Dr. JENNIFER TOLLESON, Serbest Hekim, Burlington VT Başkanı, Sosyal Sorumluluk/Toplumsal Adalet Komitesi, Amerikan Klinik Toplumsal Çalışmada Psikanaliz Derneği
ÖZET Devrimci başlangıcına kıyasla, psikanalitik ifade günlük yaşamdaki eleştirel, muhalif gücünü yitirmiştir. Toplumsal açıdan sorumlu klinik uygulamalarda bulunmaya çalışırken, mesleki zorunluluklarımızın sosyo - eleştirel görevini onarmak, baskın sosyal ve ekonomik düzenle ortak yaşamımıza bu tür bir eleştiri uygulamak mecburidir. İnsana dair trajediler ve mükemmellikler ile yakın temasımızda, daha geniş politik dünyaya ait eleştirel, muhalif ve hevesli bir duyarlılık içinde denge kurmaya alıştık. İnsana dair nesnelliğe bulaşmamız günlük yaşamda insani deneyimlerde canlı ve keskin bir bakış açısını mümkün kılar. Fakat şu ana kadar var olan nesnel ve bireysel konulara dair değerlendirmelerimiz ayrıca insana dair acının ve değişimin sahnesi olarak nesnel ve bireysel konuların ötesindekileri görmekte yaşadığımız zorluklar, daha geniş bir sosyal ve tarihsel araştırma yapılmasına engel olur. Aynı zamanda buna mesleki geçerliliğimize tutunup kalma ve piyasada tutarlı olmaya dair endişemiz de yol açar. Bunlar bizleri ahlaki açıdan şüpheli yönlere gitmeye özendirir, daha karşıt veya muhalif türden bir duyarlılık geliştirmemiz için gereken özgürlüğümüzü azaltır. Makul olarak, mesleğin insan haklarına ve toplumsal adalete yönelik uygulamaya ve ifadeye klinik ve kuramsal katkıda bulunmak gibi bir sorumluluğu vardır. Süregelen düzene uyum göstererek edindiğimiz kazançları altüst edeceğinden bu tür bir katkı çok büyük bir cesaret gerektirir.
Anahtar kelimeler: psikanaliz, eleştiri, politik, ifade
Psikanalitik düşüncenin özü eleştiridir. (Joel Kovel)
Psikanalitik psikoterapötik dünyada, daha geniş toplumsal dünya ve bizim onun içindeki yerimize dair güçlü eleştirilerle meşgul olmakla ilgili şaşkınlık verici bir suskunluk oluşmuştur. (Hatta birinin biz, psikanalitik pratisyen hekimlerin uygulamalarımıza dair toplu itirazda bulunma konusunda ihmalkâr davrandığımızı söylemesi, hastalarımızla ve klinik değerlerimizle uyum içerisindedir. Kendi aramızda kişisel söylenmelerde bulunmakla, örgütlenmiş toplu eyleme geçmek arasında ciddi bir fark bulunmaktadır.) Baskın toplumsal süreçlere olan katılımımız ve bu toplumsal süreçler tarafından ne dereceye kadar yetkilendirildiğimiz, çoğumuz için düşünce olarak endişe vericidir (Cushman, 1994). Aslında, psikanaliz türlerinin çoğu, politik açıdan düzeni sorgulayan ve sol - eğilimli bir yapıdadır (eğer sıradan vatandaş olarak tercih ettiğimiz politik fikirlerimizi kendi klinik meşguliyetlerimizden ayrı tutarsak. Özellikle psikanalitik görüşlü sosyal hizmet uzmanları arasında var olan kişisel politik tercihler ve mesleki uygulamaları arasındaki ayrım ilgimi çekiyor. Çoğu sosyal hizmet uzmanı, toplumsal adalet ve yardım etme ile ilgili temel yöntemlere olan güçlü bir istekle kariyerlerine başladılar. Psikanalize doğru yaklaşırken - sağa doğru? - birçoğumuz kendimizden bir şeyleri geride bıraktığımızı hissettik.) Ama tabii ki mesleki değerlerimiz, kuramlarımız ve yöntemlerimiz, tıpkı diğer tüm kültürel uygulamalarda olduğu gibi, içinde çalıştıkları güç odakları tarafından oluşturulmaktadır. Toplumsal açıdan sorumlu klinik hekimlik yapmaya çalışırken, mesleki zorunluluklarımızın sosyo - eleştirel işlevini onarmak, baskın sosyal ve ekonomik düzenle ortak yaşamımıza bu tür bir eleştiri uygulamak mecburidir.
Paul Wachtel (2002, 199) devrimci kökenine karşın, psikanalizin 'toplumun yüksek oranda eşit olmayan uygulamalarına ve yapısına kolaylıkla uyum gösteren bir mesleki kurum' haline geldiğini yazar. Psikanalitik değerlerin tüm etkisine ve eleştirel derinliğine rağmen, Amerikan yaşamında hâkim olan kökten eşitsizliklere dair tuhaf bir şekilde suskunluk söz konusudur. Bunun yerine gözlemlerimizi genellikle özel - ya da ailevi - alanlara kısıtlama gibi bir eğilimimiz var. Örneğin, ebeveynlerin hatalarıyla ilgili söyleyecek pek çok sözümüz olsa da, vatandaşlarına geçinmek için maaş veya temel sağlık bakımı sağlamada zorlanan (fazlaca insandan oluşan) hükümetimizin hatası hakkında neredeyse dilsiz gibiyiz. İnsani şiddetin kaynağı ve sorunlarına dair - bunlar bireyler ve aile içinde yer aldıkça - pek çok söyleyeceğimiz var ama devlet tarafından mali destek sağlanan şiddet; örneğin idam cezası, işkence kullanımı ve yurtdışında Amerika'nın kaynak yarattığı askeri meslekleri içeren sözde 'teröre karşı savaş' neredeyse hiçbir eleştiri almıyor. Mani, hırs ve boşluk hakkında söyleyeceklerimiz var ama hepsini aynılaştıran Amerikan hayatı, onun kudurmuş tüketiciliği ve piyasanın mantığı eleştirilmeyen teslimiyetçiliği hakkında neredeyse suskunuz.
Muhtemelen insana dair ilmin bütünündeki yerimizi kabul etmiş ve bilerek meta - analizleri ekonomistlere, sosyologlara ve politik kuramcılara bırakmış durumdayız. Belki de kitaplarımızı yakan, fikirlerimizi şüpheli ve yetersiz derecede deneysel bulan, kendini sorgulamayla kişiyi daha fazla aydınlatan bu zorlu süreci çabuk iyileşme merakına tercih eden bir kültürle yıllarca savaşmaktan yorulmuşuzdur. Muhtemelen zaman içerisinde edindiğimiz temel kabul duygusunu tehlikeye atmaktan dolayı endişe duymaktayızdır.
Her ne olursa olsun, mesleğimizin toplumsal yapıyı bozan ruhu büyük ölçüde kaybolmuştur. Çoğunlukla hastalarımızın yaşamlarına, kuramlarımıza ve uygulamalarımıza, toplu mesleki değerlerimize bütünlük sağlayan, geniş sosyal - tarihsel şartları ve politik/ekonomik uygulamaları görmezden geliriz. Toplumsal eşitsizliklere değinmediğimiz gibi, bu eşitsizlikleri hastalarımızla yürürlüğe koyduğumuz ufak ayrıntılarda (Layton, 2005), kuramlarımızın toplumsal maddileştirmesinde, klinik çalışmalarımızda kültüre dair tarihi ihmal etmemizde ve hizmetimize kaynak yaratanlarla kurduğumuz kontrol edilmeyen ittifaklarda ortaya koyarız.
Teamüldeki pervasızca güvenirlilik kazanma, piyasanın taleplerini tatmin etme, diğer insanlar tarafından kabul görme yarışı bizi aksi takdirde meydan okuyacağımız bir düzende katılımcı (ve istemeyerek düzenin yardımcıları) haline getirdi. Bu durum gözetimli bakım, teşhis ve tıbbileşme ile sözde 'kanıta dayalı uygulama' alanlarında bellidir. (Psikanalizin özelleştirilmiş sağlık hizmetleri ve bilimcilik tarafından ele geçirilmesi üzerine eleştirileri okumak için bkz. Scholom, 1998; Pyles, 2003; Walls 2004, 2006, 2007; Gourguechon, 2007.) Psikanaliz bir zamanlar kültüre karşı eleştirilerde bulunduysa da, günümüze dair toplumsal uygulamaları dikkate aldığımızda, o zamandan beri susmayı öğrendiğimiz söylenebilir. Çoğu uygulamacı 'iyi toplumu' yaratmaya dair toplumsal dünyadaki eylemci çabalarını, terapötik ikilinin mahremiyetine indirgemiş olabilir. Psikoterapi yapmak ve onun güncel demokratikleştirici hareketleri (duygudaşlık, karşılıklılık, otoriteye karşı olma vb.) klinik tedavi uzmanlarına sokakta toplumsal hareket gerçekleştirmek yerine kendi mesleklerinin gizliliğinde (Gordon, 1995; Boticelli, 2004) toplumsal bir ütopya yaratma olasılığını vermektedir. Ehemmiyetle, banliyöleşme ve endüstrileşmenin talepleriyle aile ve toplumsal bağların etkisinin azaltıldığının, (din ve aile yemekleri gibi) geleneksel birleştirici uygulamalardan uzaklaşıldığının gözlemlendiği bir yüzyılda, psikoterapi insanlara gizli, duygudaş bir bağ sağlayan bir sığınağa dönüştü (Crushman, 1995). Fakat sorunsal olarak, 'Hastalarımız toplumsal ittifaklar kurup baş kaldırmak amacı dışında bambaşka amaçlarla terapiye gelirler' (Layton, 2004, 243). Psikoterapi, danışanın hayatındaki yabancılaşma kaynaklarına karşı koyma yolu olmaktansa teskin ve telafi eden bir iyileştirme aracı haline gelmiştir. Çocuğu babası tarafından dövüldükten sonra onu teselli eden bir anne gibi, danışanlarımızın kendilerini daha iyi hissetmelerine yardımcı oluyoruz ama işi sistemle yüzleştirmeye vardıramıyoruz. Gözetimli bakımdan 'insanlıktan uzaklaştırma' olarak bahseden Boticelli (2004, 644) klinik tedavi uzmanlarının toplu politik hareket eksikliğini eleştirir:
Kar sağlamak için emir altına alınmış sağlık sistemini inkâr ederek, sigorta şirketlerinin kara olan hakkına meydan okuyacak bir hareket yaratmak yerine, araştırmacıların psikanalitik kuramın maliyet etkinliğini gösteren sonuç çalışmaları yapmaları, bu bilginin sigorta şirketlerini ödeme yapmaya ikna edeceği umuduyla (önerilir).
Uyum gösterme kurnazlığını kullanarak, toplumsal uygulama yerine tedavi (veya araştırma) yapmakla son buluyoruz - arkadan konuşmak yerine diğerleri tarafından kabul görüyoruz.
Ama bu durum her zaman böyle değildi. Bu süreçte farklı noktalarda ve dünyanın farklı yörelerinde psikanaliz, psikolojik bir tedavi uygulaması olmasının yanında ilerici bir toplumsal felsefe olarak hizmet vermiştir. (Psikanalitik hareketin başlangıcındaki toplumsal eylemciliğe dair müthiş tarih için bkz. Danto, 2005; Latin Amerika'da Marie Langer ve köktenci analist arkadaşlarının toplumu özgürleştiren çalışmalarına ait saygı uyandıran kayıt için bkz. Hollander, 1997). Freud'un ta kendisi (1926) psikanalitik projenin en büyük katkısının toplumu dönüştüren ifade gücünde yattığını ve klinik tedavi biçimi olarak kullanılmasının ikincil olacağını savunmuştur. Kendisiyle ilgili olarak, klinik çalışmamız bir yandan diğer türlü dünyayı değiştirirken bize para kazandırmıştır diye belirtmiştir. Psikanalitik ifadenin devrimci etkisi, en iyi biçimde, edinilmiş bilgiye bilfiil meydan okumasında ve onu kınamasında, günlük yaşamda saklı olan yanılsamaları yıkmasında ve (neredeyse merhametsiz bir biçimde) en kutsaldan en önemsize kadar bir şeyleri sorgulamadan özümsemeyi reddetmesinde yatar.
Psikanalizin tarihsel açıdan yıkıcı bir proje olarak değerlendirilmesi, diktatör ve faşist rejimler tarafından aşırı derecede dışlanmasından bellidir (Richter, 1996). Psikanalitik ifadede ırk meselesinin çözülmesini incelerken, Altman (2004) başlangıçta yüksek orandaki Yahudilerin varlığına ve o zaman Viyana'da onlardan 'zenci' olarak (Altman'da Gilman, 2004) bahsedilmesine dayanarak, psikanalizin o dönemde 'ırkçı bir konu' olduğunu ifade eder. Psikanalizin ırkçı bir kimlik ifade üretme süreci, ona karşı sürdürülen Yahudi aleyhtarı tutumlar, tutkuya ve ölüme verilen önemin yadsınması ve psikanalizin başlangıcındaki birçok uygulamacının sosyalist ve komünist bağlarının olması, psikanalizi en uçta yer alan toplumsal hudutlara doğru itmiş ve sıkıca yerleştirmesine yol açmıştır.
Toplumsal devrimciler, politik köktenciler, var olan yaygın tıbbi görüşe karşı çıkan doktorlar ve hayırseverler, kadınlar ve Markistler (Jacoby, 1983) gibi geleneğe uymayan insanlardan oluşan psikanalizin başlangıcındaki hareket için, teamüldeki kültüre karşı - meydan okumasa da - bu kültür karşısında bağımlı bir duruş sergilediği söylenebilir. Bu duruş aynı zamanda zihne dair yaratıcılığı, amaca dair bağımsızlığı ve baskın çevrenin ancak dışında kalındığında mümkün olabilecek kültürel araştırmayı gerekli kılmış ve telkin etmiştir.
Nazi döneminde psikanalizin zorunlu olarak politika ile bağı kesilmiştir. Ölüm tehlikesinde kalınca uygulamacıların çoğu, başta Amerika'ya olmak üzere, hayatları için kaçmışlardır. Altman (2004, 808) buraya güven içinde vardıktan sonra bu göçmenlerin '… (bilinçli ya da bilinçsiz olarak) beyaz Amerikalıların saflarına katılma, Kuzey Avrupa değer sistemini düşüncesizce benimseme ve daha yüksek bir sosyal sınıfa girme peşinde koştuklarını' belirtir. Bu (toplumsal yapı ve kişisel duruş açısından) beyazlıkla özdeşim kurma hali; uygulamacıları, davranışları hastalık olarak sınıflandırmayı ve özelleştirmeyi içeren, kapitalizmin çarklarına katmıştır. Uyum sürecine, engellenme toleransına ve zor durumlarda soğukkanlılığını korumaya verdiği önem ile Ego psikolojisi, başlıca kullanılan kuram haline gelmiştir. Ayrıca Jacoby (1983, 17), psikanalizin Amerika'ya taşınmasıyla ortaya çıkan bozulmaların; entelektüelliğe karşı olması, Marksizme karşı husumeti, uzman olmayan uygulamacıları dışlaması (davranışların hastalık olarak sınıflandırılmasını daha da kolaylaştırdığını) 'psikanalizin daha geniş ve eleştirel imalarını boyunduruk altına alarak psikanalizi ehlileştirmek için' bir araya geldiğini ifade eder. Makul bir biçimde, Amerika'daki entelektüelliğe karşı olma durumu, psikanalitik ifadenin anlamlı bir toplumsal role sahip olmasını engellemeye devam etmektedir. Gordon (1995)'a göre, psikanaliz bir bilim dalı olarak toplumsal entelektüel iletişime katkıda bulunamamış, hızla toplumsal alandan ayrılmış, kopuk hale gelmiştir:
Aslında, psikanaliz kendi ve diğerlerinin metinleriyle ilgili oldukça ayrıcalıklı ve özel bir dilde başkalarıyla konuşan, kendisine başvuruda bulunulan metinsel uzmanlar üretmiştir. Psikanaliz alanında toplumsal entelektüel olarak bahsedebileceğim, akademik hayatın dışında büyük bir topluluğa hitap eden birini zar zor sayabilirim. 1970'ler ve 1980'lerde birçok solcu, feminist ve diğer köktenciler tarafından benimsenmiş olan 'psikanalize dönüş' hareketi, toplumsal meşguliyetten kaçış ve akademideki psikanalitik kuramın kendine yeten politikalarına dair bireysel teselli arayışıyla son bulmuştur (Gordon, 1995, 276.)
Günümüzde, Slavoj Zizek'in psikanaliz alanında topluma hitap eden, entelektüel bir konuşmacı olarak nitelendirilmeyi hak ettiğini düşünmekteyim.
Zamanla Amerikan tavrı benimsedikçe, psikanalizin apolitik görüşü çalışma biçiminin mağrur bir parçası haline geldi. Barratt psikanalizin Amerikanlaşmasının, sosyo - eleştirel görüşünü kaybetmesinde önemli bir etken olduğunu iddia eder:
Psikanaliz biliminin özünde 'antropolojik' imalara sahip, kültürel bir uygulama olduğu gerçeği, Freud'un dalının Amerikan ehlileştirilmesiyle anlaşılamamıştır. Amerikan ortamında 'psikanalizin' yayılması; çoğunlukla Freud'un yönteminin, kişisel araştırmanın, ayrıca politik ve sosyo - kültürel eleştiriden bahseden kişisel değişimin tek yolu olarak bir araya gelmesine bağlanmıştır. (Barratt, 1985, 437 - 8)
Richter'e göre, psikanalizdeki eğitim programları, politik olarak uyumlu kişiler gibi oldukça uygun adayları aramaya başladı ve artık ender bir biçimde hareketin ilk günlerinde kucaklanan kişileri; 'alışılmadık insanları, şüphecileri, kaçıkları, hayalcileri ve hassas karakterlileri' (Richter, 1996, 298) eğitim programlarına kabul eder oldular. 1950'lerde ve 1960'larda Sol görüşteki psikanalize dair, özellikle Marksist akademisyenler ve toplumsal protestoyu canlandırmak için Frankfurt Okulu'nun eleştirel sosyal analizlerini kullanan sosyalist özgürlük hareketlerinde bir filizlenme söz konusuydu. Ama şimdi Freud öldüğüne göre, garip bir biçimde, bir zamanlar ait olduğumuz yere geri dönebileceğimizi (dönmemiz gerektiğini) söylüyorlar. Bu durum bize sözüm ona özgürleştirme şansı ve çalışmamızı sınırlarından yeniden düzenleme fırsatı tanıdığından beni etkiliyor.
Zamanla, psikanalizin terapötik işlevine yarayacak şekilde eleştirel düşünce tarzı ve toplumsal hareket terk edilmiştir. Aslında, başlangıcından beri psikanalitik düşüncenin Batılı toplumsal değerlerini yıkma ve bunlara karşı devrimci bir biçimde meydan okuma olasılığı klinik uygulama tarafından bastırılmıştır. Psikanalizin içinde yer alan eleştirel kültürün, klinik eğilime teslim olmasından bahseden Barratt'a göre; "Hastanın 'tedavisi'yle teknik açıdan bir müzisyen gibi meşgul olmak; psikanalizin önermesi olan konuların bilinir olmasına, hastaya dair karakter biliminin, ayrıca hastalık belirtilerinin politik ve sosyo - kültürel üretimini gizleyen hatalı bir inandırıcılığa yol açar (Barratt, 1985, 438)." Artan bir biçimde ve özellikle muhtemelen (ego psikolojisinden türeyen) Amerikan tarzında, psikanaliz içerik ve biçim açısından, güya daha fazla muhafazakârlaşmış, toplumsal dönüşüme dair iddialarının çoğunu terk etmiş ve en baştaki politik cüretinin çoğundan da vazgeçmiştir. Her ne olursa olsun, klinik psikanaliz, eleştirel toplumsal uygulamaya katkıda bulunmaktan vazgeçmiş ve toplumsal huzursuzluk yerine toplumsal uyumu teşvik eden, bireysel iyileştirme tekniği olarak güvenli bir limana kavuşmuştur. Psikanalitik felsefeye, eleştirel toplumsal kuram olarak yaklaşanların büyük oranda teamüldeki klinik uygulamacıların dışındakilerden çıkması; genellikle bu kişilerin akademik çevrelerde bulunmaları anlamlıdır. Psikanalitik düşünceyi köktenci toplumsal eleştiri veya sosyolojik analiz lehine kullanan kuramcıların soyutlanması, hatta bazı durumlarda bu kişilerin terapötik nizamın dışında tutulmaları (örneğin, Frankfurt Okulu'nda eğitim gören klinik tedavi uzmanları, ender olarak kuramcılarla karşılaşırlar) anlamlıdır. Böylece, öncelikle terapötik uygulama ile toplumsal eleştiri, ikinci olarak ta 'sömürgeci yönetim' (Kovel, 1988) tarzındaki terapötik uygulama ile kültürel çatışma yaratacak terapötik uygulama arasındaki işlevsel ayrışmanın sağlanması da manidardır.
Meslekte kültürel muhalefet yoksunluğu ve klinik özerkliğin mesleki kurumun ihtiyaçları tarafından bastırılması, psikoterapötik camianın enerjisini azaltmıştır (Richter, 1996, 2). Amerikan hayatındaki 'terapötik zafer' (Rieff, 1966); (kültürel uygulama olarak) psikoterapinin kültürel çevre tarafından rahatça kabul edildiği süreci meşru kılan, yaratıcı tutkuyu belli bir kısımda azaltmayı ve muhalefetin yumuşatılması fikrini savunan, eleştirinin olması gereken yerde sıradanlığın var olduğu bir durum yaratmıştır. Kurumsallaşmamıza uyum gösterdiğimiz, ayrıca bütünlüğümüz için teşhis ve tedavideki anne/bebek benzetmesi kadar farklı - önemli konulara dair etkin sorgulamadan kaçındığımız sürece, Cushman'dan alıntı yaparak; 'düzeni lanetleyen ve başkalarının ona direnç göstermesine yardımcı olan eylemciler olmak yerine düzene imkân tanıyan memurlar, savunucular, vaizler' olma tehlikesini taşırız (Cushman, 1994, 805).
Güç, ırk, cinsiyet, sınıf ve hükümdarlığa ait büyük hikâyelerde, kuramsal yapımızın kalıcı olduğuna dair eleştirel bilinç yetersizdir (Ghannam, 2005). Örneğin, güncel kuramlarda annenin üstün olması, psikoterapi yapmakla anneliğin bir tutulması ve içerik olarak 'anneliğin' neyi oluşturduğuna dair varsayımlar genellikle eleştirilmeden öylece durur. Anneye dair psikanalitik ifade ancak toplumsal ifadeden ödünç alarak ve toplumsal ifadeyi yeniden yazarak etkili hale gelebilir. Aslında, Klein ve Kohut gibi kavramsal açıdan farklı kuramcılar, anne/çocuk durumunun değerlendirilmesiyle ilgili olarak aynı görüşe sahiptirler. (Layton'a göre, 1990, Kohut'un kuramlarında açıkça erkekten yana önyargılı bir tutum vardır; anne ayna işlevinin sorumlusu olarak görüldüğünden, baba daha çok idealleştirilmiş ihtiyaçların öznesidir. Kuramda ne tür önyargı olursa olsun, bu durum kuramın uygulamasına yansımakta ve burada da benzer bir önyargıya yol açmaktadır. Kendi - psikolojik durumlarını aktaran vakaları dinlerken, kadın terapistlerin danışanlarının aktarımlarını daha çok ayna kavramlarıyla açıkladıklarını, erkek terapistlerin ise genellikle idealleştirilmiş aktarımdan bahsettiklerini gözlemlemişimdir. Merakımı cezbeden ise, bu yorumsal çözümlemelerin cinsiyetçi doğasının nasıl olup ta dikkatlerden kaçtığıdır.) Düzenleyici bir fikir olarak anne kavramı, psikanalitik kuramlarda karşıtlıkları keşfedilmeden durur. Psikanalizdeki anneleştirme ifadesinin diğer bir özelliği; terapistin anne gibi kavramlaştırıldığı klinik yönteme dair farklı kuramları uygulamasıdır. Terapötik etkileşimin gelişimsel örneklerinden yola çıkan; klinik ikiliyi yeniden kurumsallaştırılmış anne ve çocuk olarak algılayan görüş, bizim 'iyi anne' fikirlerimizi etkileyen kabul edilmemiş varsayımlar ve klinik tedavi uzmanları olarak bizim 'yeterince iyi' olmaya çabalarken yaptıklarımız araştırılmaya değerdir. Annelik ve klinik duygudaşlık ya da annelik ve bir tür hayırseverlik (Tolleson, 2003) durumları da açıkça araştırmalıdır. Layton'a göre (2004), Amerikan terapötik yönteminde 'kibarlığa' ve duygudaşlığa verilen değer; az da olsa (saldırganlığın inkârı ve itaate eğilimi içeren) dişiliğin beyaz burjuva ideallerinden ve geçmişteki on yıllık süreler içerisinde kadınların klinik mesleklerde yer almasından türemiştir. Yine de, çalışma varsayımlarımızı yoğun bir biçimde incelemeden, azaltmayı umduğumuz ruhsal köleliğin ana kaynaklarını bilmeden çalışmaya devam ediyoruz.
Kısacası genellikle işlerin nasıl yürüdüğüyle onların ne olduğunu yani dış görünüşle içeriği karıştırıyoruz. Bu kafa karışıklığı içerisinde onları bilmeden yeniden yazıyoruz. Örneğin, Winnicott'ın kuramlarında anneyi hayal kurulan bir nesne haline getirmesi, anneyi tanımlayan söylemsel içeriklerden ayırır, bunun yanında cinsiyetçilik, kapitalizm ve annenin bu yapılardaki yeri gibi bu söylemsel içerikleri oluşturan toplumsal kalıplardan anneyi daima mahrum eder. Anne kavramı adeta basite indirgenmiş, toplumsal bir yapı olarak algılanmaktansa genelleme yapılarak ve etkisiz hale getirilerek; anneden çocukların sağlığından sorumlu evrensel 'biri' olarak bahsedilmiştir. O halde kurgulanmış bir biçimde anne, gerçek kadın - ve erkeklerin - bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde hesaba katılması gereken düzenleyici toplumsal bir ifade haline gelir. Bu basite indirgeme durumuna değinen Layton (2004, 242) 'İfadeler sadece tanım yapmaz; onların şekillendirici etkileri vardır' der. Bir postmodern sosyolog olan Brenda Solomon bu durumu şöyle açıklar; 'Fikirler sonuçta gerçeğe döner' (2009, kişisel sohbet). Psikanaliz camiası kurgunun gerçeğe dönüştüğü ve Diğerinin şekillendiği yansıtıcı fark gözeten süreçleri uzun zamandan beri kavramış bulunmaktadır.
Bizim eleştirilmemiş ve tarihsel açıdan konumlandırılmamış kuramsal yapılarımız, baskın toplumsal sistemle bilmeyerek bir ittifak içinde olsa dahi, bu var olan durum teşhiste zar zor doğrudur. DSM hazırlanırken, hastalıkların Büyük İlaç Sanayi tarafından isimlendirildiği, sınıflandırıldığı ve bu süreçteki farklı noktalarda maddi açıdan desteklendiğine dair birçok güncel yazı bulunmaktadır (Örn. Kutchins & Kirk, 1997; Lane, 2007).
Psikanalistlerin çoğu, psikiyatrik teşhise karşı şüpheyle yaklaşsa da, bir madde gibi davranılan olayların farklı tanımlarına (örn. sınırda kişilik) sıkıca yapışma durumu sürmektedir. Bu tanımların yararlı olup olmadığı konusu, bu tanımları ekonomi tarafından ırkçılaştırılmış, cinsiyet ayrımına uğramış bir kültürel tarih içine gömülmüş toplumsal yapılar olarak eleştirme isteğimizin önemi yanında çok ta önemli değildir. Bollas (2000), kültürel eleştirmen Elaine Showalter (1997) ile aynı görüşü paylaşarak; histeri kavramını içinde (kendini kesme, anoreksiya, çoklu kişilik vb.) kültürel hikâyelerin basite indirgendiği ve bunların çoğaltıldığı bilinçdışı, fiili bir biçim olarak tanımlar ve yine teşhisin toplumsal ve tıbbi üretimini dikkate almanın önemine değinir. En iyi haliyle, psikanalitik psikoterapi, teşhise dair sözlüğü yasallaştırmaktansa onun karşıtlarını gösterir; en kötü haliyle ise pratisyen hekimlerin, hastayı kültürel açıdan tanımlanmış yönlere hareket ettirme amacıyla, belli başlı ilaçları ve tedavileri doğrulayan, tıbbi açıdan etkin, hastalıkları sınıflandırma ilmi içinde etiketlenmiş 'hastalıkları' iyileştirdiği; 'yalnızca tıbba' geriler (Jacoby, 1975).
Psikanalitik klinik tedavi uzmanları olarak, bireyi toplumsal dünyadan ayırarak, üzücü bir biçimde toplum ve özel alan arasındaki bağı kopardık (Layton, 2006). Tabii ki Freud reddedilmişle, bilinemezle ve bilinmeyenle, konuşamazla ve konuşmayanla, uyanık bilinçten reddedilmişle ilgiliydi. Ve tabii ki, psikanalitik modele göre, bizler esas olarak sadece bildiklerimizden değil bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz, hayal edemeyeceğimiz ve temsil edemeyeceğimiz şeyler tarafından da meydana geliriz. Kısacası bizler eksik olanla oluşturuluruz. Psikanaliz, belirgin bir biçimde insana dair öznelliği oluştururken, yokluğun değişikliği, ayrıca klinik ortamda telafi ve iyileştirmenin önemi gibi konuların etrafında örgütlenmiştir.
'Kişisel bilgi politiktir' denilirse, insanda eksik kalanın, bahsedilmeyen politik ve kültürel tarihlerimizin aşırılığında yattığını belirtmek isterim. Politik ve kültürel tarihlere kısmen değer verilmediği için ve onları tecrübe etme süreçlerimizde sıkıcı göründüklerinden dolayı dilsiz ve önemsiz hale getirilmiştir. Klinik tedavi uzmanları olarak travmanın değiştirici rolüne ve sıradan deneyimden ayrılan olayların akışında yaşanan acıya karşı duyarlıyızdır. Belki de günlük uygulamaların gaddarlığına, burjuvazi kültürünün egemenliğine daha az uyum sağlamışızdır, bunları düşüncesizce 'sağduyu' olarak algılamışızdır. Bu durum, var olan değer sisteminde, en fazla acı çekenler arasında neden toplumsal ayaklanma oluşmadığını açıklar.
Bir olayı yeterince uzun yaşarsak, o sıradanlaşır; hiçbir şey durumuna dönüşür, hayatla eşit hale gelir. Anna Freud'a göre (1967) biz sadece yabancı olandan dolayı travma yaşarız. Antropolog Daniel Linger (1993, 3) 'Sağduyu, devrimi düşünülmeye zor hale getirir' der. İnsan haklarına dair büyük devrimler, sıradan çalışmanın toplumsal düzenine dair kökten eleştiri ve bilinç oluşmasını sağlamışlardır. Bunları kendi tabiatlarında, sanki gerçek hayattanmış gibi hareket ederek başarmışlardır. Aslında devrim, durumların doğal ve kaçınılmaz sırası (yani sağduyu) olarak görülenin ideolojik yapısını ortaya koyar. İdeoloji genellikle Diğerinin çekiciliğine ya da kötülüğüne dair ölçüt olarak kullandığımız bir kavramdır. Örneğin, Amerika'da Arap kavramı, biz Arap olmadığımız sürece ideolojiktir, ama bir yandan da kapitalizmi bir ideoloji ya da tek particiliğin bir türü olarak değerlendirmeyi reddederiz. (Politik filozof Sheldon Wolin (2008), Amerikan'ın (olası) güç düzenini tanımlamak için 'alt üst edilmiş tek particilik' kavramını kullanır ve ekonominin demokratik kurumlar üzerindeki baskısına göndermede bulunur. Geleneksel tek particiliğin aksine, ekonomik süreçler politikaya tabi durumda değildir; bunun yerine politika, sermayenin ihtiyaçlarına hizmet eder.) Jacoby (1975) ideoloji hakkındaki modern düşünce tarzımızın onu 'sağduyu ve deneyselcilik'le yarışa soktuğunu, ayrıca ideolojiyi Batılı duyarlılığının tersine çalışan hitabet ve kuramsal soyutlama arasına ittiğini ifade eder:
Komik olan durum şudur ki, Markist bir kavram olarak ideoloji, başlangıçta bilinç yaratmak ve bunun hakkında konuşmak amacıyla oluşturulmuştur… Bu amaçla oluşturulan anlamı bastırılmış ve Batı'nın sağduyu kavramını açık ya da kapalı olarak öven, uyumlu bir kavram ortaya atılmıştır (Jacoby, 1975, 7).
Annem ırkçılığın var olduğu 1940'lar ve 1950'lerde Amerikan'ın Güneyinde büyüdü. Ona kendisi ve diğer durumlarda iyi niyetli arkadaşlarının, var olan ırkçılığa karşı bariz tepkisizliğinin nedenini sorduğumda, o bana sadece 'o zamanlar durum buydu' dedi. Diğer bir deyişle, bu durumu sorgulamaları gerektiğini düşünmediler; tıpkı yaşama dair diğer gerçekleri de sorgulamaları gerektiğini düşünmedikleri gibi. Örneğin; 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Amerikan'ın ayrıcalıklı tutulması hali, bir kız olmanın bir koca ve çocukları arzulama anlamına geldiğini, komünizmin kötülükleri ve Amerikan nükleer cephanesinin haklı artışını, karşı cinsten hoşlanmanın normal olduğunu ve 'Standart Kuzeyli Amerikan Ailesi'ni (Smith, 1993) sorgulama gereğini duymadıkları gibi. Bir çocuk eylemcinin sözleriyle 'Baba çalışır, Anne temizler, Bebek ağlar' (Bu cümle 2 yaşındaki bir çocuk tarafından, ilk psikanalitik yorumlamamda söylenmiştir ve eşit derecede ilk toplumsal itirazıma sahne olmuştur.) Daha sinsice olan diğer örnekler ise; 'iyi annenin' toplumsal bir yapı olarak kurumsallaştırılması, diğerlerinin arasında Dr. Spock tarafından temsil edilen ve sırayla canlandırılmış hali, çocuk istismarı hareketinin artan yoğunluğudur. Bütün bu durumlar, annemin neslindeki Amerikan kadınlarının suçluluk, cinsellik, özgürlük, mesleki güç ve anneliğe özgü yaşamsal konuları hayallerinde nasıl canlandıracakları ve bunlara nasıl direnç gösterecekleri üzerinde büyük bir etkiye sahip olmuştur. Eğer annem o tarihte terapide olsaydı, terapisti onun öznel hayatını şekillendiren büyük güçleri, sadece bir aile içindeki gelişimini değil de bundan daha farklı bir hayatı kafasında canlandırabilmesi için mevcut belli ifadesel seçenekleri ya da daha geniş hikâyeleri görmesine yardımcı olur muydu? Ayrıca terapisti 'sağduyu' haline getirilmiş ifadesel alanın sınırlarına itiraz etmesine ve o zamanda hâkim olan düzenle çarpışmasının ötesinde düşüncelere sahip olmasına yardımcı olur muydu? Bu durumu sadece ümit edebiliyoruz.
Psikoterapi ideolojinin 'var olan durumun' kılığına bürünen, 'düşünülmemiş bilineni' (Bollas, 1987) içeren, danışanın yaşanmış öznelliğinden bağı koparılmış, eleştirel tahmine yol açar. Psikoterapi günlük yaşamı sorunsallaştırır (Smith, 1987). Bu düzenlemede, terapötik süreç işlevsel olarak yıkıcı, politik, ciddi bir toplumsal farkındalık ve direnç kapsama gücünü kolaylaştırıcı bir hale gelir. Cushman (2005, 432) der ki; 'Kendimizi eğitmediğimiz sürece var olan durumu sonuna kadar yaşıyoruz. İşte o an, bir insan olmanın önemli bir yönünün başladığı andır.' Mademki bilinçdışı (biçimlendirilmemiş, reddedilmiş) konular toplumsal yaşam ve bireyin onun içindeki yerine dair ciddi bir bilincin parçası haline gelir, tasarlanmış psikoterapi de böylece devrimin bir parçası haline dönüşür. Tarihsel ve politik açıdan duyarlı bir terapötik duruşla meşgul olmanın bir zorluğu da klinik tedavi uzmanında olması gereken bilgi düzeyidir. Richardson ve Zeddies der ki;
Kuşkusuz ruh sağlığı uzmanları bu tür görevler için yetiştirilmezler. Aslında onlar başlıca konularda eğitilmişlerdir, böylece etkin bir biçimde kendi hizmetlerini geciktiren insani işlevin tarih dışı hallerine aşina hale gelirler. Ayrıca danışanlar muhtemelen kendi kültürel geçmişlerinden ya da başka bir yerden gelen dayatmacı ahlaki ülkülerin gittikçe azalarak farkına varıyorlardır. Söyleşiyi genişletmeye çalışmak kolayca 'Körle yatan şaşı kalkar' durumuna dönüşebilir (Richardson ve Zeddies, 2004, 624)
Tıpkı danışanın süregelen benlik - algısında politik ve kültürel tarihin etkisinin inkâr edilebileceği ve baskın toplumsal düzene uyumunun eleştirisiz sürebileceği gibi, klinik tedavi uzmanının kendi yorumsal çalışmaları insanları daha geniş toplumsal, tarihsel, politik şartlardan ayırabilir. Bu da terapötik ikiliye aşırı önem veren ve danışanın sınırlandırılmış bireyselliğini öven bir sürecin desteklenmesine yol açar. Joel Kovel der ki;
Psikoterapistler, sorunluya her gün yardım etme göreviyle meşgulken, işlerinin tarihsel olarak konumlandırıldığını ve bunun her ne kadar belirsiz olsa da, çok gerçek bir toplumsal rol oynadığını unutma eğilimi içindedirler. Daha kesin bir biçimde ifade etmek gerekirse, psikolojinin sosyo - tarihsel tarafını fazla unutmamışlar fakat en başta onu dikkate almakta başarısız olmuşlardır. Unutma kısmını onlar için burjuva kültürü yerine getirmiştir. Bu durum öznelle nesnel alanlar arasında bir ayrım yaratmış, özneli bir hayal nesnesi haline getirmiş ve dinin ihtiyaçları büyüdüğü için, özneli psikolojiye 'iyileştirmek için' teslim etmesine yol açmıştır (Kovel, 1976, 171)
(Toplumsal bir uygulama olarak) psikoterapi, içsel dünyayla meşgul olduğu ve (yansımanın alışkanlık halinde olduğu) içe dönüşün değerinin belirlendiği, toplumsal/politik eleştirinin muhalifi haline gelir. Psikanalizin psikolojik, öznelle meşgul olmasının etkili bir biçimde kapitalizmin taleplerine hizmet eder, bunu aşağıda yer alan birçok yolla gerçekleştirir:
Sonuç olarak, tüm bu eğilimler Amerikan hükümdarlığına ve küresel pazara uyan öznellikleri meydana getirmeye yarar. Kuşkusuz Foucault (1978) tüm sosyal bilimlerin işlevinin, devletin insanlar üzerindeki hâkimiyetini desteklemek olduğuna inanır. Kovel (1980) bu tesirli toplumsal etkiyi oluşturduğu için, onun 'ruh sağlığı endüstrisi' olarak adlandırdığı kavramı açıkça suçlar.
Philip Cushman (2005, 440)der ki: bir terapist olarak çalışmanın bir nedeni, danışanların etkili ilerici politik etkinlikle meşgul olmasına yardımcı olmaktır. Eğer işimiz danışanlarımızın daha iyi bir dünyayı meydana getirmelerine ve buna yönelik çalışmalarına yaramayacaksa, ne işe yarar?' Psikoterapi ne ölçüde toplumsal çerçeveli eleştirel bir sorumluluk yükleyebilir? Psikanalizdeki devrimsel eşyaların uygulamada değil kuramda olduğunu savunan Marcuse (1955) ve Jacoby (1975)'ye karşı çıkan Frosh (1986), psikoterapinin toplumsal eleştirinin ve ilerici politik etkinin güçlü bir temsilcisi olabileceğini iddia eder. Sosyal süreçlerin öznelliği etkilemediği gibi onu oluşturduğu ölçüde, bireysele verilen terapötik önem daima toplumsal yapı bozumu süreci haline gelir. Toplumsal yapıların, özellikle kapitalizmin, öznelliği şekillendirmede önemine Wilhelm Reich'in (1946) çalışmalarında da değinilmiştir. Cushman (1994) yorum - bilgisel bir ikilemde, psikolojik ve politik olanın tartışmasız bir biçimde ayrı olmadığını savunur. Andrew Samuels (2000) psikoterapötik uğraşın, danışanın politik gelişimine dair anlamlı bir keşif içermesi gerektiğine inanır. Bence öznelliği oluşturmada daha geniş toplumsal dünyanın etkisini yadsımak ve terapötik ifadeden politik anlamı çıkarmak ta tam tersi bir biçimde davranmak kadar politik bir tavırdır.
Psikanalitik araştırmayı oluşturan 'Ben kimim? Buraya nasıl geldim? Neler oluyor? vb.' önemli sorular terapötik uygulamayı tabii ki, tıbbi bir ifadedense felsefi bir ifadeye daha yakın kılar. İnsanların kendilerini özne olarak konumlandırmalarına, kendilerini sadece belli bir aile içinde değil, daha büyük ve karışık toplumsal ve tarihsel alanda, anlamlı bir biçimde var olma yolu bulmalarına yardımcı olmak; onları tekzip edilmiş bilgilendirici hikâyeleri veya 'zapt edilmiş bilgileri' (Foucault, 1980) düzeltmeye aynı zamanda daha geniş insan topluluğuyla bağlantı kurmalarına yardımcı olmak anlamına gelir. (Cushman'da, 1994, 822) Meyer'e göre, sosyo - politik tarihi hesaba katmayan bir psikoterapi, 'zayıf olanın, zayıf kalmaya devam ederken kendini güçlü hissetmesi' tehlikesini taşır. Elbette ki, bu tür bir geniş açılı terapötik araştırma, klinik tedavi uzmanı açısından kendi düzenleyici yapılarının tarihsel gömülmüşlüğünü ve ifadesel doğasını, ayrıca uzmanın sağduyu olarak algıladığı, onun baskın toplumsal ifadelerle/düşünce tarzlarıyla olan incelenmemiş ihtilaflarını (örneğin, öznelliği anlamlandırırken annenin önemi, tanısal sözlüğün geçerliliği vb.) sorgulamayı gerektirir. Bu durum ayrıca klinik tedavi uzmanın merakını kişiden sebebe, travmadan bunu arttıran toplumsal düşünce tarzlarına (her yerde oldukları için 'düşünülmesi zor' hale gelen düşünce tarzlarına) kaydırmasını gerektirir. Sözüm ona 'normal psikoloji' diye adlandırılan (adeta sağduyu haline gelen) ve onunla olan ihtilafımız etkin bir biçimde incelenmelidir. Ingleby (1984) der ki:
Köktenci psikanalizin görevi, doğal toplumsallaşma sürecinde sakatlayıcı zorlamaların nasıl ortaya çıktığını ve (bunların baskıcı kurumların devamına hizmet ettikleri için) sürdüğünü göstermektir. Gerçekten 'özgür bırakan' bir tür psikanaliz türünün gelişmesi; bireyci, uyarlamacı ve özellikle muhafazakâr türdeki uygulamayı benimsemeyi gerektiren sınırlara sahip uygulama düzeninden kopmasını gerektirir (Ingleby, 1984, 60).
Yas tutmaya dair çalışma, devrimsel terapötik uygulamanın özünü oluşturur. Judith Butler (2003)'a göre yas, melankolinin narsistik meşguliyetleri kadar uzak olsa da, kişiye evrensel acıyı ve onun eşitsiz dağılımını gösterdiği için kişiyi siyasileştirir. Ölüm, özellikle vahşice ölüm, şüphesiz daima ırkçı (bkz. Tolleson, 1997) ve sınıfçı (bkz. Goldscheider, 1971) bir durum olmuştur. Eğer melankolik duruşun narsisizmi, konuyu sadece hayatta kalma ve öz bakıma indirgerse, yas tutma yaratıcı bir biçimde, kişiyi başkalarına merhamet duymaya iter. 'Öyleyse' der Buttler 'kişi bazı hayatların diğerlerine oranla daha kolay incinebilir olduğunu anlayıp, daha fazla yas tutabilecek durumları eleştirel bir biçimde değerlendirip bunlara karşı çıkabilir' (sayfa 16). İnsan acısıyla özdeşim kurma, bu durumu daha kapsamlı insan ifadesine yerleştirerek ve kişinin kendi acı çekişine dair bakış açısına sebep olarak, kişiyi Diğeriyle yaşayan bir özne olarak temasını sağlar. Diğerini inkâr edişim, onun öznelliğini kendime fayda sağlayacak biçimde reddedişim, 'atan kalbimin' kaynağıdır (Poe, 1966). Klinik tedavi uzmanları olarak, çoğumuz 11 Eylül'e dair danışanlarımızın acılarını sınıflandırmaya yardımcı olma deneyimini yaşadık. O günkü vahşette kaybedilen hayatlara dair yas için toplumca bahşedilmiş bir alan söz konusuydu. Danışanlarım Katrina kasırgasının tahribatı, hatta Gazze'deki güncel, hala devam eden olaylar hakkında daha suskunlardı. Kim önemlidir? Önemli olan nedir? 'Travma'yı, öznelliklerini kabul ettiğimiz kişilere ya da bizim öznelliğimizi yansıtanlara ya da baskın politik modellerimiz içinde söz hakkı verilenlere atfetme ya da onları tamamen insan olarak kabul etme eğilimindeyiz (Amerikan hayatının bir yüzü, tıpkı Üçüncü Dünyaya karşı kölelik ve askeri işgal gibi adaletsizliklerle, devletin suçlarıyla yüzleşme ve bunlar için özür dileme eksikliğiyle doludur. Çoğunlukla kültürümüzde yaygın olan tüketiciliğin, toplu yasımızın sesini bastırmaya yönelik bir çaba olup olmadığını merak ediyorum.) Butler, 'Ben yas tuttuklarım kadar, ölümlerini reddettiklerim (ki bunlar benim toplumsal dünyamın hüzünlü arka planını oluşturur) tarafından da oluşmuşumdur' der (Butler, 2003, 23). Böylece, klinik karşılaşmada neyin söylendiği ve neyin suskun kaldığı, toplumsal hudutlarımızı ve toplumsal sınıf düzenimizi (tabakalaşmamızı) yansıtır, evrensel acının kaynağı olan ve en başta yer alan güç dengesini yeniden oluşturur.
Eğer bir insan reddettiği kadar, reddedemeyeceği ya da hayal etmeyi reddettiği şeyler kadar, kucakladığı şeyler tarafından da meydana geliyorsa, kendi bilgi sınırlarının ötesindeki karşılaşmalar (yani kınanmış Diğer ile hesaplaşmalar); kişisel hayal ürünlerinin karmaşık hale gelmesi ve insanlığımızın derinleşmesi adına önem taşımaktadır. Michel Foucault (1980), baskın Batılı modelleri eleştirdikleri için, kültürel açıdan bastırılan ifadelerle ilgili çalışmalarıyla ünlüdür. Hükümetin benimsediği fikirleri tehlikeye sokan herhangi bir bilginin kuruması, tıpkı insanın kendi narsistik dengesini tehlikeye sokan düşünceleri reddetmesi durumunu andırır. Tabii ki, (narsisizm hakkında farklı bir düşünce yolu olan) gücün gereksinimleri ne düşünebileceğini, ne bilinebileceğini, ne hayal edilebileceğini ve ne hissedilebileceğini belirler. Dolayısıyla, güç, toplumu uzlaştırıcı biçimleriyle; tutku, düşünce ve dil adına değişkenleri, kimin sesinin çıkacağına ve neyin önemli olduğunu belirler (Cushman, 1995). Psikanalizde cinsiyetin, ırkın, cinselliğin, ekonominin ve milliyetçiliğin temel görevine dair yansıtma eksikliği bulunmasına rağmen, insan içine doğduğu toplumda var olan güç odakları tarafından koşullandırılmıştır. Aslında, insan ruhu, baskın bilgi kuramlarının gerekliliklerine göre temelde politiktir, tutarsızdır ve sipariş edilmiştir. Günümüz Batı hayatında, Şirket, insan tutkusunu ve kendi sonuna dair farkındalığı şekillendirirken , 'bizim rızamızı üretir' (Lippman, 1922; Herman ve Chomsky, 1988) ve giderek artan bir biçimde bize mali destek sağlar. Buna rağmen bu gerçek, klinik ve psikoloji ötesindeki kuramlarımızın çoğunun gözünden kaçmıştır ve danışanlarımızla olan duygudaşlığa ya da yoruma dair çalışmalarımıza ender olarak girmiştir. Tabii ki işimiz tüketim toplumunda - ki biz burada nefes alıyoruz - gelişmektedir. Bu durum da, bu gerçeğin önemini muhtemelen inkâr etmemizi açıklar.
Gücün zaruretlerini tatmin etmeyen, kültürel düşünceden ve ifadeden çıkarılmış olan durumlar, açık ve net biçimde ifade edilmediği oranda, insana şeytan gibi gösterilmemiştir, görülmediği oranda kabul görmüştür. Ölümün toplumsal eşitsizliği hakkında, Judith Butler (2003) şu soruları sorar; "Kim insan olarak kabul görür? Kimin hayatları, hayat olarak önem taşır? Ve son olarak, kimin hayatına ağlanacaktır?' (sayfa 10). Belli başlı bazı mezarların altını çizerek, bir yandan kendi işaretlemesi yoluyla Diğerini üreten ve ilginç hale getiren basın, özgür düşüncenin zorluklarından bizi kurtarır. Butler der ki;
Amerika Birleşik Devletlerinin sebep olduğu savaştaki şehitler için ölüm ilanı yoktur ve olamaz da. Eğer bir ölüm ilanı olacak olsaydı, ortada bir hayat; fark edilmeye değecek, değer verilmeye ve korunmaya değecek, tanınmayı hak edecek bir hayat olması gerekirdi. Bence burada, tekrar tekrar, kendimize ölüm ilanlarının, nasıl da yasın toplumsal olarak ifade edildiği bir araç olarak işe yaradığını sorgulamamız ve ölüm ilanını ulus oluşturma hareketi olarak görmemiz gerekir. 11 Eylül'de yok olmuş olan muammalı hayatların, ölüm ilanlarına yerleşmiş ulusal kimlik fikri, toplumsal olarak kabul görmemiştir. Ama AİDS'ten kaynaklanan ölümlerin ne kadar azının toplumca yas tutulduğu ve basında, Afrika'da şu anda yaşanan, toplu katliamların hiç yer almadığını ve bunlara yas tutulmadığı düşünüldüğünde, bu durum bizi hiç şaşırtmamalı. (Butler, 2003, 18)
Garsonlara, kamyon şoförlerine, göçmen işçilere ve kömür madencilerine dair vaka sunumlarını ender duymamız beni rahatsız ediyor. Bana öyle geliyor ki, çoğunlukla beyaz - orta ve üst sınıflar - için çalışıyoruz ve ender olarak bu ittifakı bozuyoruz. 'Uygulamada' olan; kliniklerde, köyde ya da çalışan sınıfla ya da fakirlerle çalışanlar, çoğunlukla, resmi klinik teorinin ifadesinde söz sahibi değillerdir. Tartışmasız olarak, kliniklerde ve devlet kurumlarında çalışan meslektaşlarımızın genellikle bir araya geldiğimiz konferanslara katılmak için maddi güçleri yetmemektedir. Onların bizim masamızda yerleri yoktur, bizim de, elit olarak algılandığımız ve bakış açımızın halka yakın amaçlarını yeterince ifade edememiş olduğumuzdan dolayı, onların masasında yerimiz yoktur. Kendi çevrelerinde çalışan bu klinik tedavi uzmanları kültürümüzün gizli öznellikleriyle bağlantı içindedir, Amerikan hayatındaki kökten tutarsız adalet dağılımlarının tanıkları olarak vazife görürler. Bilincimize ender olarak giren, dergilerimizde, konferanslarımızda, kuramlarımızda ve uygulamalarımızda fazlaca yer almayan bu öznellikler, gizli - yenilmiş bilgiler olarak üzülerek söylüyorum ki, heybetli mesleki bilgimizin dışında kalır. Bu durum halka yakın bilgi ile resmi psikodinamik kuram arasındaki ayrımı şiddetlendirir ve toplumsal çalışmanın toplumsal adalet kolu ile psikanalitik uygulamanın terapötik görevi arasındaki ayrımı körükler. Aiello (2002, 4), mühim bir biçimde, danışanlar ve çevrelerinde çalışan terapistler için 'sembolik kayıtlarda temsil edilme' eksikliğinden bahseder. Solomon (2006) genellikle halktan gelen ve toplumsal çalışmalardan kaynaklanan bu yer altı söylemlerini 'suçlu bilgi' olarak adlandırır. Burada amacı profesyonelleşmekten uzak duran kuramlaşmayı ve resmi kuramın onaylayan etiketini yansıtmaktır.
İnsana dair trajediler ve mükemmellikler ile yakın temasımızda, daha geniş politik dünyaya ait eleştirel, muhalif ve hevesli bir duyarlılık içinde denge kurmaya alıştık. Uygulamacıların bireylerin öznelliğine bulanması insanın günlük hayatına dair merak uyandıran, kışkırtıcı ve deneyim sahibi bir bakış açısını mümkün kılar. Fakat insanlarda acıya yol açan en yakın kaynakların (örn. ebeveyn hataları ve çekirdek aile) ötesine bakma konusundaki inatçılığımız (ki çoğu zaman terapötik tasarımı sınırlandıran kuramlara tapınmamızdan meydana gelir) en sonunda toplumsal adalete katılımımızı engeller. Mesleki geçerliliğe yapışıp kalmamız, piyasada ayaklarımızın üzerinde durabilmeye dair uğraşılarımız bizi ahlaki açıdan şüpheli yönlere iter, daha karşıt ya da muhalif bir duyarlılık geliştirmek için gereken özgürlüğümüzü bastırır. Butler (2003, 21) sorar; "Eleştirinin bir demokratik değer olduğu gerçeğine ne oldu?" Emin olmak için, 'başarısız olma korkumuz' (Ehrenreich, 1989) terapötik süreçte ne düşünebileceğini, hissedilebileceğini ya da ifade edilebileceğini aynı zamanda içinde çalışacağımız sistemlerle olan ilişkilerimizi belirler ve kısıtlar.
Uygulamaya dair edim bilimiyle uğraşımızı da içeren ehlileşmemiz, yaratıcı özgürlüğün ciddi bir biçimde kaybına neden olmuştur. (Sosyoloji, politik kuram, antropoloji vb.) Diğer sosyal bilimlerin ifadeleriyle bağımızı azaltarak tehlikeli bir biçimde dar görüşlü olmayı göze alıyoruz ve hemencecik daha toplumsal ve daha eleştirel olabilecek bir psikanaliz hayalini engelliyoruz. Yorumsal alanı çocukluk, çekirdek aile döngüsü ve karşı aktarımla sınırlandırarak, insanı biçimlendirmede sosyopolitik tarihin ve insanı iyileştirmede ise politik uygulamanın önemine, yetersiz bir biçimde uyum göstermekteyiz. Kişiyi özgür kılan bir uygulama olarak psikoterapi; danışanda kültürel muhalefet yapacak dirayeti kazanmasına yardımcı olarak, duygusal açıdan teselli ya da politik açıdan rıza gösterme sınırlarının ötesine taşabilir (Marcuse, 1955). Muhakkak ki, psikanalizde onarımın etkisi çok iyi bir biçimde kuramlaştırılmıştır ve makul olarak, yasın yol açtığı merhamet klinik projeyi sosyopolitik görüşlere bağlar. Samuels (2004, 821)politik hareketin, kendi başına 'kişiyi iyileştirici' bir yanı olduğunu ifade eder.
Kendi evimizi temizlemeliyiz, bakış açımıza ve sınırlarımıza dair önyargılarımızı kabul etmeliyiz, kuramlarımızda tarih, uygulamalarımızda eleştiri ve ahlaki değerlerimizde politik direnç yer alacak biçimde kuramlarımızı, uygulamalarımızı ve ahlaki değerlerimizi yenilemeliyiz. Birlikte çalıştığımız sınıflandırmalar genelde toplumsal, tarihi, politik kültürel bilgilere dayalıdır, bize bireysel ve toplumsal çıkarlarımızdan birer parça ortaya koyar. Kafamız 'olayların nasıl olduğuyla' karışık bir biçimde, yapılarımıza saf doğruluğu bahşedersek ve konuşma biçimimiz tarafsız hale gelirse, boyun eğen bir kültür haline döneriz ve böylece düşünce yerini uyuma bırakır. İnsan duyguları ile ilişkisel hayatla ilgilenen fakat insanların canını acıtan hükümet politikalarıyla savaşmak için çok az çaba harcayan bir mesleğin riyakârlılığının farkına varan Boticelli (2004) politikayla daha fazla ilgilenen, dünyada bir fark yaratma becerisine güvenen, kendisini kanıtlama ihtiyacına ve karşı çıkması gereken var olan düzene uyum gösterme ihtiyacına daha az gerek duyan bir psikanaliz önerir.
Evimizi temizlemek; her şeyden önce, muhtemelen psikanalitik ifadenin gücüne dair toplu karşı aktarımımızı, onun klinik ve kavramsal hırsına dair çekiciliği incelemek demektir. Psikanaliz insana dair köktenci, sarsıcı ve inanılmaz derecede güzel bir bakış açısına tercüman olur. Fakat psikanaliz insan deneyimi ve onun hoşnutsuzlukları hakkındaki tek düşünme ve konuşma biçimidir, kişisel kefarete giden yalnızca bir yoldur. Belki de muhalefet etme yeteneğimiz, ona âşık olmayı reddetmemizden kaynaklanır.