Kemal-Sayar-Urun-Resim_3616-600X450.jpg

MUTLULUK TUZAĞI

Russ Harris'ten çeviren Sureyya Aysun

"Pozitif düşünce" salgınının insanları yanılttığı, işlerinden atılan ve yoksulluğun pençesine düşen insanlara durumlarını kabullenilesi bir fırsat veya kanser hastalarına durumlarını bir "armağan" olarak sunmanın onları gerçeklikten uzaklaştırdığı dile getiriliyor. Pozitif düşünce artık yalnızca bulaşarak yayılan bir kültürel uzlaşı değil; fakat aynı zamanda kendi vaizleri, hideologları, satış elemanları olan bir tür yeni çağ dini. Pozitiflik hayatımızı somut bir şekilde geliştirir, size maddi kazançlar sağlar. Oysa insanın yanılsamalarla gözlerinin bağlanması çoğu zaman gerçeği zamanında ve yerinde görememesini beraberinde getirir. Bu yönüyle de "halkların afyonu" haline gelir. Zira bize sorunun dış şartlarda değil içsel duygularda olduğunu, ruh halimizi olumluya ayarladığımızda önümüzde hiçbir engelin kalmayacağını söyler. Mutluluk denkleminde dış şartlara yer yoktur ve gerçek hayat sorunları başarısızlık için mazeret teşkil etmez.

Protestan reformundan beri batı elitleri yoksulluğun iradi bir durum olduğu fikriyle kendilerini avuttular. Kalvinciler onu tembelliğin ve kötü alışkanlıkların sonucu saydılar. Pozitif düşünce yandaşları onu zenginliği kucaklama konusunda bir irade eksikliği olarak değerlendirdiler. Böylesi bir bakış insanı kolayca kurban haline getirebilir. Kişi bu kez kendi kötü kişiliğinin, negatif düşüncelerinin kurbanıdır. Böylece pozitif düşünce dünya çapında bir baskılamaya dönüşür. Toplumsal ilgi ve eylem dikkat alanından çıkar, her şeyi değiştirmek için düşüncelerin gücünün yettiğine inanılır. Oysa bize biraz da gerçekçilik lazımdır, özeleştiri içeren bir gerçekçilik.

İyilerin kazanmasını ve kötülerin kaybetmesini isteriz. Okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde ve bir zamanlar dinlediğimiz masallarda hep mutlu sonların olmasını arzularız. Mutluluk, bize haz getirir yahut en azından biz böyle olacağını umarız. Peki tüm bu inançlarımız ne derecede gerçekçidir? Sahip olduğumuz bu mitleri tanımamız ve onlardan kurtulmamız belki de gerçek mutluluğa erişmemizi sağlayacaktır.


Mutluluk hakkında yanlış bildiğimiz şeylerden biri, insanların doğal olarak mutlu olduğu düşüncesidir. Mutlu olmak için hiçbir şey yapmamıza gerek yoktu, mutlu olmak bizim için bir var oluş biçimidir; doğuştan yanımızda gelen bir hediye hatta bir haktır. Bizi mutsuz edebilecek olay ve durumların ise bu doğal akışı bozduğuna inanırız. Oysa gerçek böyle değildir. Her on yetişkinden birinin intihar teşebbüsünde bulunması, her beş kişiden birinin majör depresyona yakalanması, gerçekte mutluluğun varlığımızın dokunulmaz bir parçası olmadığının en önemli göstergeleridir.

Hatalı bir başka düşünce ise batı dünyasından yayılan ve bizim sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz şu durumdur: "Mutlu değilsen ve olamıyorsan, normal bir insan değilsin". Mutlu olamamak bir zayıflık göstergesi, hatta hemen her durumda aceleyle yapıştırılmış bir hastalık etiketi haline gelir. Acı çekmek ve olumsuz düşüncelere sahip olmak artık günümüzde anomalinin en kolay yakalanabilir göstergeleri haline gelmiştir. Bu yanlış varsayımı düzeltmeye amacıyla ortaya çıkan bir terapi yöntemi olarak "Kabul etme ve Başa çıkma Terapisi " (Acceptance and Commitment Therapy), her daim mutlu olamamanın normal bir durum olduğunu ve olumsuz düşünmenin her zaman bir hastalık göstergesi olmadığını savunur. Olumsuz düşünmek, aslında var oluşumuzu devam ettirebilmek için yapmamız gereken önemli faaliyetlerden birisidir. Özellikle hiçbir koşulda düzelme imkânı olmayan ve bize acı çektiren olayları kabul etmek, bunları reddetmek ve hayali bir mutluluk yaratmaktan çok daha verimli bir çaba olacaktır.

Bir diğer yanlış kabulleniş, iyi bir hayat geçirmemiz için tüm olumsuz duygulardan kurtulmamız gerektiği yanılgısıdır. Obsesif bir şekilde mutluluğu yakalamamız gerektiğini ve bizi aşağıya çekebilecek tüm düşünce ve deneyimleri terk etmemiz gerektiğini zannederiz. Oysa ki gerçek bambaşkadır; hayatımızı anlamlı kılabilecek tüm durum ve olaylar, bize olumlu olduğu kadar olumsuz duygular da yaşatırlar. Bu ikisinin aynı kaynaktan çıktığı gerçeğini görememek, mutlu olmak adına olumsuz duyguları yaşamamak için, bize olumlu duyguları ve gerçek mutluluğu da tattırabilecek olan durum ve deneyimleri terk etmemize sebep olacaktır. Gerçekte hayatımıza anlam katan, bizi derinden mutlu edebilecek ne varsa bizi zaman zaman endişelendirebilir, kızdırabilir hatta üzebilir.

Mutluluğu yakalamak için yapmamız gerektiğini sandığımız bir diğer şey duygu ve düşüncelerimizi kontrol etmemiz gerektiği zorunluluğudur. Son yıllarda sayıları giderek artan, alt yapısı çoğu zaman belirsiz "yaşam koçları" bize bunu dikte eder. Kişisel yardım ve kişisel gelişim teknikleri sayesinde neredeyse her zaman ne hissedeceğimizi ya da ne düşüneceğimizi belirlemeye çalışırız. Oysa ki bu hiçbir zaman tamamıyla gerçekleşmeyecek bir amaçtır. Ne hissedeceğimizi, ne düşüneceğimizi her zaman belirleyemeyiz. Bu şekilde mekanik bir yaşantı için programlanmadığımızdan, bu kompulsif tepkiler bizde başarısızlık duyguları uyandıracak, bizi endişelendirecektir. Kısacası mutlu olmaya çalışırken kendimizi fark etmeden daha büyük hüzünlere atmış oluruz.

Sürekli kontrolde olmak isteği, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir durumdur. Hayallerimiz bize bugünün sosyal dünyasının kontrol ve mutluluk illüzyonlarını gerçekmiş gibi gösterir. Hayatı belirli bir miktar akışına bırakmak yerine, tamamen kontrol altına almak ve bu kontrol vasıtasıyla her daim mutlu olacağımızı düşünmek, bir an dahi kontrolümüzden çıkma ihtimali olan her şey için endişelenmemize sebep olacaktır. İçinde yaşadığımız dünya üzülmememiz gerektiğini dikte eden insanlarla dolu. Henüz çok küçük yaşlarda bile acı çekmemek, ağlamamak için emirler alırken, büyüdüğümüz zaman yaşanması en doğal olan duyguların reddedilmesi gerektiğine inanıyoruz. "Çocuk gibi ağlamamak", ya da "Kadın gibi gözyaşı dökmemek" gerektiğine inanıyoruz. Bugünün dünyasında herkes, ama özellikle gücün en büyük hakimi olduğunu zanneden erkekler bu yasaklara uymaya çalışıyor.

Russ Harris, The Happiness Trap adlı kitabının ikinci bölümüne Michelle adlı bir hanımın yaşadığı durum ile açılış yaparken, mutsuzluğun ve mutluluğu arayışı örneklendiriyor. Muhteşem bir eşi, gayet akıllı çocukları, çok sevdiği bir işi ve hoş bir evi olan, hiçbir müzmin sağlık sorunu bulunmayan hoş bir bayanın neden mutsuz olduğunu anlayamadığını gözyaşlarıyla haykırdığı bir sahneyi betimliyor ve ekliyor: "Sorun, çok uzun zaman üstünü örtmeye çalıştığımız şeyler; onları görmemek ve mutsuz olmamak için o kadar zaman ve çaba harcıyoruz ki, kaçmaya çalıştığımız ne varsa bizi daha çok rahatsız ediyor.".

Peki fark etmeden, daha mutlu olmak adına, kendimizi nasıl bu derece mutsuz bir insan haline getiriyor olabiliriz? Bunun birçok yolu var. İlki, bizi mutsuz edecek yerlerden, ortamlardan ve durumlardan kaçınmak. Eğer kaçabileceğimiz fiziksel bir durum yoksa, kaçınmak istediğimiz düşünceleri zihnimizden atmaya çalışıyor veya onları düşünmemek için bir başka şeye odaklanmaya çalışıyoruz. Zaman zaman bu zihinsel kaçışı güçlendirmek için bir başka deneyim yaşamaya da yöneldiğimiz oluyor. Çok stresli zamanlarda, kaçınmak istediğimiz koşullar ve düşünceler olduğunda daha fazla sigara içmemiz, yahut normalde yemediğimiz kadar yemek ve tatlı yememiz bu duruma verilebilecek bazı örnekler. Örneğin birçok insan mutsuzluktan kaçış için gecenin geç saatlerine kadar, sürekli ve devamlı bir şekilde televizyon izlemeyi tercih edebiliyor.

Bazı zamanlarda ise bastırmaya çalıştığımız düşüncelerle cebelleşiyor ve sanki kendi kendimize tartışıyoruz. Belki başarısız olmadığımız, belki de sevilen bir insan olduğumuzu haykırıyor ve zihnimizde bunların tam tersini söyleyen iç sesleri susturmaya çalışıyoruz. Bunların hiçbiri işe yaramazsa kendimizi dondurmak veya zamanı görece durdurmak için çabalıyoruz: Yüksek dozda alkol ve madde kullanımı ile ne yazık ki sorunu kendimizce çözmeye çalışıyoruz.

Kendimizi itiyoruz, mutlu olmak için ittiriyoruz.


Tüm bu müdahaleleri o kadar sık ve yoğun yapmaya başlıyoruz ki, gerçekte bir işe yaramadığını bildiğimiz zamanlarda dahi bu yöntemleri denemekten kendimizi alamadığımızı fark edebiliriz. İşte bu durumda, mutlu olmak için yanlış yöntemi denediğimizi ve kabullenmek yerine bir kaçınma içinde olduğumuzu görmemiz gerekir. Bu koşullarda sadece hissetmek istemediğimiz hüzün ve acılarımıza sırtımızı dönüyoruz demektir. Endişemizi ve mutsuzluğumuzu hissetmemek için hayatı gerçekte mümkün olduğundan fazlaca kontrol etmeye çabalamak işe yaramayacaktır.

Böyle zamanlarda bazen kontrol etmek amacı o denli öne geçer ki, zamanımızı ve enerjimizi bizim için hayatı anlamlı kılabilecek, bizim için gerçekte önemli olan şeylere yönlendirmeyiz. Görmezden gelmeye çalışmak, hem meselenin üstesinden gelmemizi engeller hem de meseleyle alakası olmayan güzellikleri ve fırsatları yaşama şansımızı azaltır.

Zaman içinde uyguladığımız baş etme stratejilerinin işe yaramadığını fark ederiz. Ancak bu durum, engelleyemediğimiz bir döngü haline gelir. Hüzünden, hatta hüznün olasılığından dahi kaçınmaya o denli alışmışızdır ki, bu kaçışı durdurmakta çok zorlanabiliriz.

Yine de durumun üstesinden gelmenin mümkün olduğunu bilmemiz gerekir. Bu kısır döngüden bizi kurtarabilecek ilk adım, onun içinde olduğumuzu kabul etmektir. Mutsuzluktan kaçmak adına boşa çabaladığımızı ve bu çabanın bizi başka hiçbir şeyin yormayacağı kadar yorduğunu kabul etmek gerekir. Bu farkındalık oluştuktan sonra kısır döngüyü kırmak için müdahalede bulunmak daha kolay olacaktır.

                
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş