Kemal Sayar ile göç ve göçmen psikolojisi üzerine
1) Kişinin kendini farkedişi kuşkusuz ötekini farkedişiyle başlar. Öteki yoksa aslen ben de yokumdur. Kendisine işaret edebileceğimiz bir ben ve ‘benlik bilinci / ben idrakı’ için öteki şarttır. Peki öteki ile ilişki ne zaman başlar? Sağlıklı bir kişilik inşası için önemi nedir? Ve bu ilk öteki ile kurulan ilişki daha sonraki öteki algımızı ne denli etkiler?
Ben ben olmak için ötekine ihtiyaç duyar. İnsan ilişki kurmak isteyen, ancak bir grup aidiyetiyle var olabilen bir varlık. Öteki olmaksızın, ötekinden gelen seda olmaksızın var olamayız. Ötekiyle ilişki doğumdan itibaren başlar. Beyin, tıpkı sinir hücresi gibi tek başına bir varlık değil. İnsan insana muhtaç, beyin diğer beyinlere. Batı uygarlığı bize ‘tek başına bir ben’ fikrini dayatsa da biz insanlar gruplar halinde var olan, beyinleri birbirine kenetli, ancak ilişkilerle büyüyen varlıklarız. ‘Sen sana ne sanursan / Ayruğa da onu san’ diyor koca Yunus. Düşünür Martin Buber’in söylediği gibi, ‘Gerçek hayat, tamamıyla buluşmadan ibarettir’. Buluşmak, karşılaşmak. İnsan ötekiyle karşılaşarak var olur. Ötekinin bakışıyla, ötekinin gövdesini bana çevirmesi ve beni dinlemesiyle. İlişkiyle. Sadece ilişkiler vasıtasıyla kendimizi dünyaya ve başkalarına tamamen açarız. Sessiz veya dile dökülmüş bir biçimde, zihinlerimizde sadece ötekinin varlığının hüküm sürdüğü biricik bir diyalogla. Benimle onun arasında, yaşayan, karşılıklı bir ilişki kurmak arzusu içinde olduğumda. İnsan bu dünyada hikaye ederek var oluyor. Ruh sağlığımızı korumak için ihtiyaç duyduğumuz şeylerden bir tanesi de hikayemizin ne olduğunu bilmek ve gerektiği zaman, onu yeniden yazmak. Dünyaya tepkimizi hikayelerimiz aracılığıyla veririz. Dünyada olma biçimimiz, okuduğumuz ve bize anlatılan hikayelerden gelir. Masallar, dini hikaye ve kıssalar, aile efsaneleri ve metaforlar bu dünyada kim olduğumuza dair bir açıklama sunar. Hikayeler uydurur, hikayeler okur, hikayeler işitiriz. Hayatlarımız bu hikayeler arasında dokunur ve onlara tepki verir. Zihinlerimizi oluşturan şeyler anlatılardır.
Hayatın erken döneminde bize bakım veren kişiler, o erken dönemde bir türlü dile dökemediğimiz duyum, duygu ve eylemleri bizim için kelimelere tercüme eder. Hikayeler vasıtasıyla yaşantılarımızı tutarlı anlamlara dönüştürürüz. Bölük pörçük hayatlarımızdan akıp giden bir anlatı çıkarırız. Çocuklar ve ebeveynleri yaşantılarını beraber hikaye eder ve böyle yapmakla da anılarını düzenler ve onları toplumsal bir bağlama yerleştirirler. Böylece benlikten duygulara, eylemlere ve ötekilere bir köprü kurulur. Hikayelerin birlikte oluşturulması insan gruplarının hepsinde neredeyse ortaktır. Bunun olumsuz yanı bir ebeveynin çocuğa kendi korku endişe ve önyargılarını kolayca bulaştırabilmesi, olumlu yanı ise hikayenin birlikte oluşturulmasının olumlu değerlerin ve grup kültürünün aktarılmasına hizmet etmesidir.
Bir çocuk sadece anne ve babasıyla kendi hayat hikayesini oluşturmaz. Aynı zamanda pek çok başka hikayeyi de dinler. Bu hikayeler çocuğun zihninde problem çözmeyi, iyimserliği ve kendi kendini teskin edebilmeyi kolaylaştırır. Yeni şeyler öğrenmek; bildiğimiz sinir yollarını nasıl değiştiriyorsa, yeni bir hikaye de dünyayı bilme biçimimizi etkileyebilir. Bu hikayeler sayesinde grup kimliği, bilgelik ve tecrübe bir nesilden diğerine aktarılır. Yine bu hikayelerle insanlar ölümle yüzleşmeyi, kendilerini teskin etmeyi ve hayatla başa çıkmayı öğrenir. Hikayeler kendimiz hakkında biraz daha nesnel bir şekilde düşünebilmeyi sağlar.
2) Peki ötekinin tehlikeli (hatta bazen düşman) olarak algılanışı normal midir? Ya da bu ne kadar sağlıklıdır?
Ötekilerin (ya da öteki bellenenlerin) çoğunlukta olduğu zaman ve mekanlarda insanlar biz’lerine hep daha sıkı sarılmışlardır. Bunun en başat sebebi nedir? ‘‘Biz’’ insana ne temin eder? Ve yabancı olunun, yabancı kalınan ve başka biz’lerin farkına varıldığı zaman ve mekanlarda önemi neden artar?
İnsanları kategorilere yerleştirerek ötekileştirmek, karmaşık dünyayı basitleştirmemizi sağlar. Fakat insanları ötekileştirmek, kategorilere ayırmak, sonunda aşırı basitleştirmeye ve tahrifata dönüşebilir. İşler kötü gittiğinde, suçu ötekine atmak daha kolay olacaktır. Bu nedenle insanlar sıklıkla ikilikçi düşünceye dönüp, dünyayı biz/onlar, dost/düşman, iyi/kötü ekseninde kurgularlar. Önyargıda ilk basamak, gruplar oluşturmaktır: “Biz ve onlar” dediğimiz anda, bizi kayırıp onları lanetleyeceğimiz bir iklim yaratmış oluruz. Kendi grubumuzu her şeye rağmen övülmeye, dışarıdaki grubu da yerilmeye layık buluruz. Bu durumu ortadan kaldırmak için öncelikle ön yargılarımızdan arınmalıyız. Bunun için de, “kalpten kalbe giden yol”u diriltmemiz, “kibir ve ön yargı”dan sıyrılarak yarenlik ve sohbeti ihya etmemiz gerekiyor. İnsanın hep kendisine ve kendi grubuna taraf olduğu pek çok çalışmayla gösterilmiştir. İş, benden olmayana empati ve merhamet gösterebilmemdedir.Dünyada iki politik yön var: Narsisizm ve diğerkâmlık. Biz seçilmiş ve üstünüz diyerek grup kibrine mağlup olanlar kendileri dışında kalanları, "öteki"ni düşman olarak görüyor ve onların hayatının kolayca harcanabilir olduğunu düşünüyor. "Bizim haklarımız herkesin hakkından önce gelir" diyenler sadece kendi gruplarının çıkarını önceliyor ve dünyayı yangın yerine çeviriyor. Diğerkâm yönelim ise herkesin eşit ve bütün insanların birbirine dost olduğunu söylüyor. Kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını, bütün hayatların kutsal olduğunu, ötekine yardım etmenin bana benzeyene yardım etmek kadar önemli olduğunu dile getiriyor. Yabancı/öteki bunalım zamanlarda suçun üzerine atılacağı, insanların ‘kötü olan ben değilim o’ diyerek rahatlayacağı bir sosyal kurgudur. Dehumanizasyon/gayrı insanileştirme öncelikle “öteki” ile ilgili kalıplaşmış düşünceler yaratmakla başlar; ötekinin canavarlaştırıldığı, değersizleştirildiği, her açıdan güçlü kılındığı, şeytanlaştırıldığı, soyut bir yaratığa benzetildiği basmakalıp düşünceler. O yabancı artık, bizim aziz saydığımız değer ve inançlarımıza karşı büyük bir tehlikedir. Düşman tehlikesi sebebiyle toplumda korku tırmanır ve mantıklı insanlar mantıksız davranışlarda bulunmaya başlayabilir. Demokrasi ve özgürlük yanlısı insanların, korkunun uyandırdığı arkaik tepkiler nedeniyle, totaliter düşüncelere savrulduğu görülebilir. Düşmanın posterlerde, televizyonlarda, dergi kapaklarında, filmlerde ve internette sunulan dramatik görsel imgeleri; beyinlerimizin kuytu köşelerine böylece kabul edilir ve ilkel beyin, güçlü korku ve nefret duyguları ile tıka basa doldurulur. Bu vahşi imgelemin pratikteki en uç sahnesinde, bir insanın kendisine düşman olarak tanımladığı bütün insanları yok etmek amacıyla plan yapması, yani “soykırım” yaşanmaktadır.
3)Aidiyetin ya da aidiyet hissinin bireysel/ruhsal sağlık için ne denli önemli olduğu bilinir. Maslow da ihtiyaçlar hiyerarşisinde en temel fizyolojik ihtiyaçlardan sonra (beslenme ve barınma/bürünme ihtiyaçlarından sonra) psikolojik sağlık için aidiyet hissinin olmazsa olmazlığından bahseder. Nedir aidiyet ya da aidiyet hissi? Ve neden bu kadar önemlidir?
Maslow burada insanların “sosyal bir varlık” olma özelliği üzerinde durmaktadır. İnsan, sosyal bir varlıktır ve güven sorununu aşan insanın birincil ihtiyacı çevresidir. İnsan, başka insanları ister, sevgi ister ve ancak başkasının varlığında kendisini tamamlanmış ister. Bu nedenle de başta aile olmak üzere, insan ailesine, arkadaşlarına, çevresine ait hissetmek ister kendini. Bir nevi “yalnız kalma” nın getirdiği korkuyu uzaklaştırmış olur insan aidiyet duygusu geliştirdiğinde.Böylelikle tek başına kalmaz, kimliğini var olduğu yaşam alanı, bulunduğu gruplar üzerinde tanımlar. Yalnızlığından uzaklaşır. Ama insanların savaş zamanlarında Maslow’un piramidine çok da uygun hareket etmeyebildiği, mesela değerli bir el yazmasını kurtarmak için canını tehlikeye atabildiği biliniyor. Bazen değerlerin savunusu, kişinin bireysel güvenlik ihtiyacından önemli hale gelebilir. İnsan temelde, kendi benliğinden özge değerlerin peşine düşebilen bir varlık ve sahip olduğu değerler de onun aidiyet hissinin temellerini sağlıyor. Sadece bir gruba değil, bir dine, bir kültüre, bir dile, bir hissiyata da ait olabiliriz.
4)Dinin, bahsettiğimiz bu biz inşasındaki rolü nedir? Sahip olunması gereken aidiyet hissinin teminindeki önemi neden kaynaklanır?
Din insanlara kuvvetli bir anlam duygusu sağlıyor. İnsanları bir anlam etrafında birleştiriyor, onları bu dünyadaki varlıklarıyla sonlanmayan büyük bir ülküye davet ediyor. Dolayısıyla bize çok kuvvetli bir aidiyet ve emniyet hissi veriyor.
5) Göçle ilgili ilk tıbbi çalışmanın Johannus Operius adlı Baselli bir hekim tarafından 1678’de yapıldığını biliyoruz. Köylerinden Basel’e gelen ve çeşitli psikolojik sorunlar yaşayan insanları inceliyor Operius (hatta Heimweh, yani yurt hasreti ilk kez o zaman tıp literatürüne giriyor.) Bir diğer önemli isim ise Fransız Doktor Larey. O da yurdundan uzaklara giden askerlerin gösterdikleri psişik bozuklulukları inceliyor. Buna rağmen, göç ya da göçmen psikolojisi gibi terkipler doğru mudur? Göçmenin psikolojisini göçmen olmayandan ayıran temel özellikler nelerdir?
Evet, Baselli hekimin yaptığı araştırmanın ardından, bu tür göç sonrası yaşanan ruhsal sıkıntılara “İsviçre Hastalığı” deniliyordu. Sonrasında Dr. Larey’in yaptığı araştırmalar göç-göçmen psikolojisi anlamında literatürde yerini aldı. Bunun yanı sıra, Alman bir psikiyatr da göçün yarattığı psikolojik etkileri “kökten kopma sendromu” olarak değerlendirmiştir. Evet, aslında göç bir kökten kopma durumu... Doğup, büyünülen yerin yaşantısına, gelenek göreneklerine veda edip, bilinmeyen, kültürel, sosyal, mekansal ve zamansal anlamda farklı bir yaşantıya alışmak durumunda kalır göçmen. Bir araf durumudur aslında, eski yerden kopuş ile yeni yere ait olma arasında bir sarkaç gibi sallanma hali..Bu arada kalma durumu da göçmeni göçmen olmayandan ayıran en temel özellik olarak kabul edilebilir.
6) Göç bir travma mıdır? Bizatihi psikolojik sorunlara yol açar mı? Açarsa ne tür sorunlara yol açar/açabilir? Konu ile alakalı genel/herkesi kuşatıcı yargılarda bulunmanın zorluğuna rağmen soruyorum...
Göçün bir travma olarak adlandırılmasından önce, göçün ne anlama geldiğini konuşmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Göç, dilimizde evini-barkını bırakarak, bir yerden başka bir yere gitmek, yerleşmek anlamında kullanılmaktadır. Göçün etkilerini araştırırken, sadece göçün sonucuna bakmak yeterli olmayacaktır. Göç; göç öncesi, göç süreci ve göç sonrasından oluşan 3 kademeli bir süreçtir. İnsanlar bir çok nedenden ötürü göç etmek durumunda kalabilmektedir. Bu nedenle, göç öncesi dönemde, kişinin geride ne bıraktığını ve bu bıraktığı şeyin kendisi üzerindeki etkisini gözlemlemek önemli olacaktır. Kişi neleri kaybediyor ve bu kaybettiklerinin etkisi ne kadar derin? Zorunlu bir şekilde göç etmek zorunda kalan, örneğin bir savaşın ya da baskının-zulmün var olduğu bir ortamdan güvenlik nedeniyle göç eden bir kişinin, bu süreç içerisinde yaşadığı zorluğu, eziyeti travmatik olarak nitelendirebiliriz. Bunun yanı sıra, göç sürecinde yaşadığı zorluk, gideceği yere aidiyet hissetmesi de psikolojik olarak kişinin zorlanacağı alanlardan oluşmaktadır. Göç öncesinde yaşadığı zorluk, kayıplar ve sonrasında var olan yeni düzene adapte olma süreci kişiyi travmatik bir sürece itebilmektedir.
-Bizim esasen atıf yapabileceğimiz çok eski göç tecrübelerimiz yok. Buna mukabil, her ne kadar bugün bu zenginliği çok fazla koruyamamış olsak da, Osmanlı’dan bu yana içimizde, bizimle (Türkiye’de) yaşamış ve yaşamakta olan azınlıklar var. Bu azınlıkların hayatlarını, davranış biçimlerini, sosyo/psikolojik durumları gözlemleme şansınız oldu mu? Ve Avrupa’da şu anda kendileri göçmen ve dolayısıyla azınlık olan Türkiye kökenli göçmenler için bu tarihi tecrübenin önemi nedir?
Azınlıklar bu toprağın yerlileridir. Onlar asırlardır bu topraklarda yaşayan atalarının devamcısıdır. Üzerinde yaşadığımız toprak hepimizindir. Ulus devler tecrübesi şimdi azınlık haline gelmiş bulunan farklı aidiyetlerin zenginliğini kapı dışarı etmekle büyük bir cürüm işledi. Bu tecrübe toplumumuzu farklılıklara tahammül edemeyen, çok çabuk kutuplaşan çocuksu bir yapıya büründürdü. Onlarla birlikte yaşamaktan öğrenebileceğimiz çok şeyler vardı oysa. Türkiye’li göçmenlerin azınlıkların tecrübesinden tamamen farklı bir tecrübe yaşadıklarını düşünüyorum.
-Yahudiler sanıyorum bu konuda çok önemli bir örneklik teşkil ediyor. Tarih boyunca sürekli ‘‘ötekiler’’ içinde azınlık olarak yaşamışlar ve ‘‘yabancı kalmışlar’’. Bu durum psikolojilerine ne tür etkilerde bulunmuştur sizce? Ne tür savunma mekanizmaları geliştirmişlerdir? Biz’lerini muhafaza etmek için neler yapmışlardır?
Bugün Hitler’in propaganda yöntemlerinin insanların Yahudi komşularını, çalışanlarını ve arkadaşlarını devletin düşmanı olarak görmesini ve bu nedenle “son çare”ye haklı sebeplerle başvurduklarına inanmalarını sağladığını anlayabiliyoruz. Bu yöntemin tohumlarının, ilkokullarda okutulan ders kitaplarında tüm Yahudileri aşağılık varlıklar ve katledildiklerinde, vicdan azabı duymaya değmeyecek insanlar olarak gösteren imgelerle ve yazılarla atıldığını anlayabiliyoruz. Dün Nazi Almanyası’nda sergilenen cinnet bugün Batı Avrupa ve ABD'nin entellektüel dehlizlerinde şeytani bir plan olarak karşımıza çıkıyor. Bugünün ötekisi bir türlü entegre edilemeyen, hep dışarlıklı kalan müslümandır ve bu haliyle de konfor peşindeki zihinlere, mükemmel bir düşman imgesi sunar. O saflığı tehdit eden kişidir. Bu düşmanın beni her an rahatsız edebileceği inancı, Avrupa merkezli narsistik öznelliğin görünmez bir vechesini oluşturur. 'Ya benim gibi ol, ya da benden uzak dur’ diyen bir öznellik; propaganda ve iknanın her yöntemiyle zihinleri iğdiş eder. Sorunuza dönersem, Yahudilerin yurtsuzluğu onları büyük keman virtüözleri yapmıştır, çünkü keman göç ederken taşınabilecek bir müzik aletidir. İç dünya ile dış dünya arasındaki gerilimin yarattığı buhranla gelen çile; Yahudilerden mühim fikir adamları çıkarmıştır. Yahudilerin anayurdunun Tevrat olduğu söylenir. Bu da kuvvetli bir biz duygusu ve dayanışmanın fitilini ateşler. Her an yurdundan veya işinden, ailesinden edilebileceği bilgisi de zannederim onları daha gayretli, daha cemaatçi, daha içe kapanmacı kılmıştır.
-Peki Yahudilerin bu tarihi tecrübesi Avrupa’daki ya da dünyanın başka yerlerindeki Türkiyeli göçmenler için kendisinden ders alınabilecek bir örneklik teşkil edebilir mi? Yoksa şartlar çok mu farklı?
Bence çok farklı. Uzun bir mesele bu.
-Olaya belki biraz da göç edilen ülkeler ve o ülkelerin halkları açısından bakmak lazım? Tırnak içinde söylüyorum, ‘maruz kaldıkları’ bu göç olgusuna onlar nasıl bakıyor olabilirler? Onlar için de, yaşadıkları yerlere göç eden bu ‘yabancılar’ tehlike olarak algılanıyor olabilir mi? Onların ‘biz’lerine yönelik bir tehlike...
Küresel dünyanın yeni sloganı şu : 'komşundan kendin gibi kork!'
Çünkü modern tahayyülde komşu, Freud'un çok önceleri şüphelendiği gibi, farklı ve ayrıksı yaşam biçimi bizi tehdit eden kişidir, örseleyen bir mütecavizdir, hayatımızı yolundan saptıran ve çok yakınımıza geldiğinde, yolumuzun önünden çekilmesi için itip kaktığımız kişidir. Bütün bunlar küreselleşmenin gerginlikleri, her şeyin her yere her zaman akabildiği ve daha çok iletişimin daha çok çatışma anlamına gelebildiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Küresel köyde herkes birbirinden haberdar: 2005 sonbaharında Danimarka'da yayınlanan ve Hz. Peygamber'i hedef alan utanç verici karikatürler, o karikatürleri hiç görmemiş ve Danimarka'ya pek uzak coğrafyalarda yaşayan Müslümanları incitip sokaklara dökebiliyor. İşte bu küresel köyün karanlık yüzüdür: Birbirimizi anlamak yolunda duyduğumuz istek; birbirimizin yolunu kesmemek, birbirimizin kutsallarına saygı duymak, gerektiğinde birbirimizin yolundan çekilmek tarzında bir nezaketle birleşmediğinde, daha fazla çatışmaya geçit verebiliyor.
Norveç'e dönersek, yakın geçmişe dek görece homojen olan bir toplumun artan göçlerle birlikte çok kültürlülüğe yol aldığını, politika yapıcıların çoğulculuğu bir ulusal strateji olarak belirlediğini görüyoruz. Bu durumun, dünyayı biz ve onlar şeklinde ayıran, yabancının, göçmenin veya komşunun kendi saflığını tehdit ettiğinden endişe eden, küresel dünyanın güvenlik paranoyaları ile zehirlenmiş ırkçı / entegrist / aşırılıkçı kesimlerde bir öfke yarattığı aşikâr. Bütün Avrupa, sokaktaki özgürlük söylemlerine rağmen, aşikâr veya gizli bir ırkçılıkla boğuşuyor. Bu ırkçılık Almanya veya Hollanda'da, Türk/Arap/Müslüman öğrencilerin yükseköğrenim hakkının kısıtlanmasından onların bir zamanlar Naziler’in Yahudiler’e reva gördüğü untermensch (alt insan) kategorisine hapsedilmelerine kadar, değişik tonlarda kendisini gösteriyor. Yabancı, güvenlik endişeleri ile iyiden iyiye 'korkunun krallığı'na teslim olmuş dünyamızda hem bir arzu nesnesi, hem de içten içe korkulan, tiksinilen, uzaklaştırmaya can attığımız bir varlıktır. İktidar ancak kronik korkuyla kendisini tahkim eder, ancak onunla birleşerek dehşet verici hale gelir. Anlamın kaybolduğu, Bauman’ın ifadeleriyle, 'bireysel hayatın ötesine uzanan sonsuzluk yapılarının hoyratça sökülüp atıldığı bir dünyada’ birey artık kendi kaçınılmaz yok oluşundan duyduğu korkuyla baş başa kalmıştır. Böyle bir dünyada düşman yaratmak, hayatta kalma stratejisi olarak öne çıkar.
Muktedirler, mafya şeflerinin kendi “büyük” işlerini emrindekilere yaptırması gibi, kirli işlerini bizatihi kendileri yapmaz. Sistemler, tahakküm hiyerarşilerini üstten asta doğru giden bir iletişim ve etkileşim modeliyle yaratır; nadiren gidişat bunun tam tersi yönünde olur. Üst tabakadan güçlü bir figür, kendisine düşman olan bir topluluğu tahrip etmek istediğinde, propaganda uzmanları hemen bir nefret programını uygulamaya sokar. İnsanların arasına önce nifak tohumu ekilmeli, nefret galip kılınmalıdır. Farklı gruplara mensup bireylerin, birbirini tecrit edecek ya da birbirlerine acı çektirecek, hatta canlarına kıyacak derecede bir diğerinden nefret etmesini sağlayan şey nedir? Nefret ötekini insanlıktan tenzil-i rütbeye uğratmakla, onu gayrı insanileştirmekle başlar. Zihnin en diplerine ötekini düşmana çeviren propaganda taşları döşenir.Askerin en güçlü motivasyon kaynağı işte bu psikolojik inşadır, ülkemizi ele geçirmeye ve harim-i ismetimize tecavüze cüret edebilen bir düşman imgesi, tüfeklerine nefretin ve korkunun şarjörlerini yükler. Ulusumuzun saflığı tehdit altındadır. Kişide korku hisleri uyandıran, kişinin kendisini iyi hissedebilme yetisini ve toplumun ulusal güvenliğini tehlikeye sokan güçlü bir düşman imgesi, anne ve babaları oğullarını savaşa göndermeleri için teşvik edici olur.
-Avrupa’daki göçmenlerle alakalı en önemli tartışmalardan biri entegrasyon/asimilasyon meselesi. Buradaki vatandaşlarımız entegre olamamakla eleştiriliyor, buna mukabil onlar ise asimile olmaktan ya da edilmekten korkuyor. Korkularında ne kadar haklılar? Ve verdikleri tepkilere ne denli gereksiz/abartılmış bir korku hakim?
Bu korku aslında kendi olamamaklığın getirdiği bir korku. Batılı olmayan dünya, globafobi olarak isimlendirilen, küreselleşme tarafından yutulma korkusu içinde. Siz kendi uygarlığınızın değerlerini tam olarak içselleştiremez ve dünyaya varlığınızla güçlü bir bildiri sunamazsanız öcü öteki tarafından yutulma korkusuyla yaşarsınız. Yabancı diyarlarda yaşayan vatandaşlarımızın öncelikle o dili, o kültürü yakından tanımaya gayret etmesi gerek. Sözgelimi Alman kültürü büyük düşünce ve edebiyat adamlarını barındırır. O kültürün içine girmek, onun büyük verimleriyle karşılaşmak bizi bir çatışma psikolojisinden kurtarır. O kültürün içine sinmiş olan hikmet adacıklarıyla buluşmak, orayla bir konuşa geliştirebilmek korkularımızı azaltır. Yani beni yutmak için alesta beklediğini sandığım öteki ile hasbihal edebilirsem endişem azalacaktır. Ben kendime güvenirsem kimse beni kolay kolay yutamaz.
Ve sorumun ikinci bölümü: Buradaki Türkiyeliler ‘‘biz’’ kalarak yaşadıkları toplumlara nasıl entegre olabilirler? Zamansal, mekansal, tarihsel ve kültürel kopuş süreçlerini belirli ölçüde yaşayan/yaşamış insanlar, yeni geldiği topluma ne ölçüde katılabilir?
Radikal empatiyle! Seninle aynı durumu yaşamışım gibi, ıstırabını anlıyorum. Radikal empatinin kilit cümlesi bu. Martin Buber, şöyle yazmıştı : 'İnsan benliğinin en içteki gelişimi, pek çoklarının zannettiği gibi, kendimizle kurduğumuz ilişkiyle olmaz. Öteki tarafından mevcut kılınmakla ve onun tarafından mevcut kılındığımızı bilmekle olur'. Mevcut kılınmakla geçerlenmiş oluruz. Ötekinin geçerlenmesi için ilişkinin öte yanının tam olarak yaşanması gerekir ki onun ne hissettiğini, bildiğini ve düşündüğünü hayal edebileyim. Onu içeri almakla onunla aramdaki mesafeyi yok etmiyorum. Onun biricikliğini, benden farklılığını, özgeliğini teslim ediyorum. Onun hayatıyla biricikliği, birliği ve bütünlüğü içinde karşılaşmayı göze alıyorum. Diyalog işte böyle bir şey, karşılaştığım kişinin başkalığına bütün kalbimi açıyorum. Beri yanda monolog, onunla konuşsam bile onun sadece benim yaşantımın bir parçası olarak var olmasına izin vermem anlamına geliyor. Eğer öteki sadece benim bir parçam olarak var olacaksa, insanların dünyası arasındaki ilişki bir oyun ve diyalog, boş bir kurgudan ibaret demektir. Gerçek bir ilişki kurmak istiyorsak birbirimize bir mesafeden bakacak ve her birimiz diğerini bağımsız olarak göreceğiz. Benliğin özü ve anlamı, karşılıklı ilişkidir. Beni varlığa çağıran sensin, seni varlığa çağıran da benim. Beni olduğum o biricik kişi olarak kabul ettiğinde ve benimle kendi biricikliğin içinde karşılaştığında, ikimiz birbirimizi teyit ederiz. Hayır, birbirimiz için rol modeli değiliz, olmaya çağırıldığımız biricik kişileriz. Aramızdaki mesafeye köprüler kurup devamlı bir ilişki içine girerek 'aramız'ı yapıyor ve bizi kuvvetlendiriyoruz. Onunla buluşmaya gittiğimizde, kendi merkezimizi, kişisel özümüzü yitirecek değiliz. Onun gözüyle gördüğümüzde ve onun tarafından yaşadığımızda, ilişkiyi kendi tarafımızdan yaşama imkanını elden bırakmış olmuyoruz. Ötekinin öfkesini biz de öfkeli olduğumuz için daha iyi anlamayız, çünkü onun öfkesi bizden tamamıyla farklı biçimlerde olabilir. Levinas'a uğrayacak olursak, 'Ötekinin başkalığı/ötekiliği tam manasıyla anlaşılamaz'. Ama şunu yapabiliriz: Ötekiyle birlikte, burada ve şimdi acı çekebiliriz. Bu ıstırap ayinine, o acı en çok bizim ruhumuzu dağlıyormuşçasına katılabiliriz. Onun yüzü, beni doğruyu konuşmaya çağırıyor. Onun yüzü, yüreğime dokunuyor. Ben bu çağrının ulaştığı ilk kişiyim. Ben bu neşidenin ruhunu yaktığı tek kişiyim. Varlığımın hesabını vermem gerek. 'Ben sadece mesul olduğum ölçüde benim'. Seni iyileştirmeye çabalarken ben de iyileşiyorum. Senin melal ve acını, benliğimi adeta yok ederek üzerime alıyorum, senin ruhunla kuşanıyor, seni anlamak ve sana vermek istiyorum
-Peki göçmenler kadar Avrupalı ‘‘ev sahibi’’ ülkelerin de dikkat etmesi gereken hususlar yok mu? Arzu edilen entegrasyonun sağlanması için onlara hangi görevler düşüyor? Nasıl bir yaklaşım şu anda içinde olduğumuz ve bizzat yaşadığımız geçişi (psikolojik açıdan) kolaylaştırır, yaşanılan kimi travmaları giderir ve öngörülen ve arzulanan entegrasyonu sağlar?
Batılı ülkeler içlerindeki etnosantrizm hastalığıyla mücadele etmeli. Modern Batı alemini ifsad eden kibir ve büyüklenmeciliği bir kenara bırakarak, ötekinin saygınlığını tescil etmeli. İyi ev sahibi olmalı ve göçmenlere karşı işlenen suçlara karşı çok daha fazla duyarlılık göstermeliler. Sözgelimi Almanya’da Türkiyeli çocuk ve gençlerin eğitimde dezavantajlı konumlarından çıkarılmaları, Alman yaşıtlarıyla aynı haklara sahip olabilmeleri gerekir. Açık veya gizli ırkçılıkla mücadele bütün Avrupa hükümetlerinin öncelikli politikası olmalı. Bunun için de bizim onlarla daha çok konuşabilmemiz, kendi derdimizi, kendi davamızı, kendi çilemizi daha iyi anlatabilmemiz gerek. ‘Ustanın araç gereciyle ustanın evini başına yıkmak’ diye bir deyim vardır. Göçmen Türkler sadece ticarette değil Avrupa üniversitelerinde de çok önemli yerlere geldikleri ve kendi kendilerini dillendirebildikleri gün Avrupa’yı zehirleyen entegrist düşüncelerin canına okuyacaklar demektir. Bu Avrupa’nın da alttan alta mizantrop bir uygarlık olmaktan kurtuluşuna hizmet edebilecektir.