Prozac Kavramı
Mikkel Borch-Jacobesen
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), depresyonun yakın zamanda toplumdaki en yaygın ikinci sağlık sorunu olacağını öngörmektedir. Peki, dünya daha mı daha depresif bir hale geldi, yoksa sadece ilaç endüstrisi antidepresan ilaçları pazarlama konusunda mı ilerleme kaydetti? Mikkel Borch-Jacobesen, London Review of Books'taki son makalesinde bu yeni 'salgın'ı ele alıyor.
Guardian, 9 Temmuz 2002
La Fatigue d'être soi: Dépression et société, Alain Ehrenberg. Odile Jacob, 414 sf., 8.35, 21€ Ağustos 2000, 2 7381 0859 8
Comment la Dépression est devenue une épidémie, Philippe Pignarre. Découverte, 92 sf., 14.48€, 13 Eylül 2001, 2 7071 3517 8
Nasıl olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir gün ortada hiçbir şey yokken, garip bir şekilde kendini nesnelerden ve insanlardan uzaklaşmış hissedersin, sanki seni onlardan ayıran görünmez, camdan bir duvar varmış gibi . Her şey önceden olduğu gibi işleyişine devam eder ama anlayamadığın bir nedenden ötürü, bunların hiçbiri artık senin ilgini çekmez olur. Seslenebilirsin, ama ne anlamı olur ki? Sen buna değmezsin dir ve diğer insanların dostane önerileri sadece hakli birer suçlama gibi gelir.. Çok geçmeden, artik evini, yatak odanı, yatağını terk edemez olursun .Var olmanın verdiği acıyla baş başa bırakılmışsındır. Artik ne yemek yersin, ne yıkanırsın ne de uyursun. Hem huzursuz hem de bitkinsindir. Bu dehşet verici uykusuzluğunu bir anda sona erdirebilecek jilet gibi keskin yatıştırıcıları düşünüp durursun sürekli.
Hepimiz, Otobiyografilerde ya da sayısız gazete makalelerinde, bu tuhaf hastalık üzerine yazılmış, benzer hikâyeler okumuşuzdur. Depresyondaki kişi, kimi zaman bir yakınımız, kimi zaman bir komşumuz ya da iş arkadaşımızdır. yarın, onun hikayesi muhtemelen bizim olacaktır: depresyon, söylendiği üzere, her beş kadından ve her 10 erkekten birini vuruyor.. Dünya nüfusu üzerindeki yaygınlığı ise yüzde 3'tür. Depresyondaki kişilerin altıda biri ise intihar etmektedir.
Öte yandan, neyse ki her türlü veri bizlere artık depresyonun bir kader olmadığını söylüyor. Antidepresan ilaçlar 1950'lerin ortalarından beri piyasadadır ve yeni nesil ilaçlar -seçici serotonin gerialım inhibitörleri (SSRI)- mucizeler yaratıyor. Prozac, Zoloft ve Paxil'in etkisi ile birlikte, var olmanın dayanılmaz bir yük olduğunu hisseden insanlar ansızın kendilerini yenilenmiş hissedip eski moda antidepresan ilaçların, trisikliklerin ve MAOI'lerin (monoamin oksit inhibitörleri) nahoş yan etkilerine maruz kalmadan hayattan zevk almaya başlıyorlar. Kabul edilmelidir ki, SSRI'ler bazen cinsel isteksizliğe ve hatta erkeklerde iktidarsızlığa yol açmaktadır, fakat bu, yeniden kazanılmış bir mutluluk için ödenen çok küçük bir bedeldir. Dünya genelinde şu anda 20 milyon insanın Prozac aldığı tahmin edilmektedir ve aldığımız veriler, bize bu ilaçların klinik depresyonun yanı sıra günlük ruh hali değişimleri ve varoluşsal endişe için de kullanılacağı yeni "kozmetik psikofarmakoloji" çağını haber vermektedir . Öyleyse, elveda Kiekegaard ve Heidegger.
Ancak bu tedavi iyimserliğine ilişkin bir sorun mevcuttur. Antidepresan ilaçların depresyonu iyileştirdiği gerçekten doğruysa, bu hastalık nasıl oluyor da daha da yaygınlaşıyor? David Healy tarafından bir birkaç yıl önce basılan ve Alain Ehrenberg ve Philippe Pignarre ile bir üçüncü kişi tarafından yazılmış olan bu kitaplar, depresyonun hiçbir zaman antidepresan ilaçların ortaya çıkışından bu yana olduğu kadar yaygın olmadığı gibi aykırı bir gerçeğin altını ısrarla çizmektedir. Başka isimlerle bilinmesine, çağa göre farklı şekillerde algılanmasına rağmen depresyon her zaman bizimleydi. Hipokrat'tan modern psikiyatriye dek "melankoli", yani depresif psikoz ya da "içsel" depresyon, oldukça tutarlı terimlerle ifade edilmiştir. Kuzey Galler Hastanesi'nin 1900-1945 yılları arasındaki Healy notlarına göre bir milyon hastadan sadece 50'sine 'melankoli' teşhisi kondurulmuştur.
Daha da çarpıcı olan ise, 1950'lerin ortalarında İsviçreli psikiyatrist Roland Kuhn, imipraminin antidepresan etkilerini endojen (içsel) depresyona sahip bir grup hasta üzerinde yaptığı çalışmalarla keşfedince, Geigy adlı ilaç firması, pazarın çok küçük olduğuna hükmederek ilacın geliştirilmesini finanse etmeyi reddetmiştir. 40 yıldan daha az bir süre sonra, 1994'te Prozac dünyada ülser ilacı Zantac'tan sonra en çok satan ikinci ilaç haline gelmiştir. Bu sırada depresyondaki artış karşı konulamaz seviyedeydi. 1970'te psikiyatrist Heinz Lehmann, dünya çapında 100 milyon vakanın olduğunu öne sürmüştür. Yalnızca ABD'de antidepresan reçeteleriyle sonuçlanan muayenelerin sayısı 1980-1989 arasında 2,5 milyondan 4,7 milyona sıçramıştır. Fransa'da bu sayı 1970 ile 1994 arasında yediye katlanmıştır ve 1994'te kaydedilen reçetelerin sayısı ise en az 14 milyona ulaşmıştır. Dünya Sağlık Örgütü, depresyonun bir süre sonra toplumdaki en yaygın ikinci sağlık sorunu olacağını öngörmektedir; en yaygını ise kalp hastalığıdır. Pignarre bu konu üzerine "Tanık olduğumuz şey tam bir salgın hastalıktır" diye yazmıştır. Ancak herkesin bildiği gibi depresyona neden olan virüs diye bir şey yoktur. O zaman nasıl oluyor da 1950'lerdeki bir avuç melankolik hasta 1990'larda milyonlarla ifade ediliyor?
Depresyona dair en sık duyulan açıklama ise depresyonun her zaman var olduğu, ancak bilimdeki gelişmelerin onun daha kolay farkına varmamızı sağladığı yönündedir. 1956'da Roland Kuhn bunu keşfettiğinde, dışsal ya da psikolojik kaynaklı olarak nitelendirilebilecek depresif nevrozları ayırmak adına, içsel ya da biyolojik depresyonu tetikleyen bir molekül bulacağını düşünüyordu. Ancak, farmakolojik araştırmalar, diğer moleküllerin de iki tür depresyonu yatıştırma konusunda aynı şekilde etkili olduğunu göstererek bu ayrımı tartışmaya açmıştır. Bu noktadan hareketle, tek ve aynı bir biyokimyasal işlev bozukluğunun her türlü depresyon vakasında etkin olduğu ve doğru amaçlandırılmış psikotropik ilaçlarla tedavi edilebileceği gerçeğine çok yaklaşılmıştır.
Araştırmacılar, basit bir şekilde molekülleri değiştirerek ve etkilerini gözlemleyerek, devamlı genişleyen yeni bir psikiyatrik varlığın ana hatlarını belirlemeye başlamışlardır. Farklı antidepresan familyalarının diğer patolojiler üzerinde de etkili olduğunun kanıtlanmasından ötürü, bu hastalıkların depresyon "maskesini" (en basitinden kişi aynı şekilde ilaçların antidepresan olmadığı sonucuna da varabilir) taktığı ortaya çıkarılmıştır. Bu nedenle, diğer durumlar da depresyonla ilişkilendirilmiştir: panik atak, sıkıntı, oburluk, obsesif-kompulsif bozukluklar, sosyal fobi (önceleri "utangaçlık" diye bilinirdi), otizm, Tourette sendromu, kendine hâkim olamama, nörolojik, kanserli, gastrik ve boyun ağrısı, migren, post-travmatik stres bozukluğu, alkolizm, tütün ve eroin bağımlılığı, kabızlık, saç dökülmesi ve soğuğa karşı aşırı duyarlılık. Antidepresan ilaçların etkisiyle psikozlar ve nevrozlar arasındaki ayrım (ve aynı sebeple psikanalistlerin profesyonel yaşam alanı) ortadan kalkmıştır ve psikiyatri ve genel tıp arasında da bir ayrım kalmamıştır. Her şey depresyon haline gelmiştir, çünkü her durum yeni bir şifa olan antidepresan ilaçlara yanıt vermektedir.
Tabii ki bu teşhisin görünürde sınırsızca genişlemesi üzerine yapılan daha kötümser bir açıklama da mevcuttur: bu teşhis, ilaç sektörüne, yeni antidepresan ilaçların durmak bilmez tedarikçilerine kazanç sağlamaktadır. Yakın geçmişte bir psikiyatrist, yeni bir tanısal kategori ya da tedavi tanıtımı yapmak istediğinde, pek çok bilimsel rapor ve hatırı sayılır miktarda destek ile meslektaşlarını ve hastalarını yavaş yavaş ikna etmek zorunda kalıyordu. Bu günlerde psikiyatrik bozukluklar ve bunların uygun tedavileri, yatırımlarının kazancını garantileyebilmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan ilaç şirketleri tarafından bir arada paketlenip satılmaktadır. 1956'da antidepresan ilaçlar için herhangi bir pazar yoktu. Bu hiç önemli değil, ilaç sektörü yeni bir tane yaratacaktı bile. 1960'ların başlarında amitriptrilinin antidepresan özelliklerinin reklamını yapmak niyetiyle Merck, bir psikiyatrist olan Frank Ayd'ın "Recognising the Depressed Patient" (Depresyon Hastasını Tanımak) adlı kitabından 50.000 kopya satın almış ve dünya çapındaki psikiyatristlere ve doktorlara cömertçe dağıtmıştır. Ayd'ın tezi, depresyonun, tımarhanelere kapatılmanın tam aksine genel medikal koğuşlarda ve ana cerrahilerde teşhis edilebileceğini öne sürmekteydi. Healy'nin iddia ettiği gibi, "Merck yalnızca amitriptilin satmadı, aynı zamanda bir fikir de sattı."
O zamandan beri, sayısız toplum sağlığı kampanyası, pratisyen hekimleri ve toplumu, depresyon belirtilerini tanımanın gerekliliği konusunda uyarmakta, bunun sosyal ve ekonomik maliyetleri üzerine araştırmalar yapılmakta, dergilerde konu üzerine özel yazı dizileri yayınlanmakta ve TV reklamları en son SSRI'lerin erdemlerinin arsızca çığırtkanlığını yapmakta ve bunların tamamı doğrudan ya da dolaylı olarak ilaç sektörü tarafından finanse edilmektedir. Doktorlar, kamuoyu liderleri ve gazeteciler, henüz satın alınmamıştır: kimse burada hile yapmamaktadır, araştırmacılardan başlayarak herkes bilimdeki en son gelişmeleri yansıttıklarına samimi bir şekilde inanmış durumdadır. Olay sadece sektörün parasının, o molekül yerine bu molekül üzerinde çalışılması, o klinik deney yerine başka bir klinik deneyin yapılması için harcanmakta ya da belirli bir psikiyatri departmanına, konferansa ya da epidemiyolojik çalışmaya tahsis edilmektedir.
Bu Darvinsel süreçten sağ çıkan teorilerin, yalnızca sektörün ilgilendiği teoriler olduğu su götürmez bir gerçektir. Örneğin, tüm depresyon hastalarının üçte birinin depresyonlarının şiddeti ne kadar ağır olursa olsun, bir plaseboya olumlu tepki verdiği bilinmektedir (tek birbelirti Sergileyen kadınların durumlarında bu oran ikiye katlanmaktadır). Bu durumda bile hiç kimse depresyon tedavisinde genel faktörlerin rolü üzerine yapılan çalışmaları finanse etmeye yanaşmamaktadır, çünkü plasebolar için herhangi bir pazar mevcut değildir. İlaç şirketlerinin rakiplerini alt etmeleri, ancak ürünleri ile bu depresif patoloji arasında "özel" ve de güçlü bir bağ kurmakla mümkündür; dolayısıyla depresyonu sürekli yeniden tanımlama ve bir diğerinin ardından yeni bir ilacın piyasaya sürülmesi durumları yaşanmaktadır. Healy, durumu basitçe şu şekilde özetlemektedir:
"Son 30 yıldaki psikiyatrik nozoloji revizyonlarına bakıldığında, ruhsal bozuklukların kurulu bir gerçekliğinin olduğunu ve bir ilaç firmasının rolünün önceden belirlenmiş bir kilide uygun bir anahtar bulmak olduğunu düşünmek kesinlikle bir hatadır… Günümüzde, ilaç firmalarının yalnızca anahtarı bulmaya çalışmadığı, aynı zamanda anahtarın uyması gereken kilidin şekli konusunda da büyük ölçüde söz sahibi olduğu bir durumdayız."
Ancak, kapitalizmin mantığı her şeyi açıklamıyor. Peki, bu şekilde ele alınan hastalık neden başka bir patoloji değil de depresyon? Sektör, 1960'larda Librium ve Valium gibi sakinleştiriciler (benzodiazepinler) ile yaptığı gibi aynı şekilde anksiyetenin de reklamını yapmaya karar verebilirdi. Bundan dolayı depresyonun psikiyatrik bozukluklar pazarındaki daimi yükselişinin açıklamasını başka bir yerde aramak oldukça caziptir. Eğer her geçen gün daha fazla kişi depresyona girerse, bu bizim çok daha depresif bir toplumda yaşıyor olmamız nedeniyle olamaz mı? Sol görüşlü yorumcular genellikle ilaç şirketlerinin, modern yaşamın stresinin, kimlik belirliliğinin kayboluşunun, bireylerin yalnızlığının, işsizliğin ve daha pek çok sorunun yarattığı gerçek bir sosyal ıstırabı, haddinden fazla tıbbileştirdiğini ileri sürmektedirler. Bu yeni bir tartışma değildir, 19. yy sonunda George Miller Beard, nevrasteniyi (sinir zayıflığı) büyük Amerikan şehirlerinde yaşamanın getirdiği sinirsel yorgunluğa bağlamıştır. Bu sosyolojik açıklamadaki sorunsal, bu açıklamanın aslında hiçbir şeyi açıklamamasıdır. Toplumun geçmişe, yani sosyalleşmiş tıp ve işsizlik getirilerinin henüz ortaya çıkmadığı dönemlere göre daha az insancıl olduğunu varsaydığımız takdirde bile, bu durum niçin anksiyeteyi, yorgunluğu, "sinirsel çöküşü" ya da saf öfkeyi değil de depresyonu artırsın?
Bir sosyolog olan Alain Ehrenberg bu soruyu La Fatigue d'être soi'de cevaplamaya çalışıyor. 1950'lerden başlayarak (genellikle Fransa'da) depresyon tarihinin kökenlerine detaylarıyla inen Ehrenberg, depresyonun ruhsal acı terimleriyle tanımlanmasının nasıl sona erdiğini ve nasıl giderek bir patoloji hareketi olarak algılanmaya başladığını muazzam bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bu yeni "déprimé" (depresyondaki kişi), enerji eksikliği çeken, "uygulamaktan" aciz, işi ve diğer ilişkileri ile bağlantısı kesilmiş biri durumundadır. Kişi, psikiyatristlerin dediğine göre "psikomotor geriliğinden" muzdariptir. Ve bu yeni patoloji sanki bir tesadüfmüş gibi bireyin sorumluluğunu ve inisiyatifini her şeyin üzerinde gören bir toplumda ortaya çıkmaktadır. Tıpkı Freudcu nevrozların, yasaklar ve içsel çatışmaları konu alan bir patoloji olması gibi günümüz depresyonu da "bağımsız bireyin, kendi hayatını yazanın kendisi olduğuna inanan adamın tam tersidir". Bu bağlamda depresyon, doğrudan günümüz toplumunun provoke ettiği ya da neden olduğu bir kavram değildir. Bilakis, Ehrenger bunun bu toplumda yaratılmış ve muazzam bir biçimde yüceltilmiş öznelliğin karşıt yüzü olduğunu iddia etmektedir.
Ancak, son analizinde Ehrenberg, depresyonun tarihsel ilerleyişini -ters yüz edilmiş ya da aşırı net de olsa- toplumdaki değişikliklerin basit bir yansıması üzerinden yorumlamaya devam ediyor, böylece salgın ile antidepresan ilaçların pazarlanması arasındaki bağı artık görmüyor. Ehrenberg, depresyondaki hastaların inhibisyon ve psikomotor geriliği açısından tanımlanmalarının, kendini "çoğunlukla bu tür bozukluklara iyi gelen yeni antidepresan ilaçların piyasa çıktığı anda" oluştuğunu belirtmektedir; ancak hastaya göre bu, sanki ilaçların geliştirilmesi bireyselliğin dönüşümlerini yansıtıyormuş gibi tümüyle saf bir tesadüftür. Niçin tam tersini düşünerek antidepresan ilaçların icadıyla sosyal bir kavramın üretilmiş olduğunu kabul etmeyelim ki? Eğer depresyon şu anda bulunduğu noktaya kadar yayılmışsa, bunda antidepresan ilaçların etkisinin olması nedeniyle değil midir?
Pignarre'nin önerdiği çözüm budur. Eğer yeni depresyon ilerleme kaydediyorsa, bunun nedeni yeni antidepresan ilaçların etkili olması ve daha da önemlisi, ilk kuşak antidepresanlara ve sakinleştiricilere göre daha kullanışlı olmasıdır. "Mutlu haplar", yüksek derecede bağımlılık yapmaktadır ve trisiklikler ve MAOI'ler her türlü kötü yan etkiye sahiptir. Öte yandan SSRI'ler artık etkili değildir, ancak bazı yan etkileri mevcuttur. Bu nedenle eğer pratisyen hekimler bunları hazır bir şekilde reçete ediyorsa ya da hastalar daha fazlasını yazmalarını istiyorlarsa, çok da şaşırmamalıyız. Eğer bu ilaçlar hastanın "işlevsel" olmasını sağlıyorsa, ilaçların depresyonu maskelemesi kimin umurunda ki? Tüm ihtiyacınız aile doktoruna gidip bir doz "iyi hal" almak iken, belirsiz sonuçları olan, uzun ve de masraflı bir psikanalizden geçmek mazoşistçe olmaz mı? Pignarre'in de belirttiği gibi, "hastaların rızası ve sessiz işbirliği olmasaydı, yeni psikiyatri bu kadar çabuk zafere ulaşamazdı".
Antidepresanlar, diğer bir deyişle "iyileştirici" depresifler, işe yaradıkları için öyledirler. Her yeni antidepresan öncelikle, plasebodan ve rakip ilaçlardan daha etkili olduğunun kanıtlanması için kontrollü deneylerden geçmektedir. Bu testleri geçebilmek için ortaya konan ilaç tedavisi, tepki vermeleri muhtemel bir patoloji sundukları için seçilen bir grup hasta üzerinde, önceki ilaçlara göre büyük ölçüde iyi sonuçlar vermek zorundadır. Pignarre'nin belirttiği gibi, hastaların kazanımı işte bu erken safhadadır. İlacın etkili olması halinde her yeni molekül verdiği etkilere göre yeni bir hasta grubu yaratmaktadır: uyarıma ihtiyaç duyan depresifler, sakinleştirilmeye ihtiyacı olan depresifler, kaygılı depresifler, agresif depresifler, vs. Yeni patolojiler, daha sonra ilaç piyasaya girdikçe ve devamlı artan sayılarda "müşteriler" (yeni gruplar) kazandırdıkça, toplumda iyice yayılmaya başlamaktadır.
Pignarre'nin bu görüşünün gücü, salgın bir hastalığın önemsiz bir yanılsamaya, bir pazarlama hamlesine ya da toplumdaki değişimlerin donuk bir ideolojik yansımasına indirgenmemesinde yatmaktadır. Hiç kimse kandırılmamıştır.
Peki, biyomedikal psikiyatrinin depresyon üzerinde nasıl bir tedavi uygulayacağın bilmesi nedeniyle, uzun bir süre sonunda nihayet depresyonun sebebini bulduğunu söyleyebilir miyiz? İşte sektörün bizi inandırdığı şey budur, fakat araştırmacılar bunu daha iyi biliyorlar. Bunun nedeni, X maddesinin Y patolojisi üzerinde etkisi olması nedeniyle kişinin, maddenin özellikle Y'nin nedeni üzerinde etkili olduğu çıkarımına varması değildir. Örneğin, kimse grip belirtilerini rahatlatıyor bahanesiyle Aspirin'in bir "anti-grip" tedavisi olduğunu ya da sırf neşelenmeyi sağlıyor diye viskinin bir antidepresan olduğunu söylemeyi düşünmez. Nedensel bir ilişki kurmak için kişinin basit bir korelâsyonun ötesine geçip, bulaşıcı hastalıklarda olduğu gibi, gerekli ve de yeterli bir sebebi diğerlerinden ayırması gerekmektedir. Psikiyatrideki hiçbir şey bize bu noktaya ulaştığımızı iddia etme izni vermemektedir. Healy, Ehrenberg ve Pignarre, şu ana kadar bir biyolojik belirtiyi klinik bir olguya bağlama konusundaki tüm çabaların başarısızlıkla sonuçlandığına dair ısrarcı olmak konusunda çok dikkatli olmuşlardır. Örneğin, trisiklik antidepresanlar, antipsikotiklerle aynı kimyasal yapıya sahiptirler ve antipsikotiklerin çoğu da küçük dozlarda antidepresan olarak kullanılmaktadır. Bu da gösterir ki, herhangi bir molekülle belli bir psikiyatrik problem arasında bir bağlantı kurmak mümkün değildir. Healy, konuya ilişkin olarak şöyle demiştir: "Antipsikotikler ve antidepresanlar ne tek bir hastalığa özgü anlamında spesifiktir, ne de gönderildikleri ortamdan bağımsız olarak işe yarama anlamında spesifiktir."
Bu nedenle, biyomedikal psikiyatrinin gücü, organik nedenlerin keşfinden değil, moleküllerin ölçüldüğü ve kıyaslandığı plasebo-kontrollü deneylerden gelmektedir. Bu deneyler bize tedavinin nasıl işlediğini anlatmaz; yalnızca işe yarayıp yaramadığını, neyin en iyi şekilde işe yaradığını ve kimler üzerinde işe yaradığını anlatmaktadır. Biyomedikal psikiyatri bir retorik biçimidir: sebeplerin nasıl tedavi edileceğini bilmeden nasıl etki üretileceğini bilir. Pignarre, bunun taklit ettiği büyük biyolojiden ayırmak için buna "küçük biyoloji" demeyi önermiştir. Sonuçta hiç kimse bunu dinamik psikiyatriden ve hastalarda gözlemlenen etkileri (değişimleri) temel alan çeşitli psikoterapi kavramlarından ayıramamaktadır. Tek fark, küçük biyolojinin retoriğinin kıyaslanamaz ölçüde daha ikna edici olduğudur; rastgele yapılan çift kör deneyler yığınını gördükten sonra kim antidepresan ilaçların gerçekten bir etkisinin olduğunu inkâr edebilir ki?
Ancak soru şu ki, neyin üzerinde etkili? Hastalık, sanki antidepresan ilaçlardan bağımsızmışçasına, ilaçların depresyon üzerinde bir etkisinin olduğunu söylemek yanlıştır. İçimizde bu kadar çok kişinin depresyonda olması, depresyonun yayılıyor olmasından değil, depresyonun var olduğuna ve tedavi edilebildiğine ikna edilmiş olmamızdan kaynaklanmaktadır. İşte bu, Pignarre'nin "uslamlama" dediği kavramdır. 1. Kendimi depresif hissediyorum. 2. Kendimi daha iyi hissetmek istiyorum. 3. Gidip reçeteme antidepresan yazdıracağım. Önemli olan nokta şu, eğer tedavi edici ilaçların olduğundan haberim olmasaydı, kendimi depresyonda hissetmeyecektim. Bu, mutsuzluğun, yorgunluğun, inhibisyonun var olmadığı anlamına gelmemektedir; fakat antidepresanlar bu klinik varlığı bir arada tutuyor olmasaydı, bunlar "depresyona" dönüşmezdi. Yine de (ya da ne yazık ki), başka zaman olsa kendilerini endişeli hissedecek ya da psikosomatik semptomlar yaşayacak olan kişilerin, şimdi nasıl tedavi edileceğini en iyi bildiğimiz hastalığın depresyon olması nedeniyle kendilerini "depresif" olmakla yaftaladıklarını düşünmemiz için her türlü neden mevcuttur. Tam da dinamik psikiyatride olduğu gibi, semptomatik talep, problemlerini, tedavi olmayı bekledikleri şekle göre uyarlayan hastalarla birlikte, tedavi desteğindeki dalgalanmaları takip etmektedir.
Modern depresyonun bir efsane ve kurtulmak için yalnızca yok saymamız gereken bir yanılsama olduğunu iddia etmek yanlıştır. Depresyonun verdiği rahatsızlık her açıdan gerçektir, ancak bu gerçeklik genlere ya da sinir taşıyıcılarına işlememiştir. Bu bağlamda, ilaç tedavisini ve terapiyi değiştirdiğiniz anda yeni bir hastalık ortaya çıkmaktadır.
Mikkel Borch-Jacobsen'in kitapları, The Freudian Subject and The Emotional Tie: Psychoanalysis, Mimesis and Affect'i (Freudculuk Konusu ve Duygusal Bağ: Psikanaliz Taklidi ve Etkileri) içermektedir.