MADDECİ BİR DÜNYADA ÇOCUK YETİŞTİRMEK
Prof.Dr.Kemal Sayar
Günümüzde ergenlik dönemindeki çocukların gittikçe daha çok psikolojik desteğe ihtiyacı olduğu bir gerçektir. İlk bakışta klinik açıdan her hangi bir tanı konulmasını gerektirecek bir durum yok gibi gözükse de gittikçe daha çok genç baskı altında kalmaktan, anlaşılamamaktan, kızgınlıktan, mutsuzluktan, boşluk hissinden yakınmaktadır. Bu gençlerin çoğu yaşadıkları stresin nedenlerini açıklayabilmekte zorlanır. Hem bu şikâyetlerin yaşanmasında, hem de dışa vurumlarında bir belirsizlik hissi hâkim olabilmektedir. Çoğunlukla gençler "İçlerinde bir şeyin kaybolmuş olduğunu" vurgular ve sebebini tam olarak anlatamadıkları bir mutsuzluk hâliyle yaşadıklarını belirtirler. Günümüzde teknolojinin ve maddî imkânların ellerinin altında olduğunu bilirler ancak bu durumdan pek de memnuniyet duyamazlar.
Ebeveynler ise çağımız gençliğinin bu mutsuzluk hâlini görmezden gelebilmektedirler. Günümüzde ebeveynlerin çocuklarından beklentileri daha çok okul hayatlarında başarılı olmalarıdır. Bunun yanı sıra ebeveynler çocuklarına günlük hayatla başa çıkabilmeleri için sorumluluklar vermekten kaçınabilmekte, dolayısıyla da çocuklar verilen bir görevi nasıl yerine getirebileceklerini bilemez ve kendi hayatlarını programlayamaz hâle gelebilmektedirler. Yapmaları gereken ve onlardan beklenilen en önemli şey yüksek notlar getirerek, sınavları vererek iyi bir okul hayatına sahip olmalarıdır. Gün geçtikçe daha çok genç kendi sorumluluklarıyla tek başına başa çıkmada yetersiz kalmakta, kendini 'aidiyetsiz' hissetmekte, öteyandan daha çok ebeveyn çocukları için telâşlanmaktadır. Ebeveynler çocuklarının hayatlarıyla ilgili daha çok karar vermeye başlamakta ve çocuk kendi hayatını yönetmede, yönlendirmekte gitgide daha az söz sahibi olmaktadır.
Sorunlar çocuk yerine ebeveyn tarafından çözülmeye çalışıldığı sürece çocuk, kişilik gelişimindeki en önemli üç özelliği kazanmakta zorlanır: özerklik, yeterlilik ve kişiler arası ilişkilerde başarı.
Hâlâ kim olduklarını, ne istediklerini, neler yapabileceklerini tam olarak bilmeden, yapılması gerekenler listesini tamamlamaya çalışmaktadırlar. Bu sırada gelişemeyen kişilik yerine dışarıdan bakıldığında başarılı görünen ama içten içe birçok duygusal sorunla yaşayan, kendi değerini sadece başkalarının ona verdiği değerle ölçen, sahip olmak, yapmak istediği şey doğru ve zararsız hatta faydalı olsa bile sırf 'ne derler?' diye vazgeçebilen "sahte ve en ufak bir tökezlemede sönecek şişme kişilikler" oluşmaktadır.
Bazı ebeveynler çocuklarının neler yaptıklarıyla daha çok ilgilenmiş fakat aslında çocuklarının kim olduğunu daha çok göz ardı etmişlerdir. Maddî ve manevî güçlerini daha çok çocuklarının notları ve başarıları için sarf etmişler fakat çocuklarının duygusal ihtiyaçları konusunda çok geride kalmışlardır.
Çocuk gelişimi ve sağlığını etkileyen önemli bir faktör akran kültürüdür. Çocuklar yaşıtlarından yetişkinlerden etkilendiklerinden daha çok etkilenmektedirler. Girdikleri grubun içerisinde kuralları yıkmak, madde kullanımı, asi davranışlar ne kadar çok değer görüyorsa çocuklar da o derece de bu davranışları değerli kabul ederler. Böylece bu davranışların her birini kendilerine örnek alıp tekrar etmeye başlayabilirler. Bu sürecin işleyişi de elbette ailenin tutumuyla ilgilidir. Ebeveynler ile sıcak ve güvenli bir bağ geliştiremeyen çocuklar, özellikle ev içerisinde gerginlik yaşanıyorsa, bağlanma ihtiyaçlarını yaşıtlarıyla kurdukları yakın ilişkilerle gidermeye çalışırlar.
Çocukların duygusal gelişimini engelleyen sebepleri iki başlık altında toplayabiliriz; "başarı baskısı" ve "ebeveynlerden kopukluk". Çocuğun gerçek bir öğrenci olması, öğrenmeyi sevmesi ve öğrenme kabiliyetlerini geliştirmesi yolunda en büyük engel ailenin başarı yönünde yaptığı baskıdır. İlk bakışta bu baskı olumlu bir etmen gibi görülebilir ama zamanla çocuklar içlerindeki öğrenme isteğini, merakı, kabiliyetlerini geliştirme arzusunu kaybedebilirler ve bunların yerine notları ile ilgili endişelere dayalı yapay bir başarı veya genel bir performans düşüklüğü görülebilir.
Bu dönemde zaten oldukça idealist ve kendini yargılayan bir yapıya sahip olan ergenin yaşayacağı ikinci ve güçlü bir baskı, ebeveyn baskısı, kişiliğin gelişimi için oldukça yıpratıcı olacaktır. Çocukları için her şeyin en iyisini isteyen anne-babanı çocuklarından yüksek beklentilerinin olmasının doğaldır ama çocuğun yetenek ve özellikleri göz önünde bulundurularak çocuğa verilecek destek, gösterilecek anlayış, sabır ve başarıya bağlı olmayan koşulsuz sevgi çocuğun gelişimini olumlu yönde etkileyecektir.
Aşırı kontrolcü tutum çocuğun kızgınlık ve yabancılaşma gibi duyguların beslemesine neden olur. Böyle durumlarda elbette ki ilk zarar gören bağ ebeveyn ve çocuk arasındaki bağdır. Duygusal açıdan güçlü ve sıcak bir bağ kurulması gerekirken aksine bu bağların yıkılması, ebeveyn-çocuk ilişkisini de çocuğun dış dünya ile kuracağı bağları da yıpratır.
Hayat döngüsü ebeveynin ve çocukların farklı gereksinimleri üzerine kuruludur ve bunu ilk önce ebeveynin kabul etmesi gerekmektedir. Ebeveynler çocukları için ellerindeki imkânların en iyisini sunmalı, onlara rehberlik etmeli ve çocuklarını kendi kendilerine yetebilecek duruma getirebilmelidirler. Tüm bunlar olurken çocuk ebeveynin sunduğu imkânlardan güvenli ve sevgi dolu bir ortam içindeyken, kendi benliklerini ebeveynin benliğinden ayrıştırabilmeli, kendine yeni bir yaşam ve yeni ilişkiler edinebilmelidir. Ailenin değerlerini sorgulayarak, araştırarak kendi değerlerini içselleştirebilmelidir. Sağlıklı bir kişilik gelişiminin ana teması budur. Ebeveynlerin bu sürecin doğallığını anlaması ve çocuğun gelişiminin önünü açması şarttır.
1990'lı yıllardan itibaren öğrencilerin çoğunluğu yüksek öğrenim yapma nedeni olarak "daha çok para kazanma" yı göstermeye başlamıştır. Bunun yanı sıra çalışacağı alanda önemli bir isim olmayı istemek, diğer insanlara yardım etmek gibi amaçlar gittikçe az dile gelir olmuştur. Göze çarpan en önemli nokta ise, bu materyalist eğilimin arttığı yıllarda üniversite öğrencileri arasında depresyon, intihar girişimi ve diğer psikolojik sorunların da belirgin bir şekilde arttığıdır.
Materyalizm yalnızca maddi kazançlara olan normalden fazla istek demek değil, aynı zamanda maddi kazançları ilişkilere tercih etmek demektir.
Son zamanlarda duyulan ve terapi metoduymuş gibi addedilen bir yöntem vardır; alış veriş yapmak. Gerçekte alış veriş yapmak insanın kontrol mekanizmasını harekete geçiren bir eylemdir. Alıcı kendisinde gücü hisseder, kontrol ondadır. Bu sebeple reklamlar çoğu zaman izleyenlerin farkında olmadığı bu kontrol ve güç dürtüsü üzerine yapılmaktadır;
Ebeveyne düşen en önemli görevlerden biri çocuğa sorun çözümleri için dış etkenlerden çok içsel gücün, kabiliyetin, sorun çözme tekniklerinin kullanılması gerektiğini öğretmektir. Bunun için ebeveynler çocuğa duygularını anlamada ve kontrol etmede yardımcı olmalıdırlar. Çocuk bu sayede duyguları ve olumsuz durumlarla aktif olarak nasıl baş edebileceğini öğrenir.
İçsel motivasyon ve dışsal motivasyon ters orantılı kuvvetler değillerdir; aslında birinin varlığı diğerinin olmadığı anlamına gelmez. Ebeveyn ödüllendirme sistemini kullanırken sadece bu dış motivasyon öğelerinin iç motivasyonu bastıracak derecede öne geçmemesine dikkat etmelidir. Bu iki kuvvetin de uygun olduğu şekillerde kullanımı elbette ki çocuğun gelişimi için önemlidir.
Başkalarını sevebilme yeteneği ve bunun tam zıttı olarak başkalarını sevememe ya da sevip de bağlanmaktan korkma ya da bağlanıp da uzak durma durumu erken çocukluk döneminde çocuğun ebeveynleri, özellikle de annesi ile olan iletişiminde yatmaktadır. Bu bir başlangıç olduğu için, kişinin bütün sevme yeteneğini tek başına şekillendiren tabii ki sadece bir olgu olamaz. İlerleyen yıllarda yaşanan deneyimler de sevebilme yeteneği üzerinde yön verici bir etkiye sahiptir. Bütün deneyimlerimiz beynimizin işleyişini etkiler. Ebeveynleri tarafından sevilen ve ebeveynleri ile güvenli bir bağ kurabilen çocuk, aslında beyninin sağlıklı bir şekilde gelişebilmesi için ebeveynden destek alıyor demektir. Ne olursa olsun, birey artık yetişkin olup da zihinsel açıdan belli bir olgunluğa geldiğinde farkındalık düzeyinin de aslında artması beklenir ama bunlar arasında pozitif bir ilişki olmaya da bilir. Sonuçta hayat determinist bir şekilde, tek bir yoldan ibaret değildir. Pek çok seçenek vardır insanın önünde. Yeter ki birey o yollardan hangisini seçmek istediğine karar versin, verebilsin. İşte o zaman, yaşadığı ne olursa olsun, tecrübelerini yeniden anlamlandırdığında kendine, ilişkilerine ve dış dünyaya bakışı ve bağlanışı değişebilecek, olmak istediği gibi olabilecektir.
Ebeveyni memnun etmek ve onun endişesini azaltmak zorunda olduğunu hisseden çocuk gerçekte kim olduğunu ve ne istediğini bilemez ve kişilik gelişimini devam ettirmekte zorlanır. Ebeveynlerin dikkat etmeleri gereken nokta kendi yaralarını çocuklarıyla saramayacaklarıdır.