuç
Terapi ile ilgili en önemli şey belki de doğruların üzerine kurulmuş olmasıdır. Psikoterapi, ortaya çıkışından itibaren "gerçek" kavramını ve sonuçlarını esas almış. Bunun yanında gerçek olmayanın ve bunun sonuçlarının neye mal olacağını da açıkça ortaya koymuştur. Psikoterapinin insanlara kazandırdığı en önemli şey ise gerçek olan ile olmayanı ayırt edebilme yetisidir. Bunu yaparken sadece mantık değil, duygular da kullanılmalıdır. Gerçek kavramı modernliği tartışmalı konularından biri olmuştur. Çünkü yaygın olan düşünceye göre, mutlak bir doğru yoktur.
Umutsuzluk, kişinin travmatik etkilerle savaşmasını ve zorluklara karşı sağlam bir şekilde durmasını güçleştirir. Ama aynı zamanda kendi içerisinde direnç ve karşı koyma içgüdüsünü de barındırır. Terapi de bu durumun farkındadır ve acılarımızın üzerine nasıl gidebileceğimizi, başedilemez gibi görünen duygularımızla nasıl baş edebileceğimizi ve nasıl rahatlayabileceğimizi bizlere öğretir.