Irvin Yalom ile konuşma
M F. Shaghnessy , D Main, J Madewell - Türkçeleştiren Olcay Tüzün
Irvin Yalom grup terapisinin büyülü diyarına rehberlik eden kişilerden bir tanesidir. Kitapları, Amerika’da yapılmakta olan lisansüstü düzeyindeki eğitimlerde sıklıkla kullanılmaktadır. Kendisi “Annem ve Hayatın Anlamı”, “Divan” ve “Aşkın Cellâdı” gibi psikoterapi süreçlerini içeren pek çok kitaba imza atmıştır.
NAJP: Son kitabınız olan Schopenhauer Tedavisi (2006)’nde daha çok patolojinin hangi açıları üzerine yoğunlaştınız?
I.Y: Aslında çok sık olarak patoloji terimleriyle düşünmem. Daha çok grup terapilerinin nasıl işlediğini, grubun nasıl çalıştığını ve bireylere nasıl yardımcı olduğunu anlatmak istedim. Halkın genel anlamda grup terapisi hakkındaki anlayışı tamamiyle yetersiz ve daha çok medyanın karıştırıcı etkisi yüzünden de bulanık. Oysa insanların grup içerisinde gerçekte ne olup bittiğini açık bir şekilde anlamaları önemli. Ayrıca, Schopenhauer’dan ve onun katkılarından da bahsetmek istedim. Schopenhauer’ın kendisi kesinlikle bir patoloji örneğiydi, ben de bununla çalıştım. Fakat patoloji burada öncelikli olan değildi.
Schopenhauer hakkında düşünüldüğünde, en anlamlı olanı onun tüm hayatına yayılmış olan kronik depresyonu, anhedonisi (zevkten kaçınması) ve ciddi boyuttaki kişiler arası problemleriydi, zaten aşırı derecede insanlardan izole bir karakterdi. Ben de romanımda bunlarla çalıştım ancak bunun nedeni durumun patolojik boyutu ile ilgileniyor olmam değil, Schopenhauer’ın kişilik problemlerinin düşünce süreçlerini ve fikirlerini nasıl etkilediğini anlamaya çalışmamdı.
Bu sorulara açıklık getirmek için grup terapisinin ortamını kullandım. Bunu direkt olarak Schopenhauer üzerinden yapmadım çünkü onu grup terapisi ortamına getirebileceğim bir yöntem oluşturamadım. (bunu yapabilmek adına epey uğraşmış olmama rağmen). Sonunda bir karakter yarattım, Philip, bir anlamda Schopenhauer’ın klonu, kişilik özellikleri ve dünya görüşüyle tıpkı Schopenhauer gibi bir karakter. Böylece, dolaylı olarak grup terapisinde tedavi gören bir Schopenhauer’ımız olmuş oldu.
NAJP: Bir terapist olmanın en büyük kazancı nedir?
I.Y.:Aslında en büyük kazançlardan birinin kişinin mümkün olduğu kadar çok kendini anlaması, tanıması olduğunu söyleyebilirim, çünkü hastaya gerçekte yardım edebilmenin en önemli ve etkili yolu yine kendi içimizden geçiyor. Hastalarımızla derin ve açık ilişkiler kurabilme yetisine sahip olmamız lazım. Bu demektir ki, kendimiz hakkında tüm hayatımız boyunca sürecek bir çalışmanın içinde olmalıyız. Bu da kişisel terapinin zorunluluğunu ortaya koyar. Hatta şimdi bile, örneğin, ben kendimi değişiyor, büyüyor ve kendim hakkında daha fazla şey öğreniyor olarak görüyorum ve bundan bir iki yıl öncesine göre daha iyi bir terapistim.
Bu nedenle de tüm terapistlere kendi kişisel terapilerine başlamalarını ve uzun bir dönem buna devam etmelerini öneririm. Sadece bu değil, terapiye birden çok defa da gidebiliriz çünkü hayatımızın farklı dönemlerinde bizim için önemli olan farklı problemlerle karşılaşırız. Kişinin kendisini anlamasına yönelik terapiler yaşama yayılan bir süreçtir. Ayrıca farklı terapi tekniklerini denemenin de önemli olduğunu düşünürüm, böylelikle her bir terapi tekniğinin bizim için faydalı olabilecek farklı tekniklerinden farklı kazançlar elde etmiş oluruz.
NAJP: Empatik yapınız gereği, hastalarına oldukça bağlanıyor olmanız lazım; terapide sınırları korumak için neler yapıyorsunuz?
I.Y.: Birlikte çalıştığım hastalarımla oldukça yakından ilgilendiğim doğrudur. Fakat bunun benim için ciddi bir problem oluşturduğunu düşünmüyorum. Aslında, eğer sadece bir hastayla yakından ilgilenmiyorsam, hepimizde olduğu gibi, bu yaşananları kocaman bir data olarak kullanıyorum. Konuşmak istediğimiz onca şey için malzeme elde etmiş oluyoruz. Hastaların terapi odalarındaki davranışlarından yola çıkarak diğer insanlarla olan ilişkilerinin de benzer şekilde olduğuna dair varsayımlar yapıyorum. Bu elbette ilk birkaç seans için geçerli olmayabilir, fakat ister bireysel ister grup terapisi olsun, süreç ilerledikçe, terapi kendi içinde bir küçük bir sosyal yapılanma olmaya başlıyor. Ben de bu bilgiyi kullanıyorum.
Çoğu zaman zor olan nokta ise seansları bitirmek, sonlandırmak. Bazen hastaların dirençlerini kırmak için bunu gündeme getirmek zorunda kalıyorum. Son birkaç yıl içinde, biraz daha olgunlaşmış olmamla da bağlantılı olarak, hastalarıma uzun dönemli vaatler vermeyi tercih etmemeye başladım. Bunun yerine, sonlandırmanın bir ön denemesini yapıyorum. Hastalarıma örneğin onları bir yıl süreyle göreceğimi söylüyorum ya da terapi süreci ile ilgili belli bir zamanı baştan belirtiyorum. Ama tabii ki hastalarımla kişisel bir bağlantım oluyor ve onları özlüyorum. Bu nedenle gelecekte olabilecek bağlantılar için kapıyı hep aralık bırakıyorum. Fakat kişisel sınırlarla ilgili olarak şu zamana kadar problem yaşadığım hiç aklıma gelmiyor.
NAJP: Peki bir hastayla ilgili sürecin tamamlandığını nerden anlıyorsunuz?
I.Y: Sanırım en büyük gösterge elimizde üzerinde çalışabileceğimiz çok fazla materyalin kalmayışı oluyor. Hasta, bazı şeyleri kırmaya, kendisi hakkında yeni şeyler keşfetmeye, kendisini açıklamaya ve içeriği kurumaya başladığı sürece terapi devam eder ancak kendilerini çok rahat hissetmeye başladıklarında ve temel problemleri ile ilgili yakınmaları dindiğinde, geriye yapılabilecek ne kaldığını merak etmeye başlarım. Çoğunlukla hastalar, çalışılabileceğimiz tüm önemli şeyleri çalışıp bitirmiş bile olsak devam etmek isterler. Biz de, bağlanma problemlerine göz atmaya başlarız ve beni kaybetmekle ilgili hisleri üzerine çalışırız.
NAJP: “Ne istiyorsun?” sorusunun neden bu kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
I.Y: Bu sorunun kullanımı ile ilgili bir takım şeyleri “Aşkın Cellâdı (2000)” isimli kitabımın giriş kısmında yazmıştım. Bence bu soruya vurgu yaparsanız, daha derin ve varoluşsal yansımalara daha çabuk varıyorsunuz. Gerçekten ne istiyoruz, bu amaçlar, istekler ve ihtiyaçlar elde edilebilir şeyler mi? Bence böylesi bir yüzleşme, insanları yaşama amaçları ile karşı karşıya getiriyor ve bu amaçların etrafında dönen sorunları da görmemizi sağlıyor.
NAJP: Varoluşsal sorunlar olarak bahsettiğiniz Ölüm, İzolasyon (yalnızlık), Özgürlük ve Anlam arasında herhangi bir hiyerarşi var mı?
I.Y: Ben bu nihai endişeleri sadece pedagojik nedenlerle ayırabilirim. Gerçek yaşamda aslında hiç biri birbirinden ayrı meydana gelmiyor aksine, muğlâk ama iç içe geçmiş bir bağlantıları var. Geçenlerde, çok fazla ölüm anksiyetesinden yakınan biriyle çalışıyordum. Üzerinde konuştuğu en önemli sorunlarından bir tanesi: “Eğer ben ölüme doğru gidiyorsam, bedeni varlığım kaybolup gidecekse ve eğer tüm hayatlar sonlanacaksa, herhangi bir şeyin bir amacı olabilir mi?” İşte tam burada ölüm ile anlam sorunsallarının nasıl da iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Nihayet, bir şekilde ölüme ilişkin sorunsalların daha öncelikli bir yere sahip, diğerlerinin altına yatan, zemin oluşturan gibi. Benim klinik deneyimlerim süresince de, doğrudan ya da dolaylı olarak hastalarım tarafından en çok ve en açıkça dile getirilen sorun olmuştur.
Diğer endişeler ise, biraz daha altta, çoğunlukla görünenin içine saklı vaziyettedir. Mesela izolasyonu örnek alalım. Benim varoluşsal yaklaşımımda izolasyon kişiler arası bir anlam taşımıyor fakat dünyadan izole olmak, dünyanın içinde var olan bireysel yalnızlık duygusu, en nihayetinde bu dünyayı bir başımıza terk edeceğimize dair olan bilgimiz. Bu özellikle insanlar ölüme yaklaştıklarını düşündüklerinde önemli hale gelir. Belki ölümcül bir hastalığa sahiptirler ve birden bire bir başlarına ölmek zorunda olduklarını fark ederler. Fakat bu klinik çalışmalarımız sırasında direkt olarak gözlemleyebildiğimiz bir şey değildir. Daha çok insanlar ölmekle ilgili korkularını ve bunlar etrafında dönmekte olan kaygılarını anlatırlar.
NAJP: “Annem ve Hayatın Anlamı (2000)” isimli kitabınız neyi anlatıyor?
I.Y: Bu kitap her biri farklı bir temayı içeren bir takım hikâyeler dizisinden oluşmakta. Başlığı oluşturan hikâye ise ben ve annem hakkındaki bir fantezi ve bir insanın hayatına yön veren amaçlarından birinin nasıl olur da, kendisinin bile fark edemeyeceği şekilde gizlenebileceğini anlatıyor. Fantezim, annemden elde etmeye çalıştığım bir takım tasdik ve onaylanmalar üzerine, ölümünden çok sonra bile, bilinç alanım dahilinde anneme karşı çok da olumlu duygular beslemiyordum. Fakat bilinçdışımda, hala onu memnun etmek istemekteydim.
En uzun öykü olan “Yas Terapisi Üzerine 7 İleri Ders” kocasını kaybeden bir kadın hakkında. Onun öyküsünü benim için büyüleyici yapan ve benim de üzerine odaklandığım şeylerden bir tanesi geçtiği yas aşamalarıydı ki, yas çalışmaları ile ilgili genel kalıplar onun için çok sınırlı kalmaktaydı. Rüyalarında bir takım oldukça canlı içgörü parıltılarına sahipti ki, bu da onu kendi ölümü daha doğrusu ölümlülüğü ile karşı karşıya getiriyordu. İşte benim en ilginç bulduğum şey buydu; yas tutmak kişiyi kendi varlığı ile yakın temas haline getirmekteydi.
NAJP: Peki “Divan (1997)” isimli kitabınız?
I.Y: “Divan” aslında komik bir roman fakat ben içerisinde pek çok sorunu göstermeye çalıştım. Bu kitabı yazdığım dönemde, terapistlere yönelik özellikle cinsel imaları içeren pek çok suçlamalar söz konusu idi. Ben de ciddi sınır problemleri olan kahramanımız Ernest’i yarattım. Bu da benim ciddi bir sınır problemine hem terapistin hem de hastanın gözünden bakmamı sağladı. “Divan”’da açık bir ihlalin varlığına rağmen, terapistin hastanın sorunun anlamaya yönelik profesyonel çabalarının da varlığına işaret etmek istedim.
Bu kitapta ele almaya çalıştığım bir diğer soru seanslar içerisinde terapistin kendini ne kadar ifşa etmesi gerektiğiydi. Sandor Ferenzi’nin bir kitabını okumuştum –Freud’un arkadaşı ve meslektaşı- aşırı boyutlara varan bir kendini ifşa örneğiydi. Bu deneyimde, analist hastasının bir saat boyunca analiz ederken diğer saatte de hasta analistini analiz etmekteydi. En sonunda, Ferenzi bunun tam bir fiyasko olduğunu hissetmişti. Fakat ben hevesliydim ve Ferenzi’nin deneyini tekrar etmek istedim. Böylece romanda Ernest, sonucunu merak ettiği için kendisini hastalarından birine fazlaca ifşa eden bir terapist oldu. Fakat bir zıtlık olarak, hastasına amacından bahsetmedi. Ne yazık ki ben onun için oldukça zor bir hasta karakteri oluşturmuştum, daha önce hiç karşılaşmadıkları halde onu aşağılayan, küçük gören bir kadın. Neden? Çünkü Ernest daha önce kocasının terapistiydi ve kadın evliliklerinin bozulmasından onu sorumlu tutuyordu. Böylece kadın Ernest’i baştan çıkararak tuzağa düşürmeye çalışırken tüm bunlardan habersiz olan Ernest de, olabildiği kadar çok kendisini hastasına ifşa etmekteydi. Bu heves ve meraka dayanan komik oyunun nasıl sonuçlandığı ise ifşa meselesinin etrafında dönüyor. Bu uç vakayı bir kenara bırakırsak, ben hakiki bir şekilde yapılan ifşanın iyi bir şey olduğu kanısındayım.
NAJP: Sizi kim, nasıl etkiledi?
I.Y: Birkaç hafta önce Martin Seligman’ın pozitif psikoloji ve “şükran ziyareti” adını verdiği deneyine ilişkin konuşmasına tanık oldum. Temel olarak, bizden gerçekten şükran duyduğumuz birini belirlememizi, ona bu şükran ve minnettarlık duygularımızı ifade eden bir mektup yazmamızı ve bu mektubu gidip onlara okumamız için bir ziyaret ayarlamamızı istedi. Ben de “kimi ziyaret edebilirim?” diye düşündüm. Bu benim için kolay bir soru değildi, çünkü benim profesyonel gelişimimin büyük bir kısmı kendi yönlendirmelerime dayanıyordu. Bana şu anda bildiğim, sahip olduğum şeyleri öğreten gerçek bir akıl hocasına hiç sahip olmamıştım. Ben de pek de geleneksel olmayan bir yaklaşımla farklı insanlardan farklı parçaları aldım.
Fakat “kime böyle bir şükran ziyareti yapmak isteyeceğim” üzerine düşündüm. İlk aklıma gelen Jerry Frank oldu, John Hopkins’te, ihtisas eğitimimi aldığım sıralardaki psikiyatri profesörü hocam. Grup terapisiyle ilgilenmemi sağladığı için listemde 1. Sırada olabilirdi. Bir yıl kadar önce kendisi vefat etti fakat ben vefatına kadar pek çok defa kendisini ziyaret etme imkanı buldum.
Bir başka kişi David Hamburg olabilirdi, Doçent olarak Standford üniversitesine ilk geldiğimde psikiyatri bölüm başkanıydı. Gerçekten mükemmel bir başkandı, benim için oldukça geliştirici olmuştu, özellikle de güven ve yeterlilik anlamında. Becerilerime karşı güçlü bir inancı vardı ve yönetici sorumlulukları sınıfına dahil edilebilecek boyutta geniş ve emsalsiz bir özgürlük alanı sağlamıştı bana. Kısaca, istediğim her şeyi yapmama izin verdi ve bu anlamda oldukça zengindim.
Aklıma gelen başka biri ise Rollo May’di, John Hopkins’te görev yaptığım dönemlerde beni çok etkileyen bir isimdi. Benim ilk yılımdı, 1957, geleneksel psikanalize oldukça vurgu yapılan bir yerdeydim ve ona inanıyordum. Ancak bu bakış açısı beni tatmin etmeye yetmiyordu ve farklı kuramlarla ilgili arayışlar içindeydim. Rollo May’in “Varoluş” isimli kitabı ile ilk o dönemde karşılaştım ve bende çok büyük etkiler bıraktı. Kitap, hastalarla çalışırken kullanılabilecek farklı yöntemlerle ilgili olarak gözlerimi açtı ve insanların içinde bulunduğu koşullar, yaşadıkları ikilemler üzerine farklı fikirler yürütebilmemi sağladı. Buradan yola çıkarak felsefe eğitimime başladım. Bir yandan felsefe kitapları okurken, diğer yandan da John Hopkins’te akşam saatleri verilen giriş derslerine katıldım. Kesinlikle Rollo May’e bir şükran borcum var.
Ve benim en büyük şükran borcum eşime, 15 yaşımdan beri tanıdığım ve yakın bir ilişki kurduğum Marilyn’e. O bir alim, Karşılaştırılmalı Alman – Fransız Edebiyatı konusunda bir uzman ve son olarak kişisel bağlamda mükemmel bir yoldaş, ayrıca yaşam boyu yanımda yer alan entelektüel bir eş.
NAJP: Daha önce yaptıklarınızdan bahsettiniz, fakat bu ne kadar önemli, sizce eğitimde olan danışmanlar, danışmanlık almalılar mı?
I.Y: Ne kadar önemli? Daha önemli olamazdı! En büyük önceliği taşıyor. Ben eğitimde olan tüm danışmanları acilen kendi terapilerine başlamaları için yönlendiriyorum. Aslında, terapi sürecinde edinilen kişisel deneyimler olmadan, bir insanın nasıl iyi ve becerikli bir terapist olabileceğini anlamıyorum. Eğer uzun süreli, yorucu bir çalışmanın içine girecekseniz, kendiniz hakkında mümkün olduğu kadar çok bilgi sahibi olmalısınız çünkü siz kendinizin sahip olduğu en değerli araçsınız.
NAJP: Akıl hastalıklarının tanıları ile ilgili görüşleriniz nasıl değişti ya da gelişti?
I.Y: “Terapinin Hediyesi (2003)” isimli kitabımda özelikle tanılardan kaçındım. Demek istediğim, bu biraz kışkırtıcı ve biraz da uç olabilir. Fakat bir terapist olarak benim en büyük zenginliğim kendini açıklamak için uğraşan hastalarla çalışmak ve onların davranışlarında ve yaşamlarında derin değişiklikler yaratmak. Bu vakalarda, bence tanılar kendi yollarını bulur. Çünkü eğer bir kişiyi bir kişilik bozukluğu tanısı içerisinde görmeye başlarsanız, bu eğilim hastanın bütün özelliklerini görmenizi engeller, bir takım şeyleri yüzeysel olarak görürken bazı şeyleri de abartabilirsiniz. Bence bu insanlara tüm insanlar gibi bazı sorunlarla ve nevrozlarla karşılaşan biri olarak yaklaşmak en iyisi. Tabii bazı klinik uygulamalarda belirgin akıl hastalıkları için tanıları kullanmak zorundayız: bipolar bozukluk, duygu durum bozuklukları ve şizofrenik bozukluklar. Bu vakalarda tedavi çoğu zaman biyolojik ya da farmakolojik tedaviyi gerektirir, bu nedenle tanı kritik bir öneme sahiptir. Fakat saf psikoterapi görüşmelerinde, tanı genel olarak düşündüğümüzden daha az bir öneme sahip olabilir.
NAJP: Grup terapilerini etkileyen hangi eğilimleri görmektesiniz şu aralar?
I:Y: Bu konuda pek çok fikrim var aslında çünkü sen üç yılı bir meslektaşımla beraber “Grup Terapisi, Teori ve Uygulama (2005)” isimli kitabımın 5. Baskısına harcadık. Geçen yıllarda yaşanan ekonomik problemler sebebiyle, grup terapilerinde anlamlı bir artış olabileceğini düşündüm. Fakat bu tam anlamı ile gerçekleşmedi. Dahası, HMO tarafından gerçekleştirilen uygulamaların zayıf olduğunu görüyoruz. Mesela ziyaret ettiğim bazı Kaiser enstitülerinde, pek çok farklı özellikteki hastaları bir grubun içine aldıklarını gördüm. Hastalar dikkatlice seçilmiyor. Terapistler, hasta gruba katılmadan evvel onunla tanışmıyor, süreçle ilgili bilgilendirmiyor. Ve tabii ki gruplar kısa süreli oluyor, böylece de çalışma herhangi bir kazanç sağlamamış oluyor.
Bir diğer değişim ise daha çok kısa grup terapilerinin kullanımı ile alakalı, özellikle daha homojen yapıda oluşturulmuş gruplar. Bu tür gruplarda insanların bir araya getirilme kriteri aynı tanıyı paylaşıyor olmaları mesela, herkes yeme bozukluğu ya da panik bozukluğu hastası gibi. Bence bu gerçekten bir değere sahip çünkü bu tar bir ortak paydanın bulunduğu gruplarda kişilerin birbirleriyle olan uyumu çok daha hızlı yakalayabildiklerini görüyoruz. Yine de, tatmin edici ve daha derinlemesine çalışmalar yapabilmek için daha heterojen gruplara da ihtiyaç duyulabilir.
NAJP: Karakteriniz Ernest Lash’ı, biz bir anlamda sizin alter egonuz olarak gördük.
I.Y: Neredeyse yazdığım tüm karakterler benim bir alter egom. Her büyük karaktere kendinizi ya da kendinizden parçaları koyarsınız. Bu sizin ilham kaynağınızdır. Ben Ernest’i birkaç öyküde kullandım. Biraz abartılmış olmakla birlikte o benim bir parçam. “Divan (1997)”da kendisi hastalarına yardım etmek için güçlü bir arzu duyuyor, fakat bunu yaparken de tehlikeli olabilecek dürtülerinin de üstesinden gelmesi gerekiyor. İsimle ilk fikirlerim oluşmaya başladığında Londra’daydım. Mükemmel bir ürün ile karşılaşmıştım, “The Importance of Being Earnest”, ve bu bende bir şeyleri anımsattı. Ernest, earnest (samimi) olmadan hiçbir şey değil. “Lash (darbe)” ise Odisse’den geliyor. Bunu Ulises’in direğe bir darbe attığı ve bu sayede siren seslerine direnebildiği yerden aldım. Benzer bir şekilde de romanda Ernest’in romanda kendisini baştan çıkarmaya çalışan hastasına direnmesi gerekiyor.
NAJP: “Her gün Biraz Daha Yakın; İki Kere Anlatılan Terapi (1990)” kitabını yazdıktan sonra Ginny Elkin’i bir daha gördünüz mü?
I.Y: Onu zaman zaman gördüm. Bir süre bağlantıyı kaybettim, sonra kendisi bana Texas eyaletinin onu yazmakla görevlendirdiği bir kitabı yolladı. 50. Yıl dönemleri yaklaşmaktaymış ve kendisinden 80-90 yaşlarında olan Texaslılarla röportaj yapması istenmiş. O da bu röportajları çok güzel yazılmış bir kitap haline getirmiş. Onu bir daha gördüğümde, Berkeley’deki bir kitapevinde konuşma yapıyordum. Konuşmadan sonra, sırada bekleyenlerin kitaplarını imzalıyordum, şöyle bir kafamı kaldırdığımda oradaydı. Beni buna hazırlamamıştı, dolayısıyla gerçekten çok şaşırdım. Bundan sonra uzun bir süre internet üzerinden kendisiyle yazıştık. O dönemde kendisi Berkeley okul sistemi içerisinde görev yapan bir İngilizce öğretmeniydi. Yaklaşık olarak iki yıl önce, Marfan Sendromu’ndan öldüğünü öğrendim, genetik olarak aktarılan ve aortik anevrizmaya neden olan bir sendrom.
NAJP: Son soru: En çok gurur duyduğunuz çalışmanız hangisi?
I.Y: Buna cevap vermek benim için çok zor. Bu herhangi bir yazar için de çok zor olmalı çünkü her yazar üzerinde çalışmakta olduğu projeye gönülden bağlanır – fakat biraz serbest çağrışım yapmama izin verin. Grup terapileri üzerine olan kitabım benim için gurur verici çünkü grup terapileri için yeni bir öneride bulunuyor. “Varoluşsal Psikoterapi (1980)” kitabım bana gurur verir çünkü terapinin kavramlaştırılmasına yeni bir biçim vermektedir. Tamamiyle hayal ürünü olanlar ile yarı-hayale dayananlar arasında seçim yapmak ise çok zor. “Aşkın Celladı (2000)” büyük bir hamleyi, New York Times’in en çok satanlar listesinde başlardaydı ve psikoloji/edebiyat gibi bütünüyle yeni bir tarzdı. Ayıca “Divan (1997)”daki mizah duygumu vurgulamaktan da büyük zevk alıyorum.
Fakat benim tamamen gururla dolduran yegane kitabım “Nietzsche Ağladığında” olmalı. Pek çok ülkede en çok satanlardan biri oldu – milyonlar tarafından okunurken, pek çok filozof da bana Nietzsche’yi doğru bir şekilde ele aldığımı söyledi. Bir filmi bile yapıldı ve o film şu an iki ülkede vizyonda oynamaya devam ediyor – Arjantin ve Brezilya. Filozoflar bana “Schopenhauer Tedavisi” adlı kitapta da Schopenhauer’ı doğru bir şekilde yansıttığımı söyledi. Belki en çok sevdiğim öykü ise her okuduğumda bende gülümseme uyandıran “Annem ve Hayatın Anlamı” adlı kitabımdaki “Macar Kedinin Laneti” öyküsü, bence en yaratıcı ve eğlenceli olanı.