Kemal-Sayar-Urun-Resim_63261-600X450.jpg

Küreselleşmenin psikolojik boyutları

Küreselleşme(globalizasyon) bilgi, eşya, sermaye ve insanların politik ve ekonomik sınırları aşan akışı olarak tanımlanmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte, fiziksel mekan idraklerimiz değişmektedir. Dünya bir 'küresel köy'e dönmekte, zaman ve mekan sıkışmaktadır. Küreselleşmenin iktisâdi ve kültürel yönlerinin ruh sağlığı alanına da bazı yansımaları olmaktadır. İktisâdi olarak yoksul dünya daha çok yoksulluğa itilmekte, yoksul kitlelerin sağlık kaynaklarına ulaşımı zorlaşmaktadır. Küreselleşmenin yol açtığı ekonomik adaletsizlik yüzünden onarılmaz sosyal çelişkiler dünyaya yayılmaktadır . Kültürel açıdan ise dünyanın bir tektipleşmeye doğru gittiği, Batı kültürünün bütün dünyayı egemenliği altına aldığı dile getirilmektedir. Kapitalizm artık sâdece eşya satmamakta, aynı zamanda ses, görüntü, imge ve bağlantı satmaktadır. Reklâmcılık mârifetiyle oluşturulan imge ve ses seli, yaşam biçimlerini standartlaştırmakta, farklılıkları azaltmakta, tutum ve davranışları birbirine benzetmektedir. Küreselleşmeyle birlikte kollektif kimlikler ve geleneksel kültürlerin kaybolmaya yüz tuttuğu ifade edilmektedir. Kültürel ve teknolojik dönüşümlerin küresel süreç içinde yüzyıllardır bel bağladığımız millet ve aile gibi emniyet kaynaklarını kuruttuğu, toplumsal dayanışmanın yerini fırsatçılığa, insan ilişkilerinde samimiyetin yerini yüzeysellik ve kısmîliğe bıraktığı tartışılmaktadır. Dünyanın küçülmesi demografik hareketleri de yoğunlaştırmakta ve bu da kültürel melezliğe kapı aralamaktadır. Kültürün artık yalıtılmış ve homojen bir unsur olarak incelenemeyeceği, yerel kültürle küresel kültürün etkileşiminin de mutlaka dikkate alınması gerektiği antropoloji çevrelerinde dile getirilmektedir. Duygusal sıkıntının iletildiği kültürel ifadeler de bu melezleşmeden payını almaktadır. Bu süreç yakın bir gelecekte psikopatoloji kuramlarının gözden geçirilmesini gerektirebilir. Küreselleşmenin yol açtığı ekonomik adaletsizlik, psikiyatrik bozuklukların gelişmekte olan ülkelerde artan yaygınlığı ile kendisini göstermektedir. Dünya Ruh Sağlığı Raporu gelişmekte olan ülkelerde çok yüksek düzeylerde psikiyatrik bozukluk ve sıkıntı olduğunu belgelemiştir. Ruh sağlığı disiplinlerinin küresel dönüşümün insan teki ve topluluklar üzerinde yarattığı etkiler üzerine bilgi üretmesi gerekli görünmektedir.


ALT BAŞLIKLAR:

  • KÜRESELLEŞMENİN PSİKOLOJİK BOYUTLARI
  • Küreselleşme : Nedir, neye yarar?
  • Küreselleşme sorgulanıyor
  • Küreselleşmenin ekonomik faturası
  • Küreselleşme ve hoşnutsuzlukları
  • Küresel çağın simgesi : Göçmen
  • Yurtsuzluk duygusu
  • Küresel çağda benliğin dönüşümü
  • Ruhun Belirsizliğinden Bedenin Belirsizliğine
  • Küreselleşme ve Biyokolonizasyon
  • Siberuzayda yalnız !
  • Küreselleşme mi, küyerelleşme mi?
  • Küreselleşme ve kültürel psikiyatri
  • Küreselleşme ve ruh sağlığı
  • Sormak güzeldir
  • KAYNAKLAR

KÜRESELLEŞMENİN PSİKOLOJİK BOYUTLARI 

Sosyolog Anthony Giddens küreselleşmeyi konu alan bir konferanslar dizisine şu anekdotla başlıyor : ‘Bir arkadaşım Orta Afrika'daki köy yaşamı konusunda çalışıyor. Birkaç yıl önce alan çalışmasını yürütmeyi amaçladığı uzak bir bölgeye ilk defa gitmiş ve daha oraya vardığı gün, bir eve gece eğlencesine davet edilmiş. Hemen akla geleceği üzere, arkadaşım orada , dış dünyadan yalıtılmış durumdaki bu topluluğun kendine özgü geleneksel eğlenceleri hakkında bir şeyler öğrenmeyi umuyormuş. Oysa gecenin sebebi Basic Instinct (Temel İçgüdü) filminin videoda topluca seyredilmesinden başka birşey değilmiş. Üstelik film henüz Londra’da bile sinemalara gelmemişken!’ (Giddens 2000). Bir dönüşümler çağında yaşadığımız, etkisini hepimiz üzerinde hissettiren bir küresel düzene doğru sürüklendiğimiz sıklıkla dile getirilir oldu. Küreselleşme son yılların moda deyimi, sihirli sözcüğü, parolası : Kimilerine göre mutluluğa açılan kapı, kimine göre de burukluğumuzun en önemli sebebi. Bu yazıda iktisadi ve kültürel küreselleşmenin ruh sağlığıyla olan ilişkilerini tartışacağız.


Küreselleşme : Nedir, neye yarar?


Küreselleşme bilgi, eşya, sermaye ve insanların politik ve ekonomik sınırları aşan akışıdır. Küreselleşmeyle birlikte, fiziksel mekan idraklerimiz değişmektedir. ‘Coğrafyanın sonu’ ya da ‘mesafenin ölümü’ olarak adlandırılan bir süreçle hepimiz dünyanın küçüldüğünü hissediyoruz. Artık daha fazla insan, daha sık seyahat etmekte; elektronik iletişim dünyanın uzak bölgeleri arasındaki mesafeyi kaldırmaktadır. ‘Zaman-mekân sıkışması’ (Harvey, 1997) olarak da isimlendirilen bu durum sayesinde fikirler, kültürler ve değerler dünya ölçeğinde yayılmakta, film ve diğer medya aygıtlarıyla kültür transferi yapılmakta ve politik fikirler bütün dünyaya nüfuz edebilmektedir. Bugünün dünyasının, kapitalist ekonomik sistemin gücünü pekiştiren bir küreselleşme tarafından şekillendirildiği düşünülmektedir. Kavram üzerinde tam bir fikir birliği olduğunu söylemek güçtür : Kimileri için küreselleşme dünyanın Batılılaştırılması, kimileri için kapitalizmin yükselişi anlamına gelmektedir. Kimi yazarlar küreselleşmenin bir tektipleşme yarattığını dile getirirlerken, başkaları artan melezleşme ile çeşitlilik ve farklılığa izin verdiğini söylerler. Kimi kuramcılar küreselleşme ile moderniteyi eş tutarlar, öte yanda ‘küresel çağ’ın moderniteyi izleyen ve ondan tamamen farklı bir çağ olduğunu dile getirenler de vardır ( Kellner 1999). Küresel kültürü taşıyan iki önemli araç, bilgisayar ve iletişim teknolojileridir. Medya teknolojilerinin çoğalmasıyla dünya bir ‘küresel köy’e dönmüştür : Dünyanın farklı bölgelerindeki insanlar TV ekranından Körfez Savaşı’nı, önemli spor ve eğlence olaylarını izleyebilir, aynı reklâmlara mâruz kalabilirler. Bütün bunlar bir şekilde kapitalist modernizasyonun ilerlemesine hizmet ederler. Küresel bilgisayar ağlarına giren pek çok kişi de bilginin, fikirlerin ve imgelerin dünya boyunca değişimini ve yayılmasını sağlayarak, zaman/mekân sınırlarını aşabilirler. Küresel kültür yaşam biçimi,ürün ve kimlik pazarlamaktadır. Ulusaşırı (transnational) şirketler yerel pazarlara nüfuz ederek küresel ürünler satmak ve yerel direnci kırmak isterler, reklamcılık bunun için vazgeçilmez bir silahtır. Uydu ve kablo yayınlarıyla tüm dünyada ticari bir kültür yaygınlaştırılmak istenmektedir. Yeni teknolojilerin yayılması da toplum üzerinde çeşitli etkiler yapmakta, söz gelişi kol gücünün önemi azalmakta, daha esnek üretime geçilmekte ve üretimin kendisi ulusaşırı bir nitelik kazanmaktadır. ‘Yeni küresel iletişim otoyolu’ kimilerince kutsanmakta, kimilerince de yeni bir kültürel sömürgecilik dalgası olduğu gerekçesiyle eleştirilmektedir ( Kellner 1999). Küresel iletişim ağlarıyla ‘coğrafyanın sonu’ ilan edilmektedir : Küresel çağda sermaye ve enformasyon hareketlerinin hızı elektronik sinyalin hızıyla eşit olduğunda, mesafenin alt edilmesi anlık bir şey hâline gelir ve mekân maddîliğini, hareketi yavaşlatma, durdurma, ona direnme ya da başka bir yoldan kısıtlama yeteneğini yitirir (Bauman 2000). Öte yanda küreselleşen medya hepimizi birer antropolog haline getirmektedir, oturma odalarımızda kahvelerimizi yudumlarken, bütün o Öteki’lerin dünyasını ekranda izleyen antropologlara dönmüş bulunuyoruz. Yerel olmayan insanlar, yerler ve olaylar konusunda hepimiz büyük ölçüde medyaya bağımlıyız ve ‘olay’ bizden ne kadar uzak olursa, bilgilerimizin bütünlüğü itibarıyla medyaya o kadar bağımlı oluruz. Tarihsel olarak nasıl Batı antropolojisi ‘yerlileri’ temsil etmek hakkkını kendinde gördüyse, bugün de aynı şekilde Batı medyası, uluslararası iletişimin tek yönlü akışı içerisinde Batılı olmayan öbür bütün Ötekiler’i temsil etme hakkını kendinde görmekte ve bize, ‘biz’i ‘onlar’dan ayırt etme imkanı veren tanımları sağlamaktadır. Ekran sadece bize ‘onlar’ın görüntüsünün elenerek yansıtıldığı, belirli görüntülerin ulaştırıldığı bir ortam değil, kendi kimliklerimizi tanımladığımız ve inşa ettiğimiz, Öteki ile ilgili korkularımızı, düşlerimizi ve isteklerimizi yansıttığımız bir ekrandır ( Morley ve Robbins, 1997). Küreselleşmenin ekonomik sonuçlarının da âdil olmadığı, ekonomik seçkinlerin ve şirketlerin küreselleşmenin meyvelerini topladığı ancak bu arada zenginler ve yoksullar, gelişmiş ve az gelişmiş bölgeler, sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki uçurumun telâfi edilemez bir biçimde büyüdüğü dile getirilmiştir. Zengin uluslar daha zayıf ulusların insanlarını, kaynaklarını ve topraklarını istismar etmeyi sürdürmektedirler. Yoksul ülkelerin içine yuvarlandıkları borç batağı 1970’lerden bu yana genişleyip derinleşmektedir. Bugün dünyada her zamankinden daha fazla yoksul insan vardır ve gerek yerel, gerekse ulusal ve küresel ölçekli şiddet, yeryüzünü dehşet ve felâkete boğmaktadır. Gezegenin ekosistemi kuşatma altındadır ve geleceği de tehlikededir ( Kellner 1999).


Küreselleşme sorgulanıyor

Küreselleşme kavramının görülmez pazar güçlerinin devlet tarafından kontrol edilemezliğini ve ekonominin doğrudan insanlar tarafından şekillenemeyeceğini öngördüğü için, ümitsizlik ve şüphe uyandırdığı öne sürülmüştür ( Hirst ve Thompson, 1996). DeBenoist (1996) ise kültürel ve ekonomik küreselleşmenin ayırt edilmesi gerektiğini yazmaktadır. Kapitalizm artık sâdece eşya satmamakta, aynı zamanda ses, görüntü, imge ve bağlantı satmaktadır. Sâdece evleri tıka basa doldurmamakta, imgelemi ve iletişimi de tahakkümü altına almaktadır. Reklâmcılık mârifetiyle oluşturulan imge ve ses seli, yaşam biçimlerini standartlaştırmakta, farklılıkları azaltmakta, tutum ve davranışları birbirine benzetmektedir. Artık kollektif kimlikler ve geleneksel kültürler kaybolmaya yüz tutmuştur. Gerçekliğin yeniden tanımlanmasına tanıklık ediyoruz. Bildik medya bize başka bir yerde ne olduğunu gösterirken, internet, kullanıcılarına kendilerini sanal olarak o başka yere taşıma imkânı veriyor. İnternetle birlikte adını elektronik göçmenlik olarak koyabileceğimiz yeni bir yaşam tarzı boy veriyor. Internet sâyesinde bütün dünyanın Kuzey Amerika’lılar gibi düşünmeye ve yazmaya başladığı dile getiriliyor ( DeBenoist 1996). Küresel kapitalizm, kendini tarihaşırı ve ulusaşırı olarak, modernleşmenin ve modernliğin aşkın ve evrenselleştirici gücü olarak sunmuş olmasına rağmen, gerçekte Batılılaşma demektir, Batı ürünlerinin, değerlerinin, önceliklerinin, yaşam biçiminin ihraç edilmesi demektir. Eşit olmayan bir kültür karşılaşması sürecinde ‘yabancı’ halklar, Batı imparatorluğunun tebaâları ve astları olmaya zorlanmışlardır ve bundan daha az önemli olmamak üzere, Batı, Öteki ile ve ötekinin ‘egzotik’ kültürüyle karşılaşmıştır. Küreselleşme sınırları ortadan kaldırdığı için kolonyal merkezin sömürgeleştirilmiş çevresiyle yüz yüze gelmesini yoğun bir deneyim haline getirmektedir

( Morley ve Robbins 1997). Ziyaüddin Serdar (2000) kimi yazarların küreselleşmenin felsefî arka plânı olarak gördüğü postmodernizmin Batı sömürgecilik ve modernitesini aslında devam ettirdiğini; Hindu meditasyonları ve sufizm gibi Doğulu pratiklerin sâdece tüketim ürünleri oldukları zaman kıymetli sayılıp Batılı bünyeye kabul edildiğini öne sürmektedir. Yazara göre Batılı olmayan kültürel eserler Batı’da göründüğü zaman, onlara karşı ya boş sembollermişçesine ya da etnik bir modaymışçasına davranılır. Serdar, kültürel fikir ve ürünlerin akışının Batı’da Üçüncü Dünya’ya doğru tek yönde olduğunu ve evrensel sahnede Hintli Michael Jackson, Çinli Madonna, Çin operası, Urdu şiiri veya Mısır tiyatrosu göremeyeceğimizi yazar (Serdar 2000). Sovyetler Birliği’nin de çöküşüyle sermayenin ve onun kültürel ürünlerinin küresel akışına direnebilecek pek az köşe kalmıştır dünyada. Dünya pazar ekonomisi, bütün bir gezegene tüketerek mutlu olma düşünü yaymaktadır. Körfez savaşı, sosyal eğilim ve modalar, Madonna, rap müziği ve Hollywood filmleri gibi kültürel ürünler, küresel dağıtım ağları tarafından dünyanın her köşesine ulaştırılmakta ve ‘küresel popüler’liği belirlemektedir (Kellner 1999).


Küreselleşmenin ekonomik faturası

Günümüzde sefalet kıtlıktan değil zenginliğin adaletsiz dağılımından kaynaklanmaktadır. İnsanlığın dörtte birini oluşturan sanayileşmiş kesim, dünya zenginliğinin % 85’ini elinde tutmaktadır. G7 ülkeleri gezegenimizin nüfusunun %11’ini oluşturmakta ancak dünya zenginliğinin üçte ikisine sahip olabilmektedir. 1975 ilâ 1995 arasında ABD’nin zenginliği %60 artmış, ancak bu artış nüfusun %1’inin tekelinde kalmıştır. Gezegenimizdeki 358 varlıklı insan 2.3 milyar yoksul insanın geliri kadar bir serveti paylaşmaktadır. Bu, bütün toplumun eninde sonunda varlıklı insanların imkanlarını paylaşacağı yolundaki liberal kuramı yanlışlamaktadır : Daha fazla zenginlik, daha çok fakirlik demektir. Pazar güçlerine sağladığı hükümranlık nedeniyle küreselleşme eşitsizliklerin ve sosyal mahrumiyetin gelişmesine zemin hazırlamakta, böylece toplumsal bütünlüğü tehdit etmektedir. Diğer yanda kolonyalizm farklı vasıtalar kullanarak devam etmektedir. Dünya Ticaret Örgütü güney ülkelerinden yabancı yatırımcıların önündeki engellerin kaldırılmasını talep etmektedir. Liberal yapısal uyum programlarının bedeli, çoğu yerde, toplumsal istikrarsızlıkta artış ve kitlelerin yaşam koşullarının kötüleşmesi olmaktadır. Bu talepleri karşılamayan ülkeler kenara itilmekte, ihmâl edilmekte veya uluslararası devrelerden çıkarılmaktadır (DeBenoist 1996). Pek çok ülkede yapısal uyum programlarının kötü beslenme ve işsizliği yaygınlaştırdığı, bunun da bireyler ve aileler için psikososyal sorunlar ürettiği dile getirilmiştir (Chossudowsky, 1994). Aslında küreselleşme kapitalizmin tarihsel buhranının dünya ölçeğinde yaygınlaşmasıdır. Bu buhran, geliştirilen üretim güçlerinin toplumun tüm üyelerine eşit iş ve tüketim imkanları sağlamakta yetersiz kalmasıdır. Küreselleşmenin yol açtığı ekonomik adaletsizlik yüzünden onarılmaz sosyal çelişkiler dünyaya yayılmaktadır. Sorun zengin ülkelerin yoksul ülkeleri istismarından daha çok, sermayenin küreselleşmesiyle emek gücünün istismarı olarak göze çarpmaktadır (De Santos 1997). Gezici sermaye; emeğin en ucuz, çevrenin en kolay tahrip edilebilir, vergilerin en az olduğu bölgeleri arayıp bulmakta ve bu hareketlilik imkânını da örgütlü emek kuruluşlarına ve devletlere karşı bir tehdit olarak kullanabilmektedir. Küreselleşmenin bir paradoks olduğu, dünya nüfusunun üçte ikisini dışarıda bırakır ya da kenara iterken, kaymağını çok küçük bir azınlığın yediği ifade edilmektedir (Bauman 1999). 1980’ler küreselleşmeyle birlikte, ekonomik açıdan geri kalmış ülkelerin de kaybetmeye başladıkları yılları temsil eder. Ölüm oranlarında görece bir azalma olmakla birlikte, pek çok ülkede hayat şartları belirgin bir şekilde kötüleşmiştir. Küresel sefalet oranı gibi işsizlik oranları da yükselmiştir. 1989 yılında her beş kişiden biri ‘mutlak sefalet’ sınırları içinde yaşamaktadır : Bu, Dünya Bankası’nın ifadesiyle ‘çalışamayacak noktaya kadar kötü beslenmeden muzdarip olmak’ demektir. Dünyada hâlâ bir milyar kişi yeterli besin, temiz su, temel eğitim ve sağlık hizmetlerine sahip değildir. Ulus-devletler içinde de zengin ve yoksul sosyal grupları bölen ekonomik uçurumlar giderek büyümektedir. Brezilya’da ‘en tepedeki’ %20, ‘en alttaki’ %20’nin 26 misli daha fazla kazanmaktadır. Küresel ekonomik politikalar ulus-devletlerin zengin kesimlerin ekonomik statüsünü pekiştirmektedir. Son yirmi yılda yoksul ülke ve toplulukların ekonomik olarak zayıflaması bir dizi küresel ekonomik güçle ilişkilendirilmektedir. Yoksul ülkeler kendilerinin etkileme şansı olmadığı ‘dış’ etkenlerce kolayca biçimlendirilebilmektedir (Desjarlais ve ark. 1995). 1970’lerden başlayarak kapitalizmin ekonomik mantığı kendisini sosyal sorumluluklardan soyutlamaya başlamıştır. Küreleşme toplumun kum saati modelini öne çıkarmakta, para üst kürede yoğunlaşırken toplumun ezici çoğunluğu aşağı katmana düşmektedir. Orta sınıf yerinden edilmekte, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurum kapanmaz bir durum almaktadır (De Benoist 1996). Sefalet ve yoksulluk, açlık ve kötü beslenmeye yol açmaktadır. Asya, Afrika ve Latin Amerika’ da ekili alanlar dünya mahsulünün yarısını karşılarken bu bölgelerde en az yarım milyar insan yiyecek yeterli miktarda besin bulamamakta; bu da kronik enerji yoksunluğu içinde yaşamalarına yol açmaktadır. Her yıl 15 milyon insan açlıktan ölmekte, kötü beslenme dünya nüfusunun yaklaşık %24’ünün hayatını hemen her gün etkilemektedir. Açlık, yiyecek kıtlığından değil insanların gerekli besini elde edememesinden kaynaklanmaktadır. Uzamış açlık ve kötü beslenme, kronik protein yoksunluğuna, hastalığa, bitkinliğe, bilişsel bozukluklara, normal çocuk gelişiminin engellenmesine, stres ve moral bozukluğuna yol açmaktadır (Desjarlais ve ark. 1995). Açlığın fenomenolojisi yerel politik ve sosyal gerçeklikler tarafından bulanıklaştırılabilmektedir. Nancy-Scheper Hughes, Brezilyalı tarım işçilerinde kronik açlığın yol açtığı bedensel / ruhsal sıkıntının yerel bir tanı kategorisi olan nervos şeklinde yorumlandığını ve yerel hekimlerin nervos bulgularını psikotrop ilaçlarla sağaltmaya çalışırken, meselenin özünü görmezden geldiklerini yazmaktadır. Tarım işçilerinin nervos bulguları aslında aşırı yoksulluğun yol açtığı kronik açlıktan kaynaklanmaktadır (Scheper – Hughes 1995).

Küreselleşme ve hoşnutsuzlukları

Küreselleşmeyle birlikte ulus-devletler bir güç kaybına uğramaktadırlar. Uluslararası sermayenin hareket artışı, pazarların küreselleşmesi ve ekonomilerin bütünleşmesiyle hükümetler güçsüzleşmektedir. Bir günlük spekülatif bir saldırı bir ülkenin merkez bankası döviz stoklarını eritebilir. Çok-uluslu şirketler, yasalar veya yüksek ücretler / sosyal haklar elde ettikleri kâra halel getiriyorsa, kolayca bir ülkeyi terk edebilmekte ve böylece kendi şartlarını dayatma imtiyazını elde etmektedirler. Kimilerinin ‘kumarhane ekonomisi’ dedikleri bu durum yerel ekonomileri ve para birimlerini fazlasıyla kırılgan hâle getirmektedir. Çokuluslu şirketler artık gezegenin her yerini kat edebilir, en ucuz emeği, en düşük vergileri, en az çevre koruma yasalarını sunan bölgede yerleşebilirler. Kendilerini bir ulusla özdeşleştirmeleri yâhut projelerini duygusal bir amaçla ilişkilendirmeleri gerekmez, tamamen kontrol dışıdırlar. Devlet artık sosyal uzlaşmayı sağlayan bir aygıt değil, bir izleyici, başkalarının aldığı kararları yazan bir kâtiptir. Küreselleşme bu yönüyle ulusal saygınlığın köküne kibrit suyu döker. Ulusların saygınlığı azaldığında kimlik duygusu ve demokrasi de yara alır. Ülke siyasetine müdahil olamayan yurttaş, anlamsız bir varlık olur çıkar. Ekonominin diktatörlüğü ve özel sektörün öncelikli konumu sosyal bağların zayıflamasına yol açmaktadır. Küreselleşme dediğimiz şey, Batı pazarının bütün gezegeni kuşatan sömürgeciliği olarak görülebilir. Bu sömürgecilik onun kurbanı olan kişiler tarafından içselleştirilmiştir. Bütün gezegen pazar dinine ihtidâ etmiştir. Bu dinin râhipleri için tek amaç kârlılıktır. Bu, olmanın değil sahip olmanın evrenselleştirildiği, bireylerin yalnızca üretim ve tüketimleriyle tanımladıkları bir dünyadır. Kapitalizm, sınırları olmayan, yeni insanın mesken tuttuğu bir gezegen yaratmak için komünizmin tökezlediği yerde bayrağı devralmıştır. Ancak bu yeni insan bir yurttaş değil, birbirine internet veya süpermarketle bağlı, ayrımlaşmamış bir insanlığın ortak kaderini paylaşan tüketicidir (DeBenoist 1996). Toplumun McDonaldlaştırılmasından söz edilebilir artık, George Ritzer McDonaldlaşma kavramını hazır yiyecek alanında geliştirilen standartların toplumun diğer kesimlerine yayılması anlamında kullanmaktadır. McDonaldlaşma’nın insan ilişkilerine ve toplumsal hayata nüfuz etme biçimlerinden birisi gündelik hayatta istek duyma ile doyuma ulaşma arasındaki zaman aralığının kısalmasıdır. Ayrıca hamburger tüketmekle kişi bir yaşam tarzı satın almaktadır. Hamburger, cola vb. ürünler, çevrede yaşayanlar için merkezde ve güçlü olanla özdeşim yapmanın araçları olabilmektedir (Ritzer 1997). Tüketim uygarlığının yarattığı anlam boşluğuna karşı bir manifesto olan David Fincher’in Dövüş Kulübü adlı filminde tüketim kültürü şu cümleyle özetlenmektedir: “Sahip olduğun şeyler, sonunda sana sahip olmaya başlar”. Küreselleşen dünyada hepimiz paralı askerleriz. Artık uzun vâdeli plânlar yoktur, yalnızca bugünün seçimleri vardır. Artık tedbirli olmak sadakâtten vazgeçmek anlamına gelmektedir. Fırsat kapıyı çaldığında harekete hazır olmak ve artık çalmadığında, çekip gitmekte hür olmak. Geleceğe sadakâtin olmadığı bir dünyada kollektif sorumluluk duygusu ve dolayısıyla da ahlâk olamaz (Fricker, 2001). Küreselleşmenin sâdece homojenleşmeye değil, Batı-dışı toplumların tahakküm altına alınmasına (hegemonizasyon) da hizmet ettiği, bir Batılılaştırma, hattâ Amerikanlaştırma süreci olduğu sıklıkla dile getirilmiştir. Küreselleşmenin en göze çarpan ifadelerin bâzıları (Coca-cola, McDonalds, CNN) tamamen Amerikan'dır. Öte yanda, küreselleşme bir avuç kişinin refah yolunda hızla ilerlediği, çoğunluğun ise sefalet ve umutsuzluk içinde yaşamaya mahkum olduğu bir kazananlar ve kaybedenler dünyası yaratmıştır. Az gelişmiş ülkelerin bir çoğunda güvenlik ve çevre düzenlemeleri ya çok düşük düzeydedir ya da fiilen yoktur. Bâzı ulus-aşırı şirketler bu bölgelerde bazı yasal olmayan mallar (kalitesiz tıbbi maddeler veya zararlı böcek ilaçları gibi) satarlar. Bunun küresel bir köy (village) den ziyâde küresel bir yağma (pillage) ya benzediği dile getirilmiştir. (Giddens, 2000). Zygmunt Bauman (1999) küreselleşmenin endişenin en derinlerde yatan nedenini-güvensizlik ve belirsizlik deneyimini- körüklediğini , insanların emniyet hissini devşirdikleri kaynaklar olan millet ve ailenin altını oyarak yabancı düşmanlığına davetiye çıkardığını yazar: Artık insan gezegeni soğumuştur. Aramızdaki ‘yabancılar’a yönelik bu soğukluk, yabancıların komşu, komşuların yabancı hale gelmesi, her yerde, bütün insan ilişkilerinde bir sıcaklık azalmasına işaret eder. Belirsizlik ve güvensizlik imalâtının ardındaki mekanizmalar büyük ölçüde küreseldir ve bu yüzden de mevcut siyasal kurumların ulaşamayacağı, seçilmiş devlet otoritelerinin ulaşamayacağı bir yerde dururlar. Hükümetler dürüst kalarak yurttaşlarına güvenli bir varoluş ve kesin bir gelecek vaat edemezler; ama şimdilik, iş arayan yabancılara ve diğer dışarlıklı istilâcılara karşı bir zamanlar tertemiz, sâkin, düzenli, tanıdık ve bize ait olan bahçemize giren davetsiz misafirlere karşı verilen savaşta, enerji ve kararlılıklarını sergileyerek, birikmiş endişenin bir kısmını boşaltabilirler (Bauman, 1999).

Görüldüğü gibi küreselleşmenin yarattığı hayal kırıklıkları ksenofobi (yabancı düşmanlığı) ya da irredentizm gibi marjinal tasarımlarla giderilmeye çalışılmaktadır. Bir yanda tektipliğe, pazar ekonomisi ve küresel iletişimin mârifetiyle türdeşliğe doğru giden bir gezegen; öte yanda kimlik spazmları, saldırgan etnik veya dîni iç savaşlar ve kabile çatışmaları yaratan fikirler vardır. Bu kimlikçilik patlaması bütün gezegenin bir açık topluma dönüşmesinin doğal bir sonucu sayılmalıdır: çok fazla açılma, kaçınılmaz olarak beraberinde çok fazla kapanmayı getirir. Kabilecilik, klancılık veya etnosentrizmin yeniden icadı, yurtsuzlaşma tehdidine karşı umutsuz bir tepki olarak görülebilir (De Benoist 1996).

Sıkışan dünya, sıkışan insan : Küreselleşme sürecinin gerisinde, endüstrileşmiş ülkelerin “ileri”, bütün diğerlerinin ise “geri” olduğu önermesi yatar. Bu hiyerarşi insanların dünyayı ve kendilerinin dünyadaki yerini nasıl algıladıklarını da etkiler (Moisseeff, 1997). Böylece Batılı değerleri içselleştirmiş seçkinlerin–üst sınıflar, akademisyenler, politikacılar - Batı hegemonyasının gücünü de içlerine aldıkları, toplumun bu değerleri benimsemeyen kesimlerine karşı kendilerini daha güçlü hissettikleri dile getirilmektedir (Moisseeff, 1997). Küreselleşmenin kültürel sonuçlarından birisi olarak görülebilecek bu durumun politik ayrımcılık ve şiddeti körükleyerek ruh sağlığını tehdit edeceği düşünülebilir. Yaşadığımız zaman diliminde tarihin hızlandığı, zaman-mekân sıkışmasıyla birlikte hayatın temel düzen ve niteliğinin dönüşüme uğradığı biliniyor. Artık insan yaşantısının varoluşsal özü dönüşmektedir ve bu da kadim sosyal değerlerin yada artık yerleşmiş hissiyat ve hassasiyetlerin aynı kalamayacağını, sosyal hayatın müstakbel biçimlerinde koruyucu/kollayıcı bir işlev yüklenemeyeceklerini göstermektedir (Kleinman ve Kleinman, 1999). Gelenek ve göreneklerin etkisi dünya düzeyinde gerilerken, özkimliğimizin (self-identity) temelinin de değiştiği bildirilmiştir. Daha geleneksel durumlarda, benlik duygusu büyük ölçüde bireylerin cemaat içindeki toplumsal konumlarının istikrarlılığıyla kendisini korurken, geleneğin çöktüğü ve yaşam tarzı tercihlerinin egemen olduğu durumlarda, benliğin bu sonuçlardan etkilenmezlik edemeyeceği dile getirilmiştir. Özkimlik artık eskisinden daha etkin bir temelde yaratılmak ve yeniden yaratılmak zorundadır. Terapinin ve her türlü danışmanlık hizmetlerinin Batı ülkelerinde çok popülerleşmesinin nedeni budur (Giddens, 2000).

Küreselleşme süreciyle birlikte insanların emniyet ve tekinlik hissini sağlayan kaynaklar da çözülmeye uğramakta, millet ve aile kayıplara karışmaktadır. Zygmunt Bauman (1999) hem millet hem de ailenin bireysel ölümlülüğün verdiği ezâya getirilen kollektif çözümler olduğunu yazar: “İkisi de benzer bir mesaj verirler: Ne kadar kısa olursa olsun, hayatını, benden daha büyük olan, benden önce gelen ve ne kadar uzun yaşarsam yaşayayım ben ömrüm tamamladıktan sonrada sürecek bir varlığın kalıcılığına az da olsa katkıda bulunmuşsa, boş yada anlamsız geçmemiş demektir; ölümlü hayata ölümsüz bir rol bahşeden şey, işte bu katkıdır.” Küresel çağda samimiyet ve sâhicilik duygusunun da kayıplara karıştığı dile getirilmektedir. Kenneth Gergen (2000) insanın tam olarak hangi çekirdek öze sâdık kalması gerektiğini hatırlamanın gittikçe güçleştiğini, sâhicilik idealinin ucundan bucağından yıprandığını, içtenliğin anlamının yavaş yavaş belirsizliğe gömüldüğünü yazmaktadır. İnsanlık anlam verici güçlerinin büyük kısmını, belki de hepsini yitirmektedir. Artık aile de daha iyi bir durumda değildir. Bauman’a (1999) göre aile insanın kendi yaralanabilir ve geçici olduğu kabul edilen varoluşuyla demir atabileceği emniyet verici, kalıcı bir limandan başka bir şeyi getirmektedir artık akla. “Başlatması kadar bitirmesi de, kurması kadar yıkması da kolay olan ailenin, onu meydana getirenlerden daha uzun süreceğine güvenilemiyor artık. Sonsuzluğa uzanan bu köprü de üzerinde yürüyen insanlar kadar kırılgan- hatta belki onlardan daha kısa ömürlü” (Bauman, 1999). Tüketim toplumu insan ilişkilerini de metalaştırmakta ve ‘kullan at’ anlayışı giderek insanî ilişkilerin doğasını bozmaktadır. “Kullan at” toplumunun anlamı sadece üretilmiş malları atmak değildi; aynı zamanda değerlerin hayat tarzlarının, istikrarlı ilişkilerin, şeylere, binalara, yerlere, insanlara ve eyleme/olma konusunda öğrenilmiş tarzlara bağlığın da atılabilmesi anlamı taşıyordu (Harvey, 1997) . Küresel sosyal değişimle birlikte sosyal sorunların da yoğunlaştığı bildirilmektedir. Sokak şiddet, alkol ve yasal olmayan madde kötüye kullanımı, ev içi şiddet, şehrin kenar mahallelerinin kaynaması gibi sosyal sonuçlar ruh salığı alanına depresyon, travma sonrası stres bozukluğu, intihar vb. biçimlerde yansıyor. Ruh sağlığı açısından bakıldığında küresel sosyal değişimin pek de hayırlı olmadığı söylenebilir (Kleinman ve Kleinman, 1999). Küreselleşmeyle birlikte toplam zenginlik hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde daha da eşitsiz dağıtılmaktadır, neredeyse tüm kıtalar çok sayıda savaş görmüşlerdir. Bu etkenler bireyleri zayıflatan, aileyi ve topluluk bağlarını tahrip eden bir kısır döngü yaratmışlardır. Ruh sağlığı sorunlarına karşı bir kalkan işlevi gören yapıların güçsüz düşmesi, ruhsal bozuklukların dünya ölçeğinde çok büyük bir artış göstermesine yol açmıştır. Bu bulgu küreselleşmenin ruhsal sorunlarla iç içe geçtiğini, ruhsal bozuklukları makroskopik bağlamdan soyutlayarak ele alamayacağımızı göstermektedir (Bibeau 1997).

Küresel çağda kamusal alan da kaybolmaya yüz tutmuştur. Şehirleşme, endüstrileşme, bürokratikleşme ve kitle iletişimi, sosyal düzenin rasyonel olarak düzenlendiği bir yer olan kamusal alanın kaybolmasına yol açmışlardır. Toplumsallık mahrem hâle gelirken kitle iletişimi kamusal alanın ne olduğu duygusunu, nerede başlayıp bittiğini telkin etmektedir. Artık ortak çeşmelerde çamaşır yıkarken dünya işlerini de konuşan kadınlar yok, şehrin meydanlarında fikir yarıştıran erkekler de. TV’lerde mebzul miktarda bulunan paparazzi programları bizi kamu hayatının sınırları konusunda endoktrine etmektedir. Ekran şöhretleriyle her gün birkaç saat geçirmek kamusal alana çıkmaya bedeldir. Küreselleşme insanları yurtsuzlaştırdığı, köksüzleştirdiği için insanlar giderek, gülünesi ve kırılgan yapıda da olsa duvarlar örmeye başlamışlardır. 'Komşunu kendin gibi sev' düsturu unutulmuş, evler muhkem şatolara dönüşmüştür. Küreselleşen dünyada insanlar yurtsuz ve yalnız kalmış, sosyal dayanışmaların ve onlarla birlikte bireysel hayatının ötesine uzanan sonsuzluk yapılarının hoyratça sökülüp atılması, bireyi kendi kaçınılmaz yok oluşundan duyduğu korkuyla baş başa bırakmıştır. Küresel serbest ticarete giden yolun bir yerlerinde millî cemaâtin anlam verici işlevi ortadan kalkmış ve bireyler kendi yaralarını kendileri sarmaya ve korkularını bir köşeye çekilerek tek başlarına gidermeye terk edilmişlerdir (Bauman 1999). İnsanlar artık etkin bir âmil değil, anlamlandıramadıkları süreçlerin pasif kurbanlarıdırlar. Dünya yalnızca sınırlardan değil, anlamın kendisinden de arınmıştır. Bir pazar yeri olarak dünya, insanların anlam krizini tırmandırmakta ve bozulmuş dünya algısını pekiştirmektedir.

Küresel çağın simgesi : Göçmen

Kültürel çağın belirgin vasıflarından birinin hareket olduğu dile getirilmiştir. Artık kimliğin kaynakları sosyal statü ve mekânda değil hareketin kendisinde aranmaktadır. Artık “yabancı” ve “yerli” yoktur, geçici düzenlemeler, hareketli ilişkiler, etkileşimler vardır. Bu “yerinde durmazlık” farklı bir özdeşleşme ahlâkını beraberinde getirmektedir: Her kişi bir diğerinin yerinde olmak, bir başkasının kimliğine yaklaşmak istemektedir (Schraiber, 1997). Bir başka yazar, Auge (1995) süpermodernitenin kimlik, ilişki yada tarihle tanımlanmayan yok mekânlar (non-places) yarattığı düşüncesindedir. “Yolcu” yok mekâna ait bir varlıktır, o kimliğini gümrük bürolarında, köprü gişelerinde yada kasiyerlerde bulur. Onun formel kimliği yolculuğunun başlangıcında ve bitişinde yerleşiktir. Birey yalnızdır. Fakat diğerleriyle aynıdır. Yok mekânın uzayı ne tekil bir kimlik ne de ilişki yaratır, onun yarattığı yalnızlık ve benzerlikten başkası değildir. (Auge 1995, Aktaran Schraiber 1997) Bibeau’ya (1997) göre küresel çağın simge kişisi göçmendir. Göçmen, kökeniyle ilgili anıların ama aynı zamanda onları unutma gerekliliğinin, uzak bir ülke ve tarihe bağlılıkla ona ev sahipliği yapan kültüre bağlanma ihtiyacının gerilim hattındaki kişidir. Dünya ölçeğinde toplumlar ve bireyler sürekli bir değişim girdabına girmiş gibidirler, bu yeni imkânlar açarken insanları ve toplulukları daha da kırılganlaştıran bir süreçtir. Ülkelerinden ayrılmayan insanlar bile alıştıkları yaşam biçiminin dışına düşen yeni uygulama ve düşüncelerle zihin haritalarını yeniden çizmek zorunda kalmaktadırlar. Sınırların geçilmesi demek giderek daha çok insanın, ülkelerini terk etmeseler bile, kültürel ürünleri paylaşması demektir. Böylesi bir durum da, kişilerin kültürel kökleri ve yerel âidiyet hisleriyle küresel sisteme katılma isteği arasında sürekli bir gerginlik doğurabilecektir (Bibeau, 1997).

Dünya da bugün 20 milyon resmî göçmen var, bunların çoğu da Asya ve Afrika’dan. Bu insanların ekserisinde, evlerinden ayrılmadan önce veya daha sonrasında, karşılaştıkları sorun ve zorluklara bağlı ruhsal sıkıntılar gelişebilmektedir. Dünyada yaklaşık 20 milyon insanın da kendi ülkeleri içinde göçe mecbur kaldığı bilinmektedir (Desjarlais ve ark. 1995). Sosyolog Daniel Bell (1988) 2013 yılı dünyası ve Amerika’sı üzerine tahminlerde bulunduğu bir makalesinde dünyanın farklı yerlerinde yaş grupları arasındaki uçurumun büyüyeceğini yazmaktadır. Afrika’da genç nüfusun yerel nüfusa oranı %40-50, Lâtin Amerika’da %40, Asya’ da %30-40 civarındayken ABD ve Avrupa için yaklaşık %20'dir. Bu nüfus dengesizliği ilerleyen yıllarda dünyayı demografik gelgit akımlarının silip süpüreceği anlamına gelmektedir. Genç nüfus iş ve aş bulmak için sınırları geçecek, bu da yeni melezleşmelere ve kimlik sorunlarına yol açacaktır (Bell 1988).

Bauman (1999) küresel çağda hareketliliğin bir hiyerarşisi olduğunu yazmaktadır : “Aslında, ortaya çıkmakta olan hareketlilik hiyerarşisinin tavanında ve tabanında, iki kutupta toplaşmış dünyalar keskin çizgilerle birbirinden ayrıldıkları gibi, aralarındaki iletişim de giderek kopmaktadır. Küresel çapta hareket imkanına sahip birinci dünya için, mekânın kısıtlayıcı niteliği kalmamıştır ve hem “gerçek” hem de “sanal” hâliyle kolaylıkla kat edilmektedir. “Yerel olarak bağlı”, hareket imkânları olmayan ve bu yüzden bağlı oldukları yerelliğin başına gelecek her türlü değişimin pasif olarak yükünü çekmeye mecbur ikinci dünya için, gerçek mekân hızla daralıyor. Bu, sanal olmayan gerçeklikten inatla erişilmez kalan mekânın fethi ve uzaklıkların “sanal erişilirliği”nin medyada göze sokarcasına sergilenmesiyle daha da acı verici bir hale gelen türden bir yoksulluktur... Birinci dünyanın sâkinleri olan iş adamlarının, küresel kültür yöneticilerinin veya küresel akademisyenlerin giderek daha fazla kozmopolit hale gelen yersiz yurtsuz dünyası için, devlet sınırları yerle bir olmuştur; çünkü bu sınırlar dünya malları, sermayesi ve finansı için anlamını yitirmiştir. İkinci dünya sakinleri için göç kontrolü, oturma izni yasaları, “temiz sokaklar” ve “sıfır hoşgörü” politikaları için örülmüş duvarlar giderek yükseliyor; arzuladıkları mekanlar ve kurtuluş rüyalarıyla aralarına kazınan hendek giderek derinleşirken bütün köprülerin, geçmeye her kalkıştıklarında, açılıp kapanan köprüler oldukları meydana çıkıyor. Birinciler canları istediğinde seyahat ederler, seyahatlerinden büyük zevk alırlar (hele birinci mevkide yada özel uçaklarıyla seyahat ediyorlarsa), onlara seyahat etmeleri için yalvarılır hattâ rüşvet verilir ve bunun yaptıklarında da gülücükler ve açılmış kollarla sıcak bir karşılama onları beklemektedir. İkinciler gizlice, çoğu kez yasa dışı yollarla seyahat ederler ve bâzen tıkış tıkış içine doluştukları battı batacak pislik içindeki gemilere ötekilerin lüks içindeki birinci mevkiye ödediklerinden daha fazla para öderler; vardıkları yerde ise çatılmış kaşlar onları beklemektedir ve şansları yâver gitmezse, tutuklanıp hemen sınır dışı edilirler.” (Bauman 1999). Roland Littlewood (1997) ise Batı dünyasında görülen çoğul kişilik bozukluğu salgınını göç olgusuyla ilişkilendirmektedir. Bu salgın geçmişe bir geri dönüş müdür yoksa, artık küreselleşen Batılı benliğin temel bir değişimine mi işaret etmektedir? Postmodernitenin patolojisi, ötekinin içe alınması, benliğin çoğullaşması mıdır? Çoğul kişiliğin ABD’de ortaya çıkması göçmenliğin, bir anlamıyla küresel vatandaşlığın bu ülkede oynadığı belirleyici rolle ilişkili olabilir. Herkes göçmendir burada, farklı göçmen grupları bu ülkede yüksek statülü işlere geçtiklerinde, eğitimlerini geliştirdiklerinde, meslek, dost, politik yönelim vb. değiştirdiklerinde kendilerini Amerikalı olarak gerçekleştirmiş olurlar. Bu yeni kimlik dönüşüm fırsatlarıyla başarılır, kişinin içinde saklı potansiyellerin gerçekleştirilmesiyle (Littlewood, 1997).


Yurtsuzluk duygusu

Küreselleşmenin yarattığı yurtsuzluk duygusu da ruh sağlığı açısından üzerinde durulmaya değer bir konudur. Kültürel ve teknolojik dönüşümler yüzyıllardır bel bağladığımız emniyet kaynaklarını kurutmuştur. Emniyet hissimizi devşirdiğimiz kaynakların kurutulması sahte bir mâneviyatı getirmiştir beraberinde, yersiz yurtsuz olma duygusunu telâfi edecek ama sâhici olmayan bir mâneviyatı. Bu mâneviyatın temel düsturlarını dâima ilerleme, daha çok üretme ve tüketme, yarışma/rekabetçi olma fikirleri oluşturmaktadır. İnsanların muhkem kalecikler olan evlerine çekilmesi, mahallenin ve geniş ailenin dağılması, bireylerin atomize olmasıyla endişe yaygın bir ruh hâli olarak karşımıza çıkar. Toplumdan, kölelerimizden, geleneklerimizden koparıldığımız için yalnızız ve yalnız insan endişe eder. Bu endişeyi gidermek için olabildiğince çok şeye sâhip olmak isteriz. Küresel çağda insan sahip olarak içindeki yurtsuzluk duygusunu iyileştirmek istemektedir (Sayar, 1995). 18.yy’nin ruh sağlığına ilgi duyan hekimleri sıla özlemini ve evden uzakta, gurbette olmanın acısını “nostalgia” kavramıyla ifade etmişlerdir. (Yunanca, nostus [ eve dönüş ] ve algos [ağrı] ). Bu sözcük 1688’de ilk defa kullanılmış ve daha çok evlerinden uzaktaki çökkün paralı askerlerde tanımlanmıştır. Bulgular ve teşhis, neden ve tedavi üzerine tezler kaleme alınmış, sonunda en iyi tedavinin nostus (eve dönüş) olduğunda fikir birliğine varılmıştır. Eski hekimler ruhun yanlış yerde bulunmaktan bîzar olabileceğini, yanlış yerde olmanın melânkoli veya nevrasteni gibi ruhsal sıkıntılara yol açabileceğini hissetmişlerdir. Nostalgia kavramı bir terapötik yaklaşımı doğurmuştur: Bu, hastanın etrafındaki dünyanın değiştirilmesine öncelik verilmesidir. Küresel dünyada bireylerin farklılaşma talepleri de çoğalmaktadır. Batı dünyasının kültüre bağlı sendromları olarak kabul edebileceğimiz anoreksia nervoza veya aşırı dozla ilaç alımı gibi durumlar, eski hekimlerin “nostalgia” kavramını yürürlüğe soktukları ortamlara çok benzer ortamlarda, çoğu kez bir farklılaşma çabası, bir dikkat isteği veya imdat işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Muzdarip kişiler, bozulmuş ev ve ailelerden gelirler ve kendi durumlarının, bir evin nasıl olması gerektiği yolundaki doğal algılarına ters düştüğü fikrindedirler. Anoreksik –küçük, ince, sevilen / bakılan – bir çocuk olarak kendisine nostaljiktir. Aşırı dozda ilaç alan kişi ayrı bir ailenin hastane ailesinin özlemi içindedir. Küresel köy göz kamaştırdığı kadar korkutmaktadır da (Turner 1999). Evin psikolojik bir gereksinim olduğu, depresyonun evini yitiren ruhun bir tepkisi olarak görülebileceği ifade edilmiştir. Yabancı bir diyarda kendilerini, gurbette hisseden Püritenler, “yeni dünya”da bir cennet kurmak istemişlerdi ve bu yeni diyarda kendilerini asla “evde” hissetmediler. Amerikan ruhunun sürekli “yolda” olduğu duygusunun o tarihten bu yana derinleşerek hüküm sürdüğü dile getirilmektedir (Romanyshyn ve Whalen, 1987).

Küreselleşme süreciyle artık ‘dostlukların son günü’ne de gelmiş bulunuyoruz : “Artık dostların oluşturduğu birliktelik duygusu da tehdit ve tehditleri gideremiyor, onların verdiği acıyı azaltmıyor. Günümüzün felâketleri kurbanların adlandırabileceği, parmaklarıyla işaret edebileceği, karşısında birleşik bir cephe oluşturup onunla savaşabileceği bir düşmanın yaptığı kötülükler değil. Kaderin silleleri, sâbit bir adresleri olmayan, mali piyasalar, küresel ticaret koşulları, rekabet gücü, arz-talep gibi tuhaf ve kafa karıştırıcı isimler ardında saklanan gizemli güçler tarafından indiriliyor. İnsan sık sık yapılan o “küçültme” egzersizlerinden biri yüzünden işini kaybettiyse bir sabah uyandığında bin bir zahmetle edindiği becerilerin miadını doldurduğunu, komşularıyla, aileyle yada sevgisiyle kurduğu ilişkileri birden bire parçaladığını gördüyse dostlar ne yapabilir, ne işe yarayabilirler ki?” (Bauman, 1999)


Küresel çağda benliğin dönüşümü 

Her uygarlık kendi benlik (self) kavramını yaratır, bu benlik o uygarlığın üyelerince açık ve gerçek olarak yaşanır. Geçmişte pek çok kişi modern Batılı anlamda bir benliğe sahip değildi, bugün dünyanın pek çok bölgesinde de bu anlamda bireysel benlikler yoktur (Sayar 2000). Postmodern ve postendüstriyel küresel iletişim toplumuna girdikçe bir anlamda post-kimlik bir topluma da girmiş oluyoruz. Burada insanların benlik ve kişisel sınırlar hakkındaki düşünceleri yakın geçmiştekilerden çok farklılaşmaktadır. Yakın zamana dek modern benlik ruh sağlığı için bir model olarak alınırken bugünün merkezi olmayan / çoğulcu dünyasında sağlık ve mutluluğunun anahtarı olarak çoğulculuk ve desentralizasyon (sorumluluğun dağıtılması, bir merkezden idare edilmeyiş) önerilmektedir. Artık kimliğin sosyal bir ürün olduğu ve “postmodern” toplumlarda tek ve istikrarlı bir kişisel kimliğin üretilip sürdürülmesinin zorlaştığı dile getirilmektedir. Benliğin kalabalıklaşmasını tarif etmek için icat edilen “multifreni” kavramı, varlığın çoklu ve farklı potansiyellerinin edinilmesine atıfta bulunmaktadır. Benlik günümüzün postmodern Batılı yada Batılılaşmış toplumlarında her kalıba girmekte, bir ömür boyu büyük değişimler geçirebilmekte, bir kişilikten diğerine seyirtebilmektedir. Benlik artık bir sürekliliği olan kararlı bir organizma değil, kendini şimdiki zamanda nasıl tanımlıyorsa öyle olan bir şeydir. Sosyal ve teknolojik değişimler kişisel sınırlar, süreklilik ve kimlik konusunda yepyeni soruları önümüze sermektedir (Anderson, 1999). Küresel iletişim çağında kişiye teklif edilen çok sayıda yaşam tarzı vardır, sayısız uydu ve kablo TV kanalı bir insan olmanın nasılına dair sayısız seçenekler sunmaktadırlar. Sosyal psikologların da son yıllarda olası benlikler fenomenini tanımlamaya başlamaları rastlantı değildir. Küresel çağda insanlar kim olduklarına karar verebilir ve bir başkası olmayı hayal edebilirler (Sayar 2001). Benlik belirsizdir; her türlü benlik mümkündür ve “kendi kendini yaratma süreci asla bitmez” yollu önermeler postmodern kimlik sorunlarını özetleyen aksiyomlardır. Günlük hayat bu önermelerin gerçekten de başka kanıt gerektirmediği ve aksiyom olarak kabul edilebileceği görüşünü destekleyen birçok veri sunmaktadır: En son moda markanın veya rock grubunun ayaklı ilan panosu haline gelmiş gençler, sanal sohbet odalarının ve siberseksin gördüğü rağbet, mankenlere verilen “mega” statüsü, işletmecilik ve siyasette imaj derslerinin zorunlu hale gelmesi bu veriler arasında sayılabilir (Bauman, 2000)

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batılı benliği bir “boş benlik” olarak tanımlayan Cushman (1990), 21. yy.da benliğin “çoklu benlik” olarak tanımlanabileceğini yazmaktadır. Benliğin dışındaki kimlikler, bir giysi gibi kolayca giyinilip soyunulabilmektedir. Kişi bu kimliklerle özdeşleşse de onların varlılığını “olmazsa olmaz” bir durum olarak yaşamamakta, pek de sahîh olmayan bir tarzda benimsemektedir onları. Bu bir anlamda “derin ama boş” benlikten, “sığ ve çoklu” benliğe geçiştir, içsel yaşantıyı arzulayan benlikten dışsal yaşantıda girebileceği yeni kılıklar arayan benliğe geçiştir. Temelde değişmeyi, dönüşmeyi ümit eden benlikten; o anda, hemen, en etkili ve çekici kimliği kuşanmayı bekleyen benliğe bir geçiştir söz konusu olan (Cushman ve Gilford, 1999). Bu görüşler benliğin günümüzde doyduğunu, kalabalıklaştığını öne süren sosyal psikolog Kenneth Gergen’in (2000) görüşleriyle örtüşmektedir.

Kenneth Gergen (2000) yüzyılın ilerlemesiyle birlikte benliklerin başka insanların karakterleriyle kalabalıklaştığını yazar. Belleğimizde başka insanlara ait imgeler çoğalmış ve bu da bir sosyal doygunluğa yol açmıştır. Yüzeyde tek ve bütüncül bir kimliğimiz var gibi görünse de içimizde kalabalık bir kimlikler dizisi hükmünü icra etmektedir. Yazar postmodern dünyada benliğin ancak ilişkilerin bir tezahürü olarak tanımlanabileceğini öne sürer. Artık bireysel benlik değil ilişki içindeki benlik sahnededir. Benlik pek çok bağlamda kendini yeniden yapılandırır. Bireysel özerklik duygusu yerini karşılıklı bağımlılık duygusuna bırakır. Sosyal doygunluk kişinin kendisini iyi hissetmek için gereksindiği standartları yükseltir. Artık iyiliğin doğasını va’zeden sadece yerel topluluk değil, görülebilir herhangi bir topluluktur. Geleneksel toplulukta kişi samimi, güvenilir, çalışkan bir kişi olmakla “iyi” sıfatını hak ediyordu. Sosyal açıdan doygun bir bağlamda bir orta sınıf erkeğinden beklenen bundan çok daha fazlasıdır. Bu da insan eylemlerindeki yüzeyselliği ve samimiyetsizliği artırmaktadır. Otantisite (sahihlik) ve samimiyet uzaklaşırken, suçluluk ve yüzeysellik duygusu sahne alır ve bunlar “pastiş kişilik”in zeminini hazırlar. Pastiş kişilik sosyal bir bukalemundur, hazırda olan herhangi bir kaynaktan kimlik kırıntılarını alır ve onları belirli bir durumda arzu edilir ve işe yarar hâle dönüştürür. Multifreni, insan geriye dönüp neyi yitirdiğini hatırlamadığı sürece işe yarar: Dünyanın küreselleşip küçüldüğü bir çağda onun dost çevresi ve sosyal etkinliği gittikçe genişlemektedir. Küresel hız çağında herşey değişirken benlikler de bundan payını almaktadır. Artık benliğin istikrarı (bir nesne olarak benlik) değil, benliğin değişimi (bir süreç olarak benlik) hedeflenmektedir. Gündelik hayat haz peşinde koşmakla geçer. Pastiş kişilik için sosyal bağlam dışında inşa edilecek bir benlik yoktur. Giyim kuşam benliği yaratmanın temel aracı olur. Her uluslararası marka benliğe yeni ve farklı bir ifade imkânı verecektir (Gergen, 2000). Sosyal doygunluğunun sonuçlarından birisi de ilişkilerde mahremiyet ve adanmışlığın giderek kaybolmasıdır : “Gerçek” benlik yitip gitmiştir ve benlik ancak diğerleri varsa vardır. Gerçek benliğin yitmesiyle birlikte sahneye kısmî ilişki çıkar, bu ilişki kişinin varlığının kısıtlı vechesi üzerine inşa edilir. Bu ilişkiler kişinin kendisini tümden ifşa etmesini gerektirmez, kişi bir bütünlük yada tutarlılık duygusu olmaksızın kişiliğinin yalnızca bir kısmını dışa vurabilir. Farklı faâliyetler için bir araya geldiğimiz farklı insanlar vardır. Bu faâliyetler dışında birbirimizin yüzünü görmek istemeyiz. İlişkilerin kısmîleşmesinden en büyük yarayı alan da bir kurum olarak aile olmuştur. Baba ve annenin evden uzaklaşmasıyla yakınlık ve şefkat profesyonel ellere teslim edilmektedir. Aile gibi cinsel mahremiyet de kısmî ilişkilerin işgali altındadır. Derinlemesine bir sevginin eşlik etmediği cinsel birliktelikler giderek çoğalmaktadır (Gergen 2000). Küreselleşen dünyada insanlar birbirine benzemekte, ayırd edici vasıfları giderek silinip kaybolmaktadır. Postmodernizmde “benzeş” (simulacrum) ile kastedilen şudur: Kopyalama o kadar mükemmelliğe yakındır ki, orijinal ile kopya arasındaki farkı anlamak hemen hemen imkânsızdır. Modern tekniklerle imajların “benzeşler” olarak üretimi nispeten kolaydır. Kimlik artan ölçüde imaja bağlı olunca, bunun anlamı, bireylerin, şirketlerin, kurumların, politika alanının kimliklerinin seri halde tekrarlanan biçimde kopyalanmasının gerçek bir olasılık ve bir sorun haline gelmesidir (Harvey, 97).


Ruhun Belirsizliğinden Bedenin Belirsizliğine 

Organ nakilleriyle biyolojik kimlik, yeni üreme teknikleriyle ebeveynlik ve klonlamayla genetik kimlik hakkındaki kadim düşünceler değişmeye başlamıştır. Küreselleşme çağında insanların bedenlerini algılama biçimi köklü bir dönüşüm geçirmektedir. Tıbbî teknolojilerin, bedeni, tıpkı tabiat gibi kontrol ve tahakküme açık bir alan olarak tanımlamalarıyla, bedenlerimiz kesinliğini yitirmeye başlamaktadır. Artık bir “cyborg”tan bahsedilebilir: Cyborg sibernetik bir aygıtla organizma arası bir oluşum olarak tanımlanmaktadır. Cyborg insan ve hayvan, eril ve dişi, doğa ve kültür, kendini yöneten makine (otomaton) ve organizma (otonom – özerk insan) arasında duran bir berzah figürüdür. Varlığıyla bu bölümlemeleri geçersizleştirir ve kendisini iki grubun kısıtlayıcı çeperlerinden kurtarır. İnsan sonrası (posthuman) yada insan ötesi (transhuman) olarak tanımlanan cyborg bir bilim kurgu filminden fırlamış değildir, o gündelik hayatın tam ortasında, aramızda dolaşmaktadır. Kokpitinden Bağdat’a bomba yağdırmaya hazırlanan bombacı pilotlardan, bir kalb piliyle dolaşan babaannemize kadar cyborglar her yerdedir. Kötümser bir kehanete göre günümüzdeki kuşaklar son saf insan kuşakları olacaktır. Kısırlık tedavisinde laboratuar ortamının normal cinsi münasebetin yerini alması, annelik ve babalık gibi kadim kimlikleri tehdit etmektedir. Rüşeyme müdahale teknolojilerinin gelişmesiyle, kadınlar adeta yoksanmakta ve üreme işlemine yabancılaştırılmaktadırlar (Williams, 1997). Jean Baudrillard’ın ifâdesiyle, artık bilim-kurgu yazmaya gerek yoktur zira bilim kurgunun tam içinde yaşıyoruz.

Küreselleşme ve Biyokolonizasyon 

Genetik mühendislik yeni tekniklerle yaşayan dünyanın genetik yapısını yeniden düzenlemekte, cinsleri birbirine karıştırmakta, yeni mikroplar, bitki ve hayvanlar yaratmaktadır. Artık yaşam biçimlerinin manipülasyonu söz konusudur. Tarım, sanayi gibi alanlarda kârlı olabilecek yeni türler yaratmaya hevesli teknolojik evrim sayesinde, bilim adamları “hayatın mimarları” olmaya soyunmaktadırlar. Bu girişimin hammaddesi genetik kaynaklardır ve endüstri çağının güçleri dünyayı mineral ve yakıt arayışı içinde nasıl kolonileştirdilerse, biyokoloniciler de genetik mühendislik yoluyla kârlı ürünlere dönüştürülecek yeni biyolojik malzeme arayışındadırlar (Kimbrell, 1998). 21.yy.’nin “biyoteknoloji yüzyılı” olacağı söylenmektedir. Biyokoloni şirketleri ve yönetimler, gezegenin ekonomik kaynaklarını kontrol eden ekonomik/politik unsurların gelecek yıllarda dünya ekonomisi üzerinde son sözü söyleyeceğinin farkındadırlar. Biyoteknoloji pazarında yaşam biçimleri ve bu arada insan bedeni alınıp satılır bir metâ hâline mi gelecektir? Şirketler veya bilim adamlarının yaşamın genetik şifreleriyle oynamaya hakları var mıdır? Bu gibi sorularla küreselleşmeyle birlikte daha çok karşılaşacağa benziyoruz. Tarihin sonu, coğrafyanın sonu derken küreselleşmeyle birlikte gâliba “doğanın sonu”na da tanıklık ediyoruz.

İnsan geninin patentlenmesiyle de genetik mirasımız özelleştirilmektedir. Binlerce gen, patent işlemi sayesinde bir dizi şirket ve hükümetin malı haline gelmektedir. Bunun gibi beden kısımları ve kan da Üçüncü Dünya’da yok pahasına satılmakta ve Birinci Dünya’nın hizmetine sunulmaktadır. Her yıl yoksul ülkelerden onbinlerce organ uluslararası pazarda alıcı bulmaktadır. İnsan Genomu Projesi'nin bir parçası olarak dünyanın çok sayıda farklı halkından kan örnekleri alınmış ve genetik şifreleri çözülmüştür (Rifkin 1998). Bu bilginin ticarî güce dönüşmesiyle genetik hammaddeyi oluşturan yoksul halkların küreselleşme sürecinde bir kez daha mağdur edilecekleri âşikârdır. Biyoteknolojiyle birlikte hayata ve varlığın anlamına dair tanımlarımız değişmektedir. Cinsellik, üreme, doğum ve ebeveynlik gibi kadim uygulamalar yavaş yavaş yürürlükten kalkmaktadır. Hayatın mal hâline getirilmesi ve seyleştirilmesi onun kutsiyetini zedelemekte ve insan tekinin biricikliğine halel getirmektedir (Sayar 1997).

Siberuzayda yalnız !


Yeni sosyal mekâna bir bilgisayar ve modemle bağlanabilirsiniz, orada tanımadığınız insanlarla bir tavla turnuvasına katılabilir, meslekî platformlarda görüş alışverişinde bulunabilir, chat odalarında âşık olabilirsiniz. Farklı online cemaâtlere dâhil olmak size de farklı olma imkânını bahşeder: Sâdece farklı davranmaz, farklı bir kimlik de edinirsiniz. Aynı adla pek çok kişi olur ve pek çok rolü yerine getirebilirsiniz. İletişim devrimi, benliği, mahremiyeti ortadan kaldırarak da dönüştürmektedir. Siberuzay bireyler hakkında bilgilerin biriktirildiği en büyük dosya arşividir ve bu arşiv şirketlerin, hükümetlerin ve meraklı kişilerin kolayca ulaşabileceği bir arşivdir. Bağlantıya girdiğiniz andan itibaren biri sizi gözetlemektedir. Poster (1996), “bedenlerimizin şebekelere, veritabanlarına, enformasyon koridorlarına tespih tanesi gibi dizildiği” ve böylelikle bedenlerimizin âdeta “enformatik olarak ipe geçirildiği” tüm bu enformasyon depolayan sitelerin “artık gözlenmekten kaçabileceğimiz yada etrafında bir direniş hattı çekebileceğimiz bir sığınak sağlamadığını” ileri sürmektedir (Poster 1996, aktaran Bauman 1999) . Zygmunt Bauman (1999) ise veritabanının ayıklama, ayırma ve dışlamanın bir aracı olduğunu yazar : ‘”Küreselleri eleğin üzerinde tutar ve yerelleri silip süpürür. Yurtsuz siberuzaya kabul ettiği belli insanların nereye giderse gitsinler kendilerini evinde hissetmelerini, vardıkları her yerde sıcak karşılanmalarını sağlar; diğerlerini ise pasaportlardan ve transit vizelerinden yoksun bırakır ve onların siberuzay sâkinleri için ayrılan yerlere uğramalarına engel olur.”

Her bir kredi kartı kullanımı ve hemen her bir satın alma eylemiyle çoğalan muazzam miktarlardaki veri gönüllü gözetlenmeyi kolaylaştırmaktadır. Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” distopyası yıllar sonra bilgisayar kabloları üzerinde gerçekleşmektedir. Chat odaları sohbetin simülasyonu ile yalnızlığa bir devâ olmaya soyunmuşlardır. Orada konuşurken gözler buğulanmaz, ses titremez: Sahte benlikler chat odalarında birer hayâlet gibi dolaşır ve kişilerin yalnızlığını, kimsesizliğini derinleştirir. İnternet teknolojisinin eşitlikçi yönü vurgulanırken, bu teknolojiyi ancak gerekli beceri ve araç gerece sâhip insanların kullanabileceği, “küresel köy” sâkinlerinin önemli bir kısmının da bu şartları hâiz olmadıkları unutulmamalıdır (Coppo, 1997). Küresel koşullarda bireyin yakınlık kavramı farklılaşmıştır. Telefonla konuşulan kişi odadakilerden, küresel ısınmadan söz eden biri ise mutfak masasının neden sallandığını soran kişiden daha yakın gelebilir (Arslanoğlu, 1998). Siberâlem küresel çağın multifrenik kişisi için câzip kimlik seçenekleri sunmaktadır. İnternette kimliğin “akışkan” olduğunu söyleyen psikolog Sherry Turkle, sanal âlemde kişilerin benliklerini tek ve bir olarak algılamadıklarını, aksine pek çok yönden oluşan bir benlik yaşantıladıklarını belirtir. Açılan her yeni pencere benliğin bir başka cephesini çağırmaktadır (Turkle 1998). Küresel iletişim teknolojilerinini ulaştıkları hızla bilincin yapısını dönüştürdükleri, bunun da bir yönelim kaybı (disorientation) yarattığı dile getirilmektedir.

Fransız düşünür Paul Virilio (1994, 1995) iletişim otoyollarının inşâsıyla birlikte yeni bir fenomenle yüz yüze geldiğimizi iddia etmektedir: Yönelim kaybı. Hissedilen gerçeklik artık iki surettedir: sanal gerçeklik ve “hakikî" gerçeklik, gerçekle iki türlü ilişki kurmamızı sağlamaktadır. Böylece insanlar yönelimlerini sağlayacak referans noktalarını yitirmektedirler. Uzaktan görme, uzaktan işitme, uzaktan eylemde bulunma imkânlarıyla varlık köksüzleşmektedir. Önceden, “olmak” deyince “bir yerde olmak”, burada ve şimdide konuşlanmak kastedilirdi, siberuzayda ise hemen, birden, her yerde olmak mümkündür ve bu da varlığın özünü zedelemektedir. Gerçeklik artık stereo-gerçekliktir. İleri teknolojilerle ilgili araştırmalarda aslan payını eğlence alanının aldığına dikkat çeken yazar, bu durumu “narko-kapitalizm” olarak adlandırmaktadır. Stereo-gerçeklik fikri ekranın doğası ve işlevi yönünden de incelenebilir. Ekran, bizi gördüğümüz olayların gerçeğinden korurken – ayrı ve yalıtık durumda tutarak- dünyada olup bitenlere tanıklık etmemizi sağlar. İzleyicileri, oturma odalarında emniyet içerisindeyken savaş felâketiyle ve onun şiddetiyle karşı karşıya getirir. Görüntülerin uzaklaştırıcı gücü ve uzaklardaki felâketlerin donuk kayıtları vâsıtasıyla ıstırap ile olan ilişkimizi yürütmeyi öğrenmiş bulunuyoruz. Fotografik görüntü, bizi gerçek ıstırapla bir anda hem karşı karşıya getirir, hem de ondan uzaklaştırır (Morley ve Robins,1997). Böylece Körfez Savaşı'nı bir bilgisayar oyununu izler gibi izleriz TV’den, Bağdat’ın üzerine yağan bombalar bizde bir şehrâyin duygusu uyandırır.

Küreselleşme mi, küyerelleşme mi? 

Küreselleşmenin kültürel olarak homojenleştirici güçlerin diğer kültürler üzerindeki güçlerinin “zaferi” olarak sunulması çeşitli itirazlara yol açmaktadır. Robertson, küyerelleşme (glocalization) ifâdesi küreselleşmenin heterojen yönünü vurgular. Küreselleşme süreci, bu tanıma göre, küresel olan ile yerel olanın iç içe geçmelerinin bir sonucudur. Küreselleşme bu çerçevede dünyanın bir bütün olarak sıkışması ve yerellikleri birbirine bağlamasıyla gerçekleşmektedir. Bu aynı zamanda içinde yerelliğin keşfini taşımaktadır. Yerelliği keşfetme küresel süreçler aracılığıyla gerçekleşir (Aktaran Arslanoğlu, 1998). Kültürün küreselleşmesi, bu görüşe kalırsa, birinci dünyadan üçüncü dünyaya doğru tek yönlü bir akış değildir. Elektronik iletişim küresel imge ve kimliklerin giderek daha çok paylaşılmasına, birbirine yaklaşmasına ve melezleşmesine yol açmaktadır. Doğu psikoterapi teknikleri giderek daha fazla Batılı psikoterapilere eklemlenmekte, Samoa’da yerliler bir Amerikan pembe dizisinin karakterleri tarafından ele geçirilebilmektedir. İnsan ötesi varlıklara inanan bazı Kanadalı psikiyatristler Çoğul Kişilik Bozukluğu (ÇKB) olgularında klinik “şeytan kovma” terapisi önerebilmektedir (Littlewood 1997). Küreselleşme, yalın ve mekanik bir homojenleştirme eşliğinde örgütlenmekle kalmamakta, çeşitli yerelliklerden beslenerek onları evrensel olanlara taşımaktadır. Bu yerel formlarla küresel işleyişin birleştirilmesi sonucunda glokalizasyon (küyerelleşme) adı verilen süreç ortaya çıkmaktadır (Robertson, 1996).

Küreselleşmeyi heterojen bir süreç olarak değerlendirerek konuya yaklaşanlar küreselleşmenin kültürler arası etkileşim olduğunu belirtmekte ve Batı modernitesinin sonucu olarak görülmesini eleştirmektedirler. Küreselleşme etkisiyle artan hareketlilik sonucunda daha fazla insanın (göçmen yada mülteci olarak) sınırları geçerek Batı'ya ulaşması, dolayısıyla başlangıçtaki stereotiplerin sorgulanmaya başlaması, bunun nedenlerinden biridir (Arslanoğlu, 1998).

Romancı Amin Maalouf (2000) da küyerelleşme düşüncesine başka bir koldan katılmaktadır : ‘Bizi birbirimize çabucak yakınlaştıran yeni iletişim araçları, bizleri tepki olarak farklılıklarımızı koymaya itse de , aynı zamanda ortak kaderimizin bilincine varmamızı da sağlıyor. Bu da bana, bugünkü evrimin sonuçta kimlik kavramına yeni bir yaklaşımın ortaya çıkmasını destekleyebileceğini düşündürüyor. Bütün âidiyetlerimizin toplamı gibi algılanacak ve içinde insanlık toplumuna âidiyetin gitgide daha fazla önem kazanarak, çok yönlü özel âidiyetlerimizi de silmeden, sonunda bir gün esas âidiyet haline geleceği bir kimlik.” Bibeau (1997) da bütün toplumlarda yerel olanla küresel olan meczederek yeni referans sistemleri yaratma yönünde bir değişim olduğunu söylemekte ve antropolojinin görevinin, yeni küresel dünyanın yerel kültürlerce nasıl yerlileştirildiğini ve metabolize edildiğini araştırmak olduğunu belirtmektedir.

Küreselleşme ve kültürel psikiyatri 

Küreselleşme sadece “orada” bireyden uzak yerlerde olan şeylerle ilgili değildir. Küreselleşme aynı zamanda “burada” fenomeni olup, yaşamlarımızı mahrem ve kişisel yönlerini de etkiler (Giddens, 2000). Bu yönüyle küreselleşme ya da küyerelleşme kültürel psikiyatri için üzerine düşünülmesi gereken bir konu olmaktadır. Küreselleşmenin dünyayı melezleştirdiğini söyleyen Bibeau (1997) antropolojinin artık klasik çalışma ve araştırma yöntemlerini terk etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Artık bölgesel ağlardan soyutlanmış yerel kabile kültürleri bulmak zordur. Küreselleşme sürecinin şiddeti, antropologları inceledikleri insanların gerçek dünyalarını mesken tutmaya zorlamaktadır. O dünya artık dış etkilere karşı geçirgen, sınırları ise daha belirsiz ve açıktır. Askerlerin, tüccarların, misyonerlerin, koloni valilerinin yerini yurt hatta ev sınırlarını hiçe sayan daha sinsi işgalciler; uydular, medya, internet, teknolojik araç gereç almıştır. Evrensel ilkelere yaslandığı söylenen ideolojiler ve ahlâkî ilkeler bugünlerde tüm sınırları geçmektedirler. Antropologlar artık daha geniş etki birimlerinden ve dünya sisteminden kopuk yerel süreçleri çalışmanın yararlarından söz edemezler. Küresel çağın bir reklam sloganında dile getirildiği gibi, “artık orası olmayacak çünkü hepimiz buradayız". Kimi antropologlar ise başat küreselleşme ideolojisine “melezleşen dünya” düşüncesiyle karşı çıkmaktadırlar. Bu görüş küresel söylem ve düşüncelerin yerel düzeyde yeniden biçimlendirildiğini ve yapılandırıldığını dile getirmektedir. Çağdaş antropoloji bakışını makroskopik süreçlerle yerel toplulukların günlük hayatının karşılaştığı alanlara yöneltmektedir. Pek çok toplumda küresel türdeşleşmeye farklı direniş türleriyle mukavemet edilmektedir: Yeni milliyetçi ve bölgesel akımların yeşermesinden kabilecilik ve fundamentalizmlerin hortlamasına kadar.

Yeni küresel durum kültürel psikiyatristlerin görmezden gelemeyeceği bir dizi sorun doğurmaktadır. Kültürel psikiyatri temelde küreselleşme süreciyle açıkça tehdit edilen kimlik sistemleriyle ilgilenmektedir. Bu sistemler her ne kadar tamamen kapalı ve durağan olarak görülmedilerse de hiçbir zaman da içsel olarak çoğulcu oldukları düşünülmemiştir. İnsanların âdiyet hissini sağlayan kültürel çevre giderek müphemleşmektedir ve bunun neye mal olabileceğini henüz bilmiyoruz. Ayrıca kültürel psikiyatristler çoklu âidiyetlere, uzak mesafeli ağlara ve esnek kimliklere karşı daha duyarlı olabilmelidirler (Bibeau, 1997). Melez ve çoğulcu kültürler fikri, kültürün "sınırları belirli bir bölgede özerk olarak yaşayan insanların paylaştığı bütünlüklü bir anlam sistemi" olarak kavramlaştırılmasını güçleştirmektedir. Artık kültürün içsel olarak çoğulcu ve heterojen, uzak-mesafeli ve uluslararası ağlarla rabıtalı olduğu ve yerel anlam sistemlerinin, dünya sistemine bağlı daha geniş bir bağlam içine yerleştirilmesi gerektiği dile getirilmektedir (Bibeau, 1997).

Bugün Batılı olmayan kültürlerin küresel dünya sistemi söyleminin aksine, bütünüyle Batılı kavramsal kategorilerin hükümranlığı altına girdiği söylenemez. Kültür ve emperyalizm ilişkisinde “öyküleme kudreti yada diğer öykülerin şekillenip ortaya çıkışını önleme kuvveti” merkezi bir önem taşır (Said, 1993) . Dünyanın küreselleşmesi retoriği, berisinde, muzaffer Batı ile bozguna uğramış sömürge halk arasındaki eşitsiz ilişkiyi gizlemektedir. O halklar ki yalnızca kültürleri talan edilmemiş, aynı zamanda, kendi tarihlerini dillendirme / öyküleme hakları da ellerinden alınmıştır. Ancak yine de pek çok kültür Batı kültürünün hükümranlığı altına girmemek için direnç göstermektedir. Sömürgeci yayılma ve yerel kültürel direnç, iki kuvvet halinde monolitik olmayan kültürler oluşturmaktadır. Bu kültürler küreselleşme bağlamında kendi özgünlük ve özelliklerini de devam ettirmeye heveslidirler. Heterojenliğin kültürün içine bu denli sokulduğu bir zaman diliminde, kültür uzmanlarının insanların anlam sistemlerindeki tutarsızlık, müphemlik ve çelişkilere daha da dikkat kesilmeleri gerekir (Bibeau 1997) .


Küreselleşme ve ruh sağlığı 

Arthur Kleinman (2000) laissez-faire kapitalizminin küresel evresi anlamında kutsanan küreselleşmenin dünya ruh sağlığı için kesin bir tehdit olduğunu yazmaktadır. Hastalıkların küresel yükünün %11.5’ı ruhsal hastalıklara, %4’ü depresyona ait görünmektedir. Psikiyatrik bozukluklar ve ruh sağlığı sorunları giderek artmaktadır. Bu sorunlar zengin toplumlarda yoksul toplumların iki katı oranında görülmektedir. Enfeksiyon hastalıklarında olduğunun tersine, daha çok zenginlik, bir ülkeyi ruh sağlığı sorunlarından âzâd etmemekte, aksine sayıları artırmaktadır. Çağımızın en büyük pandemilerinden birisi olarak madde kötüye kullanımı, dünyanın pek çok bölgesinde artmaktadır. İntihar oranları düşük ve orta gelirli ülkelerde tırmanmaktadır. Özellikle iç çatışma ve politik kaosun olduğu ülkelerde intihar oranları belirgin bir artış göstermiştir. Sosyal sağlık sorunları da ruh sağlığı sorunları gibi gelişmekte olan ülkelerde artış göstermektedir. Zührevî hastalıklar, AIDS, aile yıkımları ve şiddet gelişmekte olan dünyada hızla yayılmaktadır. Küreselleşme ile birlikte toplumun en zengin ve en yoksul üyeleri arasındaki uçurum büyümekte ve sefalet sınırlarında yaşayan insanlarda en yüksek morbidite (hastalanma) ve mortalite (ölüm) oranları gözlenmektedir. ABD gibi zengin ülkelerde bile gelire göre sağlık göstergeleri kötüdür. Psikiyatrinin bir meslek olarak üzerine düşen yalnızca sağlık politikaları ve programları için kamuoyu oluşturmak değil, aynı zamanda küreselleşme sürecinde neyin ruh sağlığı ve sosyal sağlık alanında bozulma yarattığını bulmaktır (Kleinman 2000). Küreselleşen dünyada Brezilya, Guatemala, Kolombiya ve başka ülkelerde evsiz sokak çocukları düzenli olarak öldürülmekte ve işkence görmektedirler. 1991 yılında Brezilya’ da 1000 sokak çocuğu öldürülmüş, 150.000 çocuk birinci yaşını göremeden sefalet, sağlık bakımının yokluğu ve kötü yaşama şartları nedeniyle ölmüş, iki milyon çocuk kötü beslenmiştir. Bütün dünyada 1989'dan beri dünyada iki milyon çocuk çatışmalarda can vermiştir ve bunun altında yatan neden, sıklıkla Batı'nın istikrarsız ve eşitsiz toplumlara siperlenmiş elitlerle yaptığı işbirliğidir. BM Güvenlik Konseyi ahlâkî bir vurgu yapar görünse de bu konseyin üyeleri dünyanın önde gelen silah üreticileridir ve herhalde, bu silahların iç baskı ve yıldırma için kullanıldığını biliyor olmalıdırlar. Batılı olmayan çocukların hayatlarının kölelik günlerinden bu yana bir değer kazandığına ilişkin hiçbir belirti yoktur (Summerfield, 1998). “Bir gelecekleri olmadığı için” öldürülen çocuklar, küreselleşen dünyanın karanlık yüzünü temsil etmektedirler.

Kirmayer ve Minas (2000) küreselleşmenin psikiyatriyi üç koldan etkileyebileceğini yazmaktadırlar: 
1. Birey, kollektif kimlik ve topluluk yaşantısı üzerindeki etkileri 
2. Ekonomik eşitsizliğin ruh sağlığına yansımaları 
3. Daha örtük olarak, psikiyatrik bilgiyi biçimlendirip yayması

Etnokültürel kimlik bireyin öz saygısını sağlayan kaynaklardan birisidir. Bu kimlik toplumsal dayanışmayı temin edebilir, ırkçılık ve ayrımcılığın etkilerini azaltabilir. Kültürel psikiyatri etnokültürel kimliği etkileyen politik düzenlemeleri anlamakla yükümlüdür. Göçler ve elektronik medya üzerinde sanal seyahatler sayesinde dünya kültürleri giderek melezleşmektedir. Duygusal sıkıntının iletildiği kültürel ifadeler de bu melezleşmeden payını almaktadır. Bu süreç yakın bir gelecekte psikopatoloji kuramlarının gözden geçirilmesini gerektirebilir. Küreselleşmenin yol açtığı ekonomik adaletsizlik, psikiyatrik bozuklukların gelişmekte olan ülkelerde artan yaygınlığı ile kendisini göstermektedir. Dünya Ruh Sağlığı Raporu (Desjarlais ve ark., 1995) gelişmekte olan ülkelerde çok yüksek düzeylerde psikiyatrik bozukluk ve sıkıntı olduğunu belgelemiş ve halk sağlığı politikalarında ruh sağlığının yüksek öncelik kazanmasını önermiştir. Rapor ayrıca ruh sağlığı ve hastalığının savaş ve politik karmaşa kadar; yoksulluk, ekonomik eşitsizlik ve az gelişmişlik gibi sosyal sorunlarla da ilgili olduğunu göstermektedir. Psikiyatri bilimi politik ve ekonomik konuları bireylerin sorunu olarak tanımlayan sosyal güçlerle işbirliği yapabilir. Sözgelimi Japon Sağlık Bakanlığı 15-65 yaşı arasındaki nüfusun %36’sının rapor alacak kadar ekonomik yorgunluktan yakındığını bildirmektedir. Bu durum depresyon, anksiyete ve tıbben açıklanamayan durumların tuhaf bir karmaşası mıdır yoksa işyerinde derin bir yabancılaşmanın mı bir belirtisidir? ABD’de hâlihazırda okul çocuklarının %6’sı ADHD (Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu) bulgularını kontrol etmek için stimulan almaktadırlar. Bu çocukların psikiyatrik bir bozukluğu mu vardır, yoksa okul sisteminden kaynaklanan yaygın bir durumla mı karşı karşıyayız? Yoksa bu çocukların dikkati TV ve video oyunlarının hızına ayarlandığı için mi sorun çıkmaktadır? Kültürel psikiyatri araştırmaları bu sorunlar ve “çözümleri” dünyaya ihraç edilmeden önce, bize bu soruları cevaplamakta yardımcı olabilir (Kirmayer ve Minas, 2000).

Psikiyatride pek çok etkinliğin ilaç şirketleri tarafından destekleniyor oluşu, psikiyatri bilgisini şekillendiren güçler hakkında rahatsız edici sorular sordurmaktadır. Peru, Lima’nın Indepencia bölgesinde (200 bin insanın yaşadığı, yoksulluğun kasıp kavurduğu bir şehirdir) renkli posterler depresyonun temel bulgularını sıralamakta ve bu bulguları olanların doktora gitmesini salık vermektedir. Bu posterler şirketin ürettiği ilacın ismini belirgin bir biçimde sergilemektedir. Kendilerine depresyon tanısı koyan insanların sağlık ocağında bu antidepresanı istemeleri ve başka bir öneriyle karşılaşınca memnuniyetsiz olmaları doğaldır: Meslekî özerklik pazarlama karşısında geri adım atmaktadır. İlaç endüstrisinin psikiyatri araştırmaları ve eğitimindeki belirgin rolü, psikososyal girişimlerin geliştirilmesi için ciddî bir tehdit oluşturmaktadır. Dünyada araştırma kaynaklarının %90’ı dünya nüfusunun %10’ unu etkileyen sorunlar için ayrılmıştır. Dünya yoksullarının psikiyatrik sorunları ve bu sorunların çözümüne yönelik araştırmalar saygın psikiyatri dergilerinde yer bulamamaktadır. Zenginler için bilgiye kolay ulaşılabilirlik, uluslararası pazarlar ve sermaye; zenginliği artıracak imkânlar sunar. Oysa yoksullar için internet bağlantısından daha önemli dertler vardır. İşsizlik, çevre tahribâtı, devletin eğitim ve sağlığa ayırdığı bütçenin azalması gibi. (Kirmayer ve Minas, 2000)


Sormak güzeldir 

“Soru sormaktan kaçınmak verilebilecek bütün cevapların en kötüsüdür” diyor Bauman. “Belki de utanmamız gereken bir şeyden, “ideoloji sonrası” yada “ütopya sonrası” bir dönemde yaşamaktan, tutarlı bir iyi toplum vizyonuyla hiç ilgilenmemekten ve kamusal iyi hakkındaki kaygıyı özel tatminlerin peşine düşme özgürlüğüyle değiş tokuş etmiş olmaktan gurur duymaya meyilliyiz. Yine de bir an durup bu mutluluk arayışının neden umduğumuz sonuçları getirmeyi başaramadığını, güvensizliğin buruk tadının, neden duyacağımız vâat edilen saâdetin tadını kaçırdığını düşündüğümüzde, kamusal iyi, iyi toplum, eşitlik, adalet gibi fikirleri sürüldükleri yerden geri çağırmadıkça hiç bir yere varamayacağımızı anlarız; üstelik bunlar ancak başkalarıyla birlikte üzerine titrenip işlendikçe bir anlam kazanan fikirlerdir.” (Bauman,1999). Yeryüzüne dair hayallerini kaybetmemiş bir Fransız çiftçi, Jose Bove, genetik değişikliğe uğramış Mısır türlerini üreten Novartis firmasının Mısır silolarına karşı giriştirdikleri eylem sonrasında mahkemede şöyle demişti: “Dünya bir mağaza değildir, ben de tezgâhtar değilim” (Jose Bove, 2000). Sormak düşünmektir, düşünmekle dünyayı dönüştürme fırsatı yakalarız. Dünyayı bulduğundan daha iyi bir biçimde bırakmak, insan olarak hepimizin ödevidir. Büyük şair Yahya Kemal’in dediği gibi, “İnsan bu alemde hayâl ettiği müddetçe yaşar”. Soru soranlara ve hayal edebilenlere ne mutlu!


KAYNAKLAR: 
Anderson WT. The Self in Global Society. Futures 1999; 31: 804 – 812.
Arslanoğlu RA. Kent, Kimlik ve Küreselleşme. Asa yayınları, Bursa,1998. 
Auge M . Non-Places : Introduction to an Anthropology of Supermodernity. Çev. Howe J, Verso, New York,1995.
Bauman Z . Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları. Çev. Yılmaz A, Ayrıntı yayınları, İstanbul, 1999.
Bauman Z. Siyaset Arayışı. Çev. Birkan T, Metis yayınları, İstanbul, 2000. 
Bell D . The World and United States in 2013. Daedalus 1987; 116:3:1 – 31
Bibeau G. Cultural Psychiatry in a Creolizing World: Questions for a New Research Agenda. Transcultural Psychiatry 1997; 34 (1): 9-41. 
Bove J. “Dünya bir mağaza değildir ben de tezgahtar değilim”. Çev. Taşdelen H, Tezkire 2000; 9(18): 111-114.
Chossudovsky M. The Globalization of Poverty, Impacts of IMF and World Bank Reforms, TWN, Penang and Zed Books, London,1997. 
Cushman P. Why the Self is Empty. Towards a Historically Situated Psychology. American Psychologist 1990; 45(5) : 599-611.
Cushman P ve Gilford K . From Emptiness to Multiplicity: The self at the year 2000. Psychohistory Review 1999; 27:15 – 31. 
Coppo P. Western Psychiatry as Ethnopsychiatry.Transcultural Psychiatry 1997;34(1):53 – 57
De Benoist A. Confronting Globalization. Telos 1996; 108: 117-138
De Santos B. Toward a Critical Theory of Mental Health. Transcultural Psychiatry 1997 ; 34 (1): 108 – 117. 
Desjarlais R, Eisenberg L, Good B and Kleinman A. World Mental Health: Problems and Priorities in Low-income Countries, Oxford University Press, New York, 1995.
Fricker A.The Hunger for Meaning. Futures 2001; 33: 171 – 180. 
Gergen KJ.The Saturated Self. Dilemmas of Identity in Contemporary Life, ikinci baskı.Basic Books, New York, 2000. 
Giddens A. Elimizden Kaçıp Giden Dünya. Çev.Akınhay O, Alfa yayınları, İstanbul, 2000.
Harvey D. Postmodernliğin Durumu , Çev.Savran S, Metis yayınları, İstanbul, 1997.
Hirst P, Thomson G. Küreselleşme Sorgulanıyor, çev. Yücel E, Erdem Ç, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara,1998.
Kellner D.Globalization and the Postmodern Turn. www. gseis. ucla. edu / courses ,1997.
Kimbrell A. Biocolonization : The Patenting of Life and the Global Market in Body Parts. www.socialcritic.org , 1998.
Kirmayer LJ ve Minas H. The Future of Cultural Psychiatry : An International Perspective. Can J Psychiatry 2000; 45: 438 – 446. 
Kleinman A. A Psychiatric Perspective on Global Change, Harv Rev Psychiatry 2001; 9(1):46-7.
Kleinman A ve Kleinman J. The transformation of everyday social experience : What a mental and social health perspective reveals about Chinese communities under global and local change. Cult Med Psychiatry 1999; 23: 7-24.
Littlewood R. Agency and its Vicissitudes: The Pathologies of the Future. Transcultural Psychiatry 1997 ; 34 (1): 78 – 90.
Lolas F. Meaning and the Rhetoric of Knowledge Production. Transcultural Psychiatry 1997; 34 (1): 91 – 94.
Maalouf A. Ölümcül Kimlikler. Çev. Bora A, YKY, İstanbul, 2000.
Moisseeff M. Subversive Science, Subversive Practice. Transcultural Psychiatry 1997; 34 (1): 95 – 107.
Morley D ve Robins K. Kimlik Mekânları. Çev. Zeybekoğlu E, Ayrıntı yayınları, İstanbul, 1997.
Poster M . Database as discourse, or electronic interpellations. In: Heelas P, Lash S, Morris P, editors. “Detraditionalization”.Blackwell, Oxford ,1996.
Rifkin J. Biyoteknoloji yüzyılı. Genlerden yararlanma dünyayı yeniden kurma. Çev.Kapkın C, Evrim yayınları, İstanbul,1998.
Ritzer G. Toplumun McDonaldlaştırılması. Çev. Kaya ŞS, Ayrıntı yayınları, İstanbul,1998. 
Robertson R.Globalleşme: zaman – mekan ve homojenlik – heterojenlik, Çev. Aktay Y, 
Topçuoğlu A. In: Topçuoğlu A, Aktay Y, editörler. Postmodernizm ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm. Vadi Yayınları, Ankara, 1996.
Romanyshyn RD ve Whalen BJ. Depression and the American dream. 
The struggle with home. In: Levin DM, editor. Pathologies of the modern self. Postmodern studies in narcissism, schizophrenia, and depression. New York University Press, New York, 1987. 
Said EW. Culture and imperialism. Chatto & Windus, London, 1993. 
Sayar K.Hüzün Hastalığı. İz yayıncılık, İstanbul, 1995. 
Sayar K. Olmak Cesareti. İz yayıncılık, İstanbul, 1997.
Sayar K. Psikiyatri ve Kültür. İnsan yayınları, İstanbul, 2000. 
Sayar K . Benliğin dönüşümü, Kaşgar 2001; 19: 104-112. 
Scheper-Hughes N . Hungry bodies,medicine and the state: Toward a critical psychological anthropology. In : Schwartz T, White GM, Lutz CA , editors. New Directions in Psychological Anthropology. Cambridge University Press, Cambridge , 1995. 
Serdar Z. Postmodernizm ve öteki. Çev. Kaçmaz G, Söylem yayınları, İstanbul, 2001. 
Summerfield D . If children’s lives are precious, which children? The Lancet 1998; 351:1995.
Turkle S .At Heart of a Cyberstudy, the Human Essence. The NY Times, June 18. www.socialcritic.org, 1998. 
Turner T . Homeworld. www.oneworld.org/ni/issue296/homeworld.htm, 1999. 
Virilio P . Cyberwar, God and Television: An Interview with Paul Virilio. www. ctheory. com, 1994. 
Virilio P . Speed and Information : Cyberspace Alarm ! www. ctheory. com, 1995. 
Williams SJ. Modern medicine and the "uncertain body": from corporeality to hyperreality? Soc Sci Med 1997; 45(7):1041-9.

                                                                      
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş