“Bir aaati olan bir adam zamanı bilebilirken, 2 saati olan bir adam hiç bir zaman zamandan emin olamaz.”
Kalp atışları
Tik tak tik tak.. Saatinizin sesi. Geri kaldığında hayatın da kaydığı, ya da takıntılı insanların saniye salise doğru olmasını arzuladıkları alet. Gerçek saniye nasıl oluştu?
Winkler şöyle diyor; “ 50 yıl önce okula giderken arkadaşlarla saniyenin 1/10unun günden güne farkını ölçerdik. O zamanlar herkese saçma gelmişti ama şimdi saniyenin, salisenin önemli olduğu çok alan çıktı. Bir gelişme olduğunda mutlaka kullanacak bir yer buluyor insanoğlu”
Aşırı dakiklik çok tanıdık. İçimizde veya başka birinin içinde ama yakınımızda. Bugünkü teknolojiyi yaratırken nanosaniye basamağına inecek kadar ilerleme kaydettik. “Hız Teknolojik Inkılabın insanoğluna bahşettiği bir vecd hali gibi” diyor ünlü yazar Milan Kundera. “Aynı anda hem bir özgürlük hem bir esaret hali”.
Moleküler fizikçiler saniyeyi durdurup onu genişletip keşifler yapabiliyorlar, ama gerçek hayatta olaylar saniyenin binde bir hızında gerçekleştiğinden gözlerimiz ve zihnimiz geçmişi gelecekten ayırt edemiyor.
Salisede bir kurşun kafatasına girip çıkacak zaman bulabilir, bir taş durgun suya düştüğünde beklenmeyecek şekilde geometrik dizilmiş su damlalarını havada dansettirebilir. Ama nanosaniyede su tanecikleri ve kurşunlar bile hareketsizler.
Yine de çoğumuz dakiklik için çıldırıyoruz. Nanosecond, RightTime, ClockWork, TimeSync gibi siteler isteğimiz üzerine telefon hattımız üzerinden bilgisayarımızın saatini ayarlayabiliyorlar.
Nanosaniye dünya için önemli; Uydu pozisyon ayarlamalarında bir nanosaniye 1 foot(ışığın bir saniyede katettiği yol) hataya sebep oluyor. Zamanın yönetiminin ABD Savunma Bakanlığına bağlı olması elbette tesadüf değildir.
18.yy da yüzölçümü üzerinde araştırma ve geliştirmeler öndeyken ve 19 yyda uzaklık kavramı üzerine çalışıldığından, zamanın parçalara ayrılması ancak 20. yya kaldı.
En kötü ihtimalle başımıza gelecek gün (zaman) sapması Dünyanın Güneşe uzaklığının bir saç teli kalınlığından daha az olmasına rağmen (yani 1 milyon yılda 1 saniye), bilimadamları bunun çok önemli olduğunu vurguluyorlar.
Liliputyanların Güliver’in saatini gördüklerinde süper bir makine diyerek hemen ona hemen Tanrıymış gibi tapmaya başlamaları artık çok da gülünç gelmiyor herhalde. Bir süre sonra kimse saate danışmadan birşey yapamaz oldu. Hayatın her hareketi ona göre belirlendi. Bir baktık ki işte hepimiz birer küçük Gülivercik olmuşuz.
Belirsizlik Prensibini bir kenara bırakalım. Dünyanın kendi eksenindeki dönüşü her yıl saniyeden de küçük bir zaman dilimi kadar yavaşlıyor. Yani zamana bağlı yaşamamıza rağmen, zamanda dünyanın yavaşlaması gibi anormallikler var. Zamanı parçalara bölen biz olduğumuza göre, onun eksik ve fazlalıklarına bir çare bulacak olanlar da bizleriz. İşte dünyanın her yıl yavaşlamasının oluşturduğu nanosaniyeler, yıllarca birikip saniyeyi oluşturduklarında yılbaşında 31 Aralık 1 Ocak ‘a bağlanırlen şunu görürüz.
11:59:58 ........ 11:59:59 ........... !! 11:59:60!! ..........12:00:00
Hiç milisaniye farkıyla uçak kaçırdınız mı? der Winkler: “Ben 5 saniye ile kaçırmıştım.”
Psikolologlar ve havaalanı yöneticileri bazı insanların havaalanına erkenden geldiklerini söylüyorlar, böylece acele etmeye gerek kalmaz ve zaman öldürmek için bolca fırsat bulurlar. Bazıları ise zamanından önce alana vardıklarında mutlu olamayanlar ki kapıya son 15 metreyi koşabilsinler, koridorları hızla aşsınlar, uçak kapısında bekleyen görevliye koşarken çıkardıkları uçuş kartlarını yine koşarken uzatıp, uçaktaki koltuklarına son anda otursunlar; böylece tek bir an bile boşa harcanmamış olur. Psikolog ve doktorların “acelecilik hastaları” olarak tabir ettikleri bu insanlar geç kalmakla flört ederken belki de aslında dışarıdan sakin görünen, erkencilik takıntısı olan grup acelecilik hastalığından daha çok muzdarip olmaktadırlar.
İlk grup erken vararak bütün uçak kaçırma risklerini minimize etmeyi seçiyor ve bekleme odasının keyfini çıkarıyor, diğer taraftan ikinci grup ise boşa harcanan zamanı minimize ederek yaşıyor. Zaman geçtikçe de kan basıncı yükseliyor.
Acelemiz var. Havaalanlarından başka daha bir çok yerde telaş içindeyiz. Etrafta da bize yardımcı olacak ve -bir-dakika-bile-kaybetmeyin- felsefesini yaşatacak birçok uyarıcı var. Mesela asansörlerdeki kapı-kapama düğmeleri. Hayatımızdan çıkarıp atamayacağımız o sonsuz gözüken 10 saniye için bir düğmeye basmak. Hızlı arama tuşları.. Hızlı aranacak numaraları programlayıp telefonun hafızasına girmekle ileriye yatırım yapıp, her arayışta ödülümüzü 1/10 saniye içine sığdırmak..uzaktan kumandalar..
Boş zaman için bir kavram var artık : (leisure time) serbest zaman. Zamandan tasarruf etmeye çalışıyoruz ki serbest zamanımıza ekleyelim. Ne kitap okumakla, ne TV seyretmekle harcamadığımız bir zihin hali.
Tabi ki dünyanın her yanı bu acelecilik çılgınlığından aynı derecede etkilenmiyor. Sosyologlara göre daha çok Batıda, büyük ihtimalle Amerikada, ve Avrupa ve Asyanın bazı seçkin şehirlerinde yaşayanların yükselen gelir ve eğitim seviyesiyle beraber acele etme duygusu hakim basıyor. Daha yoğun yaşamak istiyoruz ve sonuçlarını merak ediyoruz, belki bir su piresinin biyolojik ikilemiyle yüzleşiyoruz; hava sıcaklığı arttıkça bu pirenin kalbi daha da hızlı atıyor. Bu canlı 46 F derecede 4 ay yaşabiliyor, 82 F derecede ise yalnızca 1 ay.
Theodore Zeldin’e göre teknoloji hızlı bir kalp atışı gibi.. ama kimse teknolojiyle hayatın daha hızlı hareket edeceğini düşünmemişti. Modern ekonomi hayatı bu hale getirdi; Beyazeşya firmaları çabuk ısıtıcı, çabuk soğutucu, şok çözücü gibi eşyalarla katkıda bulundu. Müzik setlerinde hızlı geri-ileri al tuşları yerlerini aldı.Bütün aletlerden biriktiğimiz zamanı kesip biçip kahvaltımıza, uykumuza, arkadaşımızla geçireceğimiz zamana ekler olduk.
Bill Gates bile; yatlarına, evlerine, jetlerine, onca parasına rağmen 5er dakikalık zaman dilimi tanımlarıyla yaşıyor. Telefonu açtığında –“sadece iki dakikam” var diyor. Bir talk show komedyeninin şikayeti şöyle: “-bana gelen şikayet notlarında hep konuyu çok uzattığım yazıyor. Şovu geciktiriyormuşum!” Yüzücüler göğüslerini sırtlarını tıraş ediyorlar; daha hızlı yüzebilmek için... Bütün bunlar insanların seçimi.. Hepsini bizler seçtik ve hala daha seçiyoruz... çabuk kahve, hemen kaynaşmak yakınlaşmak, hızlı tüketim restoranlarındaki daha hızlı servisler.. Politik arenalarda konuşmanın bitmesini beklemeye gerek kalmadan dinleyicinin beğenisi ölçen elektronik oylama aletleri...
Zamanı anlayamazsak, onun kurbanları oluruz gibi bir tablo çıkıyor ortaya.
Endişe ve stress yaşıyoruz. Coupland’in “Microserfs” kitabına göre A tipi insanlar başkalarında olmayan bir grup özellik paylaşıyorlar. Bu hastalığın en temel geçiş yolu ise asansörlerde kapı-kapama düğmesine basmak. Tahmin edildiği gibi sabırsız-A tipi insanlar tarafından yayılır.
Asıl soru şudur: A-tipi insan grubu var mıdır? Bu hastalığın yayıcıları mı A-tipi insanlardır yoksa kurbanları mı? Kalifornya’da birkaç kardialog biraraya gelip bunu araştırdılar ve A-tipi insanlarda ortak görülen bir grup özellikler belirlediler. Friedman ve Rosenman birbiriyle ve kalp kriziyle korelasyon gösteren bir kişilik karakteri kümesi tanımladılar. Aşırı derecede sabırsızlık, tahammülsüzlük, rekabet, agresiflik. Telaşlı bir zaman aceleciliği.
Zamanının çoğunu zamanın kısıtlı oluşuyla mücadele ederek geçiren. “Nasıl daha hızlı hareket edebilirim, nasıl daha kısa sürede daha çok iş yapabilirim?” sorusunda boğulmuş. Hızlı düşünen, hızlı konuşan, hızlı hareket eden. Bunun yanında karşıdakine tahammül edebilmesi için onları da konuşma, düşünce ve hareket olarak hızlandırmaya çalışan. Huzurlu olması için uçaklar zamanında kalkıp inmeli, herşey dakik olmalı. Trafikte giderken önündeki araç onun onaylayacağı hızda gitmeli, restoranlarda, bankalarda sıra beklememeli.
Paul’u tanıyor musunuz? Bu Friedman tarafından ilk “acelecilik hastalığı” tanımlamasıydı. Bir çok iş koluna olanak sağladı; Vücut-zihin seminerleri, spalar, rahatlama üzerine kasetler, cdler, dvdler, yeni spor dalları, iş yönetimi seminerleri, öfke ve stresten kurtulma yöntemleri, hastanelerde gösterilen rahatlama TV kanalları, nefes alma teknikleri.
Fakat Friedman&Rosenman’ın teorilerinin hem yanlış hem doğru noktaları var. Şu açıktır ki bazı kalp hastalıkları akut/kronik stresten meydana gelebilir. Bir elinde laptop, bir elinde hazır çabuk kahvesiyle treni yakalamaya çalışan bir insanın elbette ki kalp atışlarının hızlanması normaldir. Yıllardır da psikolog ve kardiologların A-tipi insan karakteri ile kalp hastalığı arasındaki doğrusal ilişkiyi kanıtlayabildiği yoktur. Zaten Friedman ve Rosenman’ın yaptıkları deneyin de katılımcı sayısı, katılımcı seçimi, deney-kontrol grubu farklılıkları ve neden-sonuç ilişkisi konularında birçok tartışılır yanı vardır.
Bazı araştırmacılar A-tipi insanların kan basınçlarının daha düşük olduğunu, bazıları A-tipi insanların gün içinde daha çok (daydream) hayallere daldıklarını, bazıları ise A-tipi insan özelliğinin herhangi bir hayvana sahip olmama ile ilişkili olduğunu iddia etmişlerdir. Yine de bu özellik A-tipi insan özelliğidir denebilecek kesinlikte bir sonuca ulaşılamamıştır. Sonuca ulaşmak için bu kadar çok denemek, yani başarıyı mutlak kılma isteği, bilimde anlamsızdır.
A-tipi insanın zıttı olarak B-tipi insan tanımları da yapılmaya çalışılmıştır. Bu durumda B-tipleri yavaş arabalarının şöför koltuklarındalardır, strese maruz değillerdir ve kısaca yavaştırlar. C-tipi insan ise çok genel anlamıyla; isteksiz; hiç rekabet ruhu olmayanlardır.
Bütün muğlak tanımlara rağmen; biz A-tiplerini görünce anlayabiliyoruz: Onlar hızlı yürürler, hızlı yemek yerler. Rahatlamak konusunda suçluluk hissederler. Aynı anda birçok iş yapmaya çalışırlar, tıraş olurlar, haberleri dinlerler ve TV seyrederler. Ve en sık olarak; kapıyı-kapa tuşuna hep onlar basarlar.
Asansörler düşündüğümüzden çok daha ayrıntılı ve önemli olabilirler. Otis Asansör Şirketi her 9 günde bir dünya nüfusunun yarısı kadar insanı yukarı çıkarıp indirdiklerini rapor etmiştir. Mega gökdelenlerin varoluşları da yine asansörlere bağımlı olarak gecikmiştir. 1990lardaki asansör teknolojisinin az gelişmişliğinden dolayı 200 hatta 500 katlı gökdelenlerde iç ulaşım problem olmuştur. Çok uzun bekleme süreleri hiçbir zaman onaylanmadığından basit bir asansör kafi olmayacaktır.
Bazen mimarlar çeşitli asansörleme modelleriyle binayı donatma yoluna gittiler. Belli bir kata kadar tek asansörle çıkılabilen, daha sonradansa tek veya çift sayı katlara çıkacak asansörleri birbirinden ayırdılar. Böylece insan doluluğu ve bekleme süreleri kısaltılmaya çalışılmıştır. Gelişen bilgisayar teknolojisinin harikası “çip”ler sayesinde ise her sabah 8.49da 5. kattan 12. kata asansör çağırıldığı kaydedilmiş ve böylece her sabah o saatte 12. katta asansör hazır edilmiştir. Ayrıca ağırlık sensorlu asansörler zaten dolu olduğunu bildikleri durumlarda diğer katlarda durdurmadan pas geçtirip bekleme süresini kısaltabilmişlerdir. Ve tabiki asansörlerin çıkış iniş hızları uçaklarınkiyle boy ölçüşecek dereceye gelmiştir ki bu da kullanıcılarını gerektiğinde memnun etmenin yanında diğer taraftan da epeyce korkutmaktadır. Korkutmakla bitmemekte, ayrıca insandan biyolojik olarak imkansızı beklemektedir. Anlık basınç farkından dolayı biyolojik olarak iç kulak basıncıyla dış basıncı dengeleyemediğimizden kulak zarımız patlayabilir. Hatta bir asansör firması kulak zarı patlayan bir kullanıcısının şikayetinden dolayı mahkeme kararıyla hızını azaltmak durumunda bile kalmıştır; Acelecilik hastalığının yan etkilerinden biri de kulak zarınızdan yoksun kalmaktır.
Elbette değerli zamanı kurtarmak için insanın biyolojik sınırları engel tanımayacaktır. Asansör danışmanı Lerch şöyle bir alternatifle gelmiş: Gökyüzü lobisi. Basınç farkını ayarlayıp insan biyolojisine uydurabilecek, ayrıca uzun iniş çıkış yolculuklarında görüntüsel ekranlarla misafirleri oyalayacak. : Tam A-tipi insanlara göre
Asansörler insanlar sabırsızlıkla pençeleştikleri sürece gelişmek durumundalar. Normalde iyi bir bekleme zamanı 15 saniye civarlarındadır. 40 saniyeye yükselip bu süreyi aştığında bekleyenlerde memnuniyetsizlik ve sinirlilik durumu başgösteriyor, çünkü bu süre boyunca üretici olmadıklarını düşünüyorlar. Asansöre bindikten sonra kapının kapanma süresi ise 2-4 saniye arasında değişmektedir.. Uzun bir süre..Sadece Amerikalılar için değil, Asyanın büyük şehirlerinde de en çabuk aşınan düğme kapı-kapama düğmesi. Bir Japon firması akıllı bir sistemle çok asansörlü binalarda hangi asansör o kata yakınsa onun gönderildiğini gösteren bir geliştirmiştir ve günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Gelecek olan asansörün tepesinde bir ışık yanar, böylece hem “psikolojik bekleme süresi” kısalmış olur, hem de yolcular asansöre binmek için adımlarını ayarlayabilirler ve böylece biniş süresi kısaltılabilir.
Bunun yanında Pavlov’un köpeğinin negatif güçlendirilmesi(pekiştirilmesi) gibi istisnai tercihler de olabilir. En sık kullanılanlardan kapı-kapa düğmesi genellikle bina yöneticileri tarafından tercih edilmemekte; kopan kollar, bacaklar ve açılacak davaları önlemek için. Şu da ilginçtir ki; asansör çağırma düğmesi aktive edilmiş olsa dahi düğmeye basıyorsanız, asansörün daha hızlı hareket etmesini mi bekliyorsunuz? Sık basılan düğmeler asansörün hızını değiştirmez, ama akıllı asansörlerde o kata öncelik verilmesini sağlayabilir. Fakat A-tipi insanlar hemen sevinmesinler; çünkü mühendisler “insanın koşullanan doğasını daha da güçlendirmemek için” bu opsiyonu üretilen makinalarda kullanmamışlardır. (mühendislik-sosyal bilimler birlikteliği adına etkileyici)
Saate bakıyoruz, bu bir alışkanlık. Bilgi işlem alanında iki önemli araç var; beyin ve kolsaati. Beynimiz malesef zamanı pek de iyi takip edemiyor. Subjektiflikten kurtulamıyor. Bu noktada saatler yardıma yetişiyor.
Saat deyip de geçmemek lazım. Mikroçiplerin yaygınlaştığı günden beri, öyle küçüldü öyle inceldi ki saatler, bununla da kalmayıp birer not alma, hatırlatma, telefon rehberi, hava durumu tahmin etme araçlarına da dönüştüler. Bir de kızılötesi opsiyonlarıyla bilgisayarınızla işbirliği içinde internet sitelerinden güncellenerek tam doğru zamanı tutturabildiler, sıçrayan yıllara rağmen. Hata cep telefonları çıkmadan önce kol saatlerinden FM radyo dalgaları aracılığıyla görüşme yapma fikri atılmış ve pilot bir şehirde uygulanmaya çalışılmıştı. Malesef bu fikir çok geniş bir alana hizmet verebilen cep telefonu baz istasyonlarıyla yarışamadı çünkü FM dalgalarıyla görüşme yapılması için her 3-4 blok başına bir anten dikmek gerekiyordu.
Saatler çoğunlukla dakiklik, kesinlik takıntısı olan kullanıcılar tarafından günlük hayatın vazgeçilmez bir objesi haline getirildiler. Aslında saatin kesinliği ve doğruluğu ancak ve ancak çevredeki diğer aktivite ve olaylara bağlı olduğu sürece önemli. Modern ekonominin bizi getirdiği yer saatleri hayatımızda önemli kılıyor, çünkü organizasyon yapmak, sosyalleşmek, finansal konular, alış-satışlarda hangi dakikayı yaşadığımız çok kritik. İlk makineler saatlerdi diyor Karl Marx Engels’e. Ve bu makinelerin gelişmesiyle modern ekonomi doğmaya fırsat buldu, insanları insanlıktan çıkarıp, makinelerin köleleri haline getirdi. Hem de makinelerin çalışma mekanizmaları biz insanlarınkinden çok daha basit olduğu halde. Tamamen Marxist bir bakış açısıyla, söylenenler pek de yanlış sayılmaz.
Tarihe baktığımızda bazı uygarlıkların zamanı bir otorite kurma aracı olarak kullandığını görürüz. Örneğin eski Çin, kendi takvimini yarattı ve zamanın kontrolünü hanedanlıkta tuttu. Halkının ceplerine, kollarına saatler taktırmadı. Tam tersi olarak ise batı saatleri olabildiğince yaygınlaştırıp uluslararası bir sistem üzerine modern ekonomiyi inşa etti. Saatler aslında ekonominin temelinde olmasına karşın batılılarca moda yaratmada da kullanıldı. Ünlü saat şirketleri, Swiss gibi, saatleri değerli taşlarla, pırlantalarla işlediler. Aslında 5 dolara alınabilecek Quartz marka bir saat çok daha uzun yıllar hatasız çalışabilecekken değerli saatleri tercih eden bir kesim hep var oldu. 20. yy başlarında cep saatleri çok popülerken (kimin elleriyle cebine sokup saatine bakmaktan daha iyi yapacak bir işi olabilir ki mantığıyla), saat kadranına deri bir kayış geçirerek bileğine takmak cep saatleri modası geçtikten sonra tekrar popülerlik kazandı.
Saate daha dikkatlice bakarsak görürüz ki aslında saatin hareket hızı, zamanın akışı tamamen bizim psikolojik modumuzla alakalıdır. Zaman çoğunlukla olduğundan daha yavaş ya da daha hızlı akar. Yaşa, kültüre ve o günkü olaylara bağımlıdır. Kendi zamanımızın epeyce öznel olduğunu keşfettiğimizde anlarız ki saatler bize gerçek zamanı gösterir. Peki gerçek nedir? Öyle anlaşılıyor ki gerçek ; bizim diğer insanlarla ortak paylaşım alanımızdır.
Eski Greenwich İngiltere’de zamanı bilmek denizdeyken nerede olduğunu bilmek demekti. Daha sonra telgraf ve telefon antenleri donattı her tarafı, arkasından da kablosuz radyo frekansları. Hemen hemen en başından beri “zaman” demek, “senkronizasyon” demek. Bir çok yerel zamanı barındıran Amerika’da standart zaman demiryolları vasıtasıyla tanıştı. Bu da ancak 1. Dünya Savaşı sonlarıydı. Demiryolu taşımacılığı dakikliği gerektirdiğinden, bunun en kolay yolu demiryolunun dolaştığı yerlerdeki zamanı standardize etmekti. Sonuç olarak zamanın bir çerçeveye sokuluyor olması, şehircilerle köylüleri ayırdı. Enerji tasarrufu sağlamak için kullanılan yaz/kış saati uygulaması ise zamanı doğal şartlarında yaşamaktan alıkoydu, makineleştirdi, yapaylaştırdı. Eski çağlarda yaşamış olan Plautus şöyle demiş ; “ Saatleri birbirinden ayırıp Tanrı’nın işine karışan ilk adam lanetlenmiştir. Güneşe göre benim günlerimi kırpıp sabote eden ve küçük küçük parçacıklara ayıranları da Tanrı lanetlemiştir.”
Daha önceden Henry David Thoreau’nun da dikkatini çeken bir olay, senkronizasyonun hızı da beraberinde getirmesidir. Senkronizasyon sağlandığından beri insanlar daha hızlı düşünüp, daha hızlı konuşup, daha hızlı üretmektedirler. Zamanın standartlaştırılmasıyla başlayan gelişmeler dizisi en başta yerel halkın sempatisini kazanmış olmasa da, zamanı doğru bildirmek yerel mücevheratcılar için bile bir prestij göstergesi olmuştu. Standart zamanı vitrinlerinde simgelemek onlar için müşteri çekmeye birebirdi. Telgraf ile başlayan zamanın haberleşilmesi durumu telefonlara taşındı. Artık operatöre bağlanarak telefon olan heryerden saatin kaç olduğu öğrenilebilirdi. İnsanlar bu duruma öyle güzel ayak uydurmuşlardı ki, operatörleri ismen tanır olmuşlardı. Daha çok şehirlerden gelen bu telefonlar artık sadece zamanı değil, bir çok bilgiye ulaşmak için de kullanılmıştır; hava durumu, seçim sonuçları, spor skorları... Bu uygulama çok fazla operatörün zamanına mal olduğu için 1918de durdurulmak durumda kaldı; Chicago’da yapılan telefon görüşmelerinin %10unu sadece bilgilenmek için operatör arayanlar oluşturuyordu. Her gün Amerika’ya bilgi sağlamaya çalışan milyonlarca operatör gösterdi ki; Zamanı bilmek lüks olmaktan çıkmış, bir gereklilik haline gelmişti. Bugünün telefonunu, dünün meydan saatinin yerine geçti, artık telefona ulaşıp zamanı sorabilmek, bir bardak su istemek gibi.
Bunu farkedenler bu servisi paralı yapmaya karar verdiler, böylece arama başına 5 cent’e hizmet veren “Zaman Büroları” açıldı. NY’da servis açıldığı ilk gün 10,246 nikel kazandırdı.
Yeni Hızlandırıcılar
Sadece zamanı bilmek bile hız kültürünü oldukça zenginleştirdi. Fakat tabii başka hızlandırıcılar da var; Amfetaminler. Sinir sistemini uyararak, kalp atışlarını hızlandıran, konuşma hızını tetikleyen , insanı yerinde durdurmayan heyecan ve enerjiklik hissi yaratan madde. Bazen arabalar için bile metaamfisteminik ifadesini kullandıran, narkotiklerin ise “telaş, saldırı” metaforlarıyla anlattıkları madde. Ve 1990ların en son kabul edilmiş mod-kaldırıcı maddesi; kafein. Sadece kahveyle değil, daha birçok içeçekle beraber vücutlarımızı ziyaret eden, Coca Cola ve Pepsi gibi firmalarla da bizi kendine bağlayan kafeinden bahsediyoruz. Kafeinli portakal suyu bile üretilip, pazarlama teknikleri sayesinde çokça satıldıktan sonra, Starbucks’larda 5er 10ar dakika geçirmeden yaşamak elbette ki çok zor.
1872 yılında bir sirkteki atların koşarken hangi ayaklarını sırayla kaldırıp indirdiklerini ancak kameralarla zamanı durdurmayı başardığımızda öğrenebildik. Hareketler insan gözü için fazla hızlıydı. Kameraların hayatımıza girişiyle beraber kaçırdığımız diğer bütün detayların peşine koyulduk. Ne kadar da az biliyormuşuz, görüyormuşuz! Bu yüzden fotoğrafçılık sadece görsel kayıt saklamak veya artistik ifadeler dile getirmek için değil, hızlı çekimde ilerleyen dünyayı zaman zaman dondurmak için de araç oldu. Artistler sadece zamanı dondurup bir görüntü vermekle kalmadılar, bunun tam tersi olarak görüntüleri ardarda dizerek gerçek taklitleri de oluşturabildiler. Gelecekçi Ressamların 1912 yılında yayınladıkları manifestolarında da belirttikleri gibi; “Hareket eden nesneler insan gözünün retinasında çoğalırlar ve çoğalırlar.” Yani koşan bir atın dört değil, yirmi ayağı varmış gibi görülür. Massachusetts Institute of Technology’den Harold Edgerton da basitliğe aşık olanlardan; yaptığı çalışmalarda bir süt tanesinin masaya düşüşü ve çarpmayla beraber kırılan yüzey gerilimiyle oluşan iki düzine kadar süt damlası oldukça etkileyicidir.
Bütün bu zamanı yavaşlatma ve dondurma girişimleri ironik biçimde insanın makinelerinin hızına hız kattı. Concordlar Paris-New York arası mesafeyi 3 saatte katettiler. Nevada ve Utah çöllerinde yeni çıkan araba modellerinin hız şovları yapılıyor. Dünyanın güzelliği daha da zenginleşti: “hızın güzelliği” ile. Biz hala tenis topunun bütün hareketlerini gözümüzle yakalayamasak da, görmediklerimizden de zevk almayı başarıyoruz.
Sadece hıza hakim olduğumuz bir yerde zamanı durdurabiliriz. Zamana durdurmayaysa ancak hız çağında ihtiyaç duyarız.
Eskiden bütün zamanlar gerçek zamandı, şimdi ise gerçek o kadar bol değil. Birşeyleri gerçek zamandan ayırt etmek gerekiyor. Bir akıl hali, tanımı yapılamıyor. Gerçek zaman bilgisayarlarla başlamış olmasına rağmen (örneğin bankalarda adım adım ve saniye saniye yapılan bütün işlemleri kaydeden makinelerde gerçek zaman kavramı var), bilgisayarlar gerçek zamanı yaratmadı. Bilgisayarlar sahte zamanı yarattılar, alternatif bir zamanı. Sahte dünya kurdular. Şimdi ise bazılarımız her zaman, veya zaman zaman sahte zamanda yaşıoruz.
Gerçek zaman gerçeklikte bulunmak eyleminin yanında günlük hayatta bir hız göstergesi olarak da kullanılıyor. “Real-Time Player”, “Real-Time Radio” radyo istasyonlarıyla birebir bağlantı kurup bize müzik yayını aktaran programlara deniyor. Daha da fazlası, gerçek zamanda karar verme yani çok hızlıca veya çok gecikme olmadan bir karara varma anlamında kullanılıyor. “Garson benim hesabımı getirin lütfen, şimdi!” “Düzenlemeyi anında yapmalıyız, şimdi!” Herşeyi gerçek zamanda istiyoruz, ne istediğimiz çok da farketmiyor. Gerçek zamanda eylemi gerçekleştirebilmek, yetişebilmek, çok çabuk cevap vermek anlamına geliyor; bu yolun sonu da yine iletişime varıyor; hızlı iletişime, 20. yy takıntısına. Televizyonda maçlar “canlı” verilirken, “canlı” aslında çok hızlı bir görüntü transferini kastediyor. Bu aslında gözlerimizin önünden kayıp giden şimdiki zamanı taklit etmekten farklı bir iş değil.
Basketbol sahasında skorun elde edildiği ve hakemin bunu onayladığı saniye içerisinde gerçek-zaman skor tablosunun değişmesi de tamamen biz insanların hız takıntımız yüzünden. Ve kişisel bilgisayarlar, özellikle de internet, bizim hız takıntımızın üzerine mercek koyup güneşe bırakıyor adeta. Gazeteler artık kendi web sitelerinin tirajlarıyla yarışıyorlar, tvde kanal değiştirmek gibi internette gazete okunuyor. Borsa’da çalışan brokerların hızlı iletişim sayesinde müşterilerinin tacizlerinden kurtulmaları ancak tuvalette mümkün, ama bu süre içerisinde de tetikteler; döndüklerinde “sana şimdi sat” demiştimlerle dolu telefon görüşmelerinin onları beklemesinden korkuyorlar. “Düşük al, yüksek sat, şimdi!”
Hız tanrı ve zaman şeytan oldu. Artık bilgisayar yazılımcıları yeni bir ürünü piyasaya sunmak için üzerinde zaman harcayıp mükemmelleştirmeyi beklemiyorlar, onun yerine izleyen haftalar ve aylar içerisinde yama yaparak iyileştirebilecekleri temel bir ürün ve çok sayıda yeni versiyonunu piyasaya sürüyorlar.
Şimdiki zamana yetişmek mi amacımız? Domino’s Pizza 30 dakikada evinizi sıcak pizzalarla donatabilir, CitiBank’tan 15 dakikada mortgage kredisi alabilirsiniz. Kargo gönderirken artık sadece gönderinizin boyutuna ve ağırlığına değil, hızına da para yatırıyorsunuz. Normal posta servisi ve hızlı kargo servisleri arasında muazzam fark var. Bütün gelişmeler bizi mutlu mu ediyor, yoksa stres mi getiriyor? Eski boş vakitlerle dolu işgünlerini seven yöneticiler için tablo nasıl görünüyor acaba?
47 yaşındaki yumurta tüccarı Hudson, tatilini New Mexico’da geçiren alıcısı tarafından öğlen saatlerinde arandı. Zaten nereden arandığının hiç önemi yok. Hemen ardından Amsterdam’da olduğunu zannettiği arkadaşından e-mail aldı. Saat geç olmasına rağmen bilgisayarına kapat komutunu veremiyor, bekleyen işler var. Bütün yazışma işleriyle masasının başında uğraşan Hudson’ın 15 yıllık aynı odada bulunan karısının o an ne yaptığı, yalnız mı hissettiği konusunda hiçbir fikri yok. Odaya yavaşça kedicik girdi ve Hudson’ın kucağına oturdu, Hudson farkında bile değildi. Las Vegastan New Mexico’ya uçmuş, alıcısının ofisine gidip tanışmıştı ilk işini bağlamak için. Şu an ise çoğunu hiç görmediği, bazılarını nadiren gördüğü birçok alıcısı var. Son alıcısıyla yeni çıkan bir faks cihazı denediler, faksın biiipp sesi bitmeden gönderi karşı tarafa iletilmişti bile. E-maille gönderebildiğinde çok çok daha hızlı tabi.
İletişim için çıldırıyoruz. Artık n sayılı bir insan grubunda, olası telefon görüşmeleri, yemek-parti organizasyonları ve cinsel yolla hastalık bulaşması kombinatoral biçimde artıyor (geometrik artıştan daha hızlı). Çoğu insan deneyimi insanların birbirlerine yakınca yaşamasından çıkmıştır. Eskiden telefon rehberini dolduracak sayıda komşumuz vardı belki de, ama şimdi şehir için bir rehber çıkması veya internette telefon veritabanı oluşturulmasından başka çare kalmadı. Her gün daha çok sayıda insan küresellik üzerine yazılar yazıyor, konuşmala hazırlıyor. İletişim bizi hem mutlu hem mutsuz ediyor. Hudson’ın ikilemi de bu yüzden.
Sun Microsystems şirketinin yaptığı bir araştırmada şöyle ilginç bulgular elde edilmiş; “Eğer işe gidip bilgisayarımı açtığımda her gün 70 email ve 50 sesli mesajla karşılaşsaydım, bunu sürdüremezdim.” Fakat görülmüş ki, her insan e-mail kutusuna gelen gereksiz çokça sayıdaki iletiden şikayetçi, ama gereksiz ileti sayısı şikayetlerin şiddetini hiç mi hiç etkilemiyor. “uff, her gün 10 gereksiz ileti alıyorum” veya “Gereksiz can sıkıcı iletiler geliyor her gün, 100-150 taneyi buluyorlar” ses tonunda veya vurguda herhangi önemli bir fark yok. Gleick ise bunun sebebini şöyle açıklıyor; İnsan posta kutusunda görmeyi beklediği sayıya göre davranışını ayarlıyor. Eğer 10 tane mail geliyorsa, bunları teker teker okuyup gereksiz olanları siliyor; fakat her gün 100-150 adet mail geliyorsa artık çoğu hiç açılmadan “sil” tuşunca öldürülüyorlar. Sonuçta insanlar her zaman beklediklerinden fazla sayıda ileti ile karşılaştıklarından, bu herkeste bir stres ve sıkıntı oluşturuyor.
Bilgi çağındayız, ama hayatımızı basitleştirmek için bile kurslara ve kitapçıklara ihtiyaç duyuyoruz, ki bu hayatımızı daha da karışık hale getiriyor. Belki teknolojiyle çok içiçe yaşamaktan bunalmışlar vardır aramızda, ama onlar hala plajlarda ve dağlarda bile kapsama alanında olabilecek telefon sağlayıcısını kullanıyorlar. Herkes seksikizlar.com uzantılı adreslerden mail almaktan sıkıldı, veya “:{} izle beni” yazan mesajlarla beraber gonderilen video goruntulerini izleyip izlememek arasında ikilem yaşamaktan. Hz. Isa veya Bill Gates uzerine uretilen e-mail şakalarından da bıktık. Bir e-mail furyası bittiğinde, diğer bir furya başlatılıyor, ve bizler de bunu severek yaygınlaştırıyoruz, kontak listemizdekilere gonderiyoruz. Lutfen bir saniye durun ve itiraf edin: BİZLER E-MAIL KULLANMAYI SEVİYORUZ. Bağlı kalmayı da, iletişim halinde olmayı da. Hem sızlanıp hem de bütün bu mailleri gönderenler bizler olamayız, mazoşist olmadığımızı varsayarsak.
İletişim bize yalnız olmadığımızı hissettiriyor. Portföyünüzü veya arkadaşlık sitesindeki profilinizi kontrol ediyor olabilirsiniz, aslında derinlerde varlığınızı kontrol ediyorsunuzdur. Kaldırımlarda birileriyle beraber olarak yürüyen kişilerin telefonda konuştuklarını nadiren görüyoruz, hep yalnız yürüyenler cep telefonuyla konuşuyor oluyorlar, niye? Yalnızlar, daha doğrusu annesizler. Annesiz bebekler yarattık, radyolarla uyuyan, telsizlerle ağlama sesine yanıt alabilen, odasındaki küçük kamera ile izlendiğini farketmeyen. Yakında uydu aracılığıyla annelerimizle bağlantı kurabildiğimiz cihazlarla dolaşıyor olabiliriz.
Freudçu bir ekonomiste göre walkmanler küçük çocukluktaki ninnilerimizi yaşamamızı sağlıyor. Hep iletişimle büyüdük. Ama yalnızlıkla ancak yetişkin olduğumuzda karşılaştık. Teknolojiye bağımlı kaldık.
Politik konuşmalarda bir yasa taslağı sunulurken halkın veya meclisin oyuna telefon veya oy verme aracı sayesinde başvurulabildiğini, böylece şimdiki zamanda herkesin düşüncelerinin önizleme imkanı yaratıldığından bahsetmiştik. Ya salı gününün modu perşembeden çok farklıysa? Bilgi çağındayız, tek istediğimiz bilgi.
Sizce hız istiyor muyuz? Tvde konuşmaların bazıları hızlandırılıyor, algıyı kuvvetlendirip dikkati başka odaklara dağıtmaya izin vermemek için. Hatta haber editörlerinden biri “böylece daha çok algıdışı mesaj ulaştırabiliyoruz” diyor, “sadece şaka” diyerek ekliyor. Psikoglar bile hala insan algısının sınırlarını bilemiyorlar, ama bir resmin arkasını bulandırırlarsa hayalete benzer, var olduğu sanılan ama tam göremediğimiz şekillerle bizi şaşırtabileceklerinin farkındalar. Hızın limiti bizim beynimizde. Bilişsel teorist Hofstadter’in de dediği gibi; insan algısı 5-10 kat daha hızlı olsaydı, şu anki dünyamızı tanımlamak için bundan tamamen farklı konseptler kullanacaktık.
Aşk zaman alır, sufle tatlısını yapmak da. Ama bu denemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Yeni bir kot pantolonun hatlarımıza göre esneyip daha eski bir görünüme kavuşması, dizlerinin eskiyip moda olan yırtık pantolona dönüşmesi zaman alsa da biz artık eski kot görünümünde yeni kotlar satın alıyoruz. Zamanı hızlandırıyoruz.
Peki ya vücudumuzdaki mekanizma? Teknoloji hastalıkları ; Radyasyon zehirlenmesi ve jetlag. Jetlag bir saat hastalığı. İnsan vucüdü aslında 25 saate yakın bir zaman diliminde bir günü yaşamaya adapte olmuş ise de, 24 saatlik gece-gündüz ilişkisini gayet tabi anlayabiliyor. Uçaklar, trenler arabalarla dünyanın dört bir yanına gidip gelirken vücudumuz eylemlerimiz kadar çabuk adapte olamıyor zamana, bu da jetlag yaratıyor. Vücudumuz zamana karşı koyuyor. Yoksa teknoloji mi vücudumuza karşı? İlaç testleri de zaman alıyor. Hangi ilacın ne gibi etkileri uzun dönemler sonrasında ortaya çıkabiliyor. Amerika’da 1997 yılında kullanımına izin verilen ilaçlar ikiye katlandı. Bazı ağrı kesiciler ise ancak birkaç yıl sonrasında ölüme veya karaciğer rahatsızlıklarına sebebiyet verdikleri gerekçeleriyle yasaklandı.
Müzikte notalar arasındaki “sus”lar azaldı. Bazı gençler çok ritmik parçaları başarıyla çalabiliyorken, “sus” bölümleri beklenmedik ve çok olan parçalarda çuvallayabiliyorlar. Beklemeye tahammülleri yok. Acelecilik hastalığında olduğu gibi.Bazı dinlere göre 7 gün çalışılmazken, iş temposuna ayak uydurabilmek için kargo şirketleri Cuma, Cumartesi, Pazar dinlemeden uçak kaldırıyorlar, çalışıyorlar, durmaksızın.
Doğa aslında kendine göre “sus”ları belli etmiş. Bir şam fıstığını açıp içindeki çok değerli yeşil yemişi tüketmeden önce kabuğunu kırmak gerekiyor, zamandan harcamak gerekiyor. İlaçların vücudumuza etki etmesi için belli bir süre beklemek gerekiyor, çok hızlı etki edebilenler ölüme sebep olabiliyor. İnsan da teknoloji içinde gününü geçirirken gün içinde hayallere dalabiliyor, istemsiz olarak. Internet Explorer a bir adres yazıp tıkladığınızda “şu an sunucuya ulaşılamıyor” yazısını belki de 10 saniye kadar sonra farkediyoruz, ekrana bakıyorsunuz evet ama aklınız başka yerde. Molalar kendilerini araya sokuyorlar ki arada beynimiz kendini yeniliyor. Bu da performansı arttırmak için olmazsa olmazlardan.
Aslında kozmik bir bakış açısından insanların düşünme hızı az çok belirli, bir elmanın ağaçtan düşüş hızı, mevsimlerin geçişi ya da görülebilir ışınların dalgaboyu ile ölçüldüğünde. Bu belirlilik içinde oldukça büyük bir boşluk da var. Mesela yarışlar; atletler her yarış ile beraber dünya tarihine insanın aslında daha hızlı koşabileceğini kanıtlıyorlar. Artık yarışı kimin kazandığı saniyeler değil milisaniyeler ile ölçülüyor. Demek ki sadece bir kişi ile sınırlı kalmıyor bu hızdaki artışımız.
Peki ya düşünürken? Hızlı mı olmak gerek? Çoğu ünlü bilim adamı; Charles Darwin, Einstein gibi, kendilerini yavaş düşünücüler olarak tanımlamışlardır. Eskiden yapılan sınavlarda
öğrenciler için süre limiti yoktu, zekiliğin insanın içinde olan ve süreyle ölçülmeyen bir hal olduğuna inanılıyordu. Önemli olan doğru cevaba varmaktı. Şimdi ise işe alım görüşmelerinde adaylara SAT benzeri sınavlar yapıyorlar ve kısa süre içinde cevaplayabildikleri doğru sayısına göre değerlendiriyorlar. Bir soru sorulduğunda, sınıfta ya da ofiste, ya da evde, bizi strese sokan o görüntü; “hayali parmaklarıyla hayali masayı tıngırdatan gözetmen” imajı hemen aklımızın bir köşesine yerleşiveriyor. Gerçekten hızın zekayla bir bağlantısı var mıdır? Yapılan bazı deneylerde zeki insanların zaten daha kısa sürede cevap verdikleri bulunmuştur fakat bu deneylerin zeka-hız ilişkisini ölçmek için doğru bir düzenek ve analiz kurdukları kuşkuludur.Yale Universitesi’nden Psikolog Robert J. Sternerg’e katılıor yazar; “ Zekilik ne zaman hızlı veya yavaş düşünmek ve hareket etme gerektiğini bilmektedir.”
Ordan şurdan burdan kırptık zamanı. Çamaşır bulaşık makineleri, ütüler.... Yazıcılar: Önceleri daktilo ile dakikada birkaç kelime, sonraysa harcanan fiziksel enerjiyi de azaltan klavyeler. Daha önceden kitabını bitiren bir yazar günlerce el yazısını matbaaya geçirmeye çalışırken, sekreterlik mesleğinin içine bu dalın da alınmasıyla erkek işadamlarının ofislerine giren sekreter kadınlar kültürü de oldukça etkiledi. Herşey hız için.
Telefonlar da tarihte çığır açmıştır. Tek tuş ile hızlı arama fonksiyonunu icat eden telefon firması reklam için günlerce kuyruklar oluşturan Amerikan halkının bir tuşa basarak hızlı arama yapmasına izin vermiştir. Bu telefon da ilk olarak Amerikan başkanının masasında yerini almıştır. 7 tuşa 10 saniye basmak yerine 1 tuşla milisaniye bazında arama da yapılıyor. Pekala şimdi ne olacak? Kazanılan bu zaman nereye gidiyor?
Gerçekten bütün bu zaman nereye gidiyor? İstatistiklere göre 7 saat 18 dakikayı uyumaya ayırıyoruz, tabi inanırsanız. Yapılan araştırmalar çalışma azmiyle yanıp tutuşan işkoliklere benzer şekilde, herkesin giderek uykuya daha az zaman ayırdığını ortaya çıkıyor. Amerikan halkının büyük kısmı uyku sorunları yaşıyor. Hipersomnia, uykusuzluk, bitkinlik, yorgunluk ve genel felç. Ulusal Uyku Derneği’ne göre ortalama uyku süresi geçen yüzyıla göre %20 düşmüş durumda. Bütün bu uyku bozuklukları ve yorgunluk halinin insana ve dünyaya verdiği zararı ise ölçmek neredeyse imkansız. Uykusuzluktan sinirleri gerilen kavga eden çalışanlar, düşen dikkat nedeniyle yapılan trafik kazaları. Kazadan başka trafikteki nice aksaklıklar. Bütün yollar geniş ve hıza müsait şekilde yapılmış olmasına rağmen yorgunluktan dolayı yavaş giden arabalar, bütün trafiğin ölümüne sebep olabilirler.
2 şeritte yanyana aynı hızda yavaş giden araba, 5 şeritli bir yolda bile yoğun trafik yükünü katlayarak artıracaktır. Hatta şehiriçi trafiğinde yaşanan kördüğüm vakasında, birkaç tembel ve yorgun sürücü yüzünden her araba teorik olarak kendini kitler duruma düşecektir. Bu sırada trafikte sıkışıp kalmış mağdurun arabanın içinde oturmaktan keyif almasını bekleyemeyiz, stres ve endişe beyfendi/hanımfendiye kördüğüm süresi boyunca eşlik edecek, hatta varış noktasında bile hemen ayrılmak istemeyecektir.
Peki trafiği de konu dışı bırakırsak, uyumakla ve arabada geçirdiğimiz zaman dışında ne yapıyoruz da zaman geçiyor? Seks ve Kağıtişine ne kadar harcanıyor dersiniz?
Amerikada yapılan anketlerde vatandaşların tek favori aktivitelerinin seks yapmak olduğu ortaya çıkmış. Yemek yemek, spor yapmak, boş boş oturmak gibi diğer zevk alındığı belirtilen aktiviteler geride kalmış. 1994 yılında Şikago Üniversitesinden bir bilimadamı bütün anket sonuçlarına rağmen insanların sekse ayırdıkları zamanın günde 4 dakika olduğunu açıklamış; bu doğru olabilir mi? Yani haftada 1 saat bile etmiyor; tabi bu zaman hesaplanırken seks dışında kalan flirt etmek, öpüşmek, sarılmak, güzellik salonuna gitmek, arkadaşlarla ortak yemek ayarlamaya çalışılarak geçirilen zaman haricindeki bütün seks öncesi aktiviteler muaf tutulmuştur.
Diğer zaman harcadığımız iş ise kağıtişleri; devlet için formları doldurmak, özel şirketler için formları doldurmak, evi sigortalamak için bir deste kağıt okumak, arabanızın kaç tane otomatik camı olacağına karar vermek için işaretlemeniz gereken kutucuklar, verginizi devlete nasıl beyan etmeniz gerektiğini anlatan kağıt desteleri... İnsanların, şirketlerin ve insan-şirketlerin iletişimlerinde araya giren günlük kağıtişlerine harcanan zaman da 4 dakika hesaplanmış. Seks ve kağıtişlerine 4er dakika harcandıysa daha çok zamanımız var demektir.
Çocuğunuz varsa günlük ortalama 31 dakikanız harcanmış demektir. Bakımınızda olan bir hayvanınız var ise günlük 7 dakikadan daha mahrumsunuz demektir.
Yılda ortalama 16 dakikanızı kaybolan eşyaları bulmak için harcıyorsunuz.
Yine günde 29 dakikanızı diğer insanları ziyaret etmek için ayırıyorsunuz. Bu süre yıldan yıla azalmaktadır çünkü telefon yüzyüze görüşmeden çok daha zaman kazandırır.
Buna karşın 52 dakikanız telefonda gidiyor. İş dünyasındaki telefon görüşmeleri için bu süreye 15 dakika ekleyiniz.
Her insan için henüz geçerli olmasa da internete bağlanmak, kopmak, tekrar bağlanmak, internette gezinmek için harcanan süre ise 83 dakikadır.
9 dakika sadece internette yazılan adresin ekranda açılmasına ayrılan süredir. Aktif bir bilgisayar kullanıcısı günde 4 dakikasını sadece bilgisayarını açıp kapamaya harcamaktadır.
Ev aletleri zaman kazandırıcı hayat kahramanlarımız. Mikrodalgada 2-3 dakikada bir yemeği ısıtabilecekken, gidip 55 dakikayı tencerenin başında kullanmamış oluyoruz. Hatta acelecilik hastalığı olanlar mikrodalgayı bile beklemeye tahammül edemeyip, 90 saniye tuşlamak yerine 88 saniye tuşlamayı tercih ediyorlar. Böylece hem 2 saniye daha az bekliyorlar, hem de 8 tuşuna üstüste iki kez basmaktan 1 saniye tasarruf ediyorlar.
Yemek konusunda belki de kendi hayatlarımızdan gözlemlediğimiz üzere, aile ile sofraya oturup akşam yemeğini beraber yeme seansları azalmış, onun yerine herkes bir yerden bir yere koştururken açlığını gidermeyi seçmiştir.
Bayanlar için yemeğin bütün detaylarını teker teker elde etmek de zaman kaybı olarak görülmektedir ve hazır çorbalar, bulyonlar, salata sosları bu alışkanlığı pekiştirmiştir. Artık ev yemeği denince tamamıyle evde yapılmış bir yemekten ziyade, dondurulmuş gıdanın evde çözülüp pişirilmesi akla gelir olmuştur. Eve yemek söylemek modasıyla yeni bir sektör başlatmıştır. Çeşitli firmaların bu işe girmesiyle telefondan veya internetten restoran veritabanlarına ulaşılabilmektedir.
Pillerle uğraşmayı bilmek, onları hangi koşullarda takmak, saklamak, yeniden doldurmak da teknolojinin getirilerinden. Kendimizi eğitiyoruz. Oyuncakların promosyon olmadığı sürece pilleri takılı halde satılmadıklarını veya oyuncağın belli hareketleri yavaşladığında pillerini değiştirme vaktinin geldiğini anlamak konusunda kendimizi eğitmiş bulunuyoruz.
Günlük hayatımızda daha çok yürüyoruz, ama daha az okuyoruz. Hergün spor yapan biri için konuşursak, günde ortalama 1 saati fiziksel hareketler yaparak vücudumuzu zinde tutmakla geçiriyoruz. Buna karşın uzun kalın kitap satışlarını düşürüyoruz. Daha ince, hemen okunup bitecek kitaplara rağbet ediyoruz. Uçakta yazarla bir sohbet sırasında yazara tepki gösteren bir adamın dediği gibi; “Aklını kaçırmış olmalısın, 300 sayfa kitap yazarsan kim zaman bulup okuyabilir ki?” Benzer şekilde çalışan anne babaların çocuklarına kısa sürede iyi uykular hikayeleri okumaları için tasarlanmış kitaplar da var : 1 dakikalık Ayıcık Hikayeleri, 1 dakikalık Yeni Yıl hikayeleri, 1 dakikalık Doğumgünü Hikayeleri bazı örnekler. Çocukların da kendileri gibi aceleleri olduğunu düşünenler tarafından yazılmış olup, belki de gelecekte bu kısa hikayelerle büyüyen çocukların destanlar yazmasına sebep olacaklardır.
Peki ya iş için günde ne kadar zaman harcıyorsunuz? İlginçtir ki, Amerikalılar geleceklerinde daha az çalışmayla daha çok para kazanıp, daha çok boş vakit harcayacaklarını düşünürken, bunun tam tersi olmuştur; Amerikanın son çalışan jenerasyonu bir öncekine göre çok daha uzun saatler çalışmaktadır ve dolayısiyle daha az boş zamana sahiptirler. Yine ilginçtir ki; son çalışan jenerasyon daha çok çalışarak daha az boş vakte sahip olmasına rağmen, alışverişe harcanan zaman kıyaslandığında önceki nesle fark atmaktadır.
İşte Polanyi’nin iş bölümü ve makinalaşma ile temelleri atılan kapitalizmi şeytanın çarkları olarak yorumlaması böyle olsa gerek. Alıverişe çok zaman, işe çok zaman..
Bir başka enterasan gözlem ise iş-zaman-prestij üçgeni arasındaki ilişkilerdir. İşadamları sabah erken saatlerde uyanıyorlar, dişlerini fırçalarken aynı anda kahvaltı için kahvelerini hazırlamaya çalışıyorlar, 9.00da patronla toplantıya yetişmek için zamanı efektif kullanmak gerekiyor. En üst yöneticiler ise her zaman en az zamanı olanlar. Herkese emirler yağdıran ve işleri başkalarına yıkma lüksleri bulunan bu takım nasıl oluyor da zamanı en kısıtlı insan grubu haline geliyor dersiniz? Yani zenginler bütün zamanlarını işe mi harcıyorlar? Bu bir delilik, hem çok param olacak, hem de hala bütün zamanımı işte geçireceğim. Çok az insan bunu yapıyor olsa gerek. Genellikle prestijle doğrusal bir korelasyon takip ettiğindendir ki; bir çok zengin insan aslında hiç olmadıkları kadar dolu görünürler. Belki bazıları bunun için özel bir kamuflaj tarzı geliştirmiş olsalar bile, genellikle gördüğümüz bizim kendi yanılsamamızdır. Onlar iş saatleri gittikçe genişleyen beyaz ve mavi yakalılar kadar işlerine bağlı olamazlar.
Bu beyaz ve mavi yakalılarsa işyerlerindeki kafetaryaları daha erken saatlerden daha geç saatlere kadar dolduruyorlar. Nolursa olsun, şirketler daha çok ya da daha az para kazansınlar, çalışma saatleri artıyor. Acaba kaç saat çalışılıyor? Bunu öğrenmek için Nielsen araştırma şirketi çalışanların kendi raporlarını baz almış. Buna göre Pensilvanya Üniversitesi’nin akademik kadrosu günde 11 saat çalıştıklarını raporlarlarken, bazı yönetici düzeyinde çalışanlar 4-5 saatle sınırlı kalmışlar. Tabiiki bu araştırma yapılırken insanların her birini gidip teker teker izlemek mümkün olmadığından, sözlerine güvenmek tek seçenek olmuş. Tabi bu süreyi belirtirlerken, patronun kapıda belirmesine kadar oynanan bilgisayar oyununa harcanan zaman, uzun süredir görülmeyen arkadaşlarla nasıl olsa şirket telefonu denilerek yapılan uzun konuşmalar, eve gitmeden önce birşey alınması gerekiyor mu diyerek eşi aramak, ya da email kutusundaki gereksiz binlerce işle alakasız fıkrayı okuyup onlara gülmek ve diğer arkadaşlara iletmekle geçen zaman dahil ediliyor mu.... bilinmiyor. Demek ki kaç saat çalıştığımızı bilmiyoruz.
Pekala çalışma saatleri uzadıysa, fakat diğer aktivilere harcanan zamandan da kısılmadıysa, çalışmakla geçirilen zamanı nerden yiyoruz? Boş zamanımızdan; Zaten kısıtlı olan boş zamanımızı da pek yorucu olmayan televizyon seyretmek gibi aktivitelere esir ediyoruz. Bu iş döngüsünde görüldüğü gibi bazıları işi için kurban olmayı seçerken ( bu bir seçimdir ), diğerleri de bu suçu işletiyor. Hepimiz ya o kümede, ya diğer kümedeyiz. Mesela işkolikler alacakları maaşı boş geçirecekleri zamanla takas etmeye hiç yanaşmayanlardır. Bazıları da benim yaptığım iş neye yarıyor demeden, sadece maaş için çalışıp, para karşılığı ruhlarını satanlardır.
Nielsen şirketi bunca insanın dakika dakika nasıl zaman geçirdiğini araştırırken arada sırada rastgele telefonlarla da portföyden seçtikleri insanları rahatsız etmişler.
14.53 “Merhaba bayan. Şu an ne yapıyorsunuz?”
“Meşgulum.”
“Evet anlıyoruz. Neyle meşgulsunuz? Bize gönderdiğiniz raporda bu sıralar çoçuğunuza yemek hazırladığınız yazıyor da..”
“hmm.. Bugun program biraz değişti. Afedersiniz kocam bekliyorr”
Kısacası Nielsen böyle kapsamlı bir takipten sonra ortalama bir gün çıkarmış. Ve 1440dan düşmüşler.
Bu noktada kaçırdığımız birşey var; Aynı anda yapılan birçok görev...
Çocuklara bakarken aynı anda televizyon seyretmek mümkün. Veya yemek yerken müzik dinlemek. Hatta bunların bazıları birbirlerini tamamlayan görevler. Paralel işlemlerle çalışan beynimizin avantajını kullanıyoruz; pek tabiki gençler daha başarılı. Araba kullanırken akşamın planını yapabiliyor, yürürken sakız çiğneyebiliyoruz.
Çoklugörevler tanımı ilk kez 1960larda bilgisayarların paralel işlemcili olarak çalışabilmesiyle çıktı, bu method hemen bilgisayarlarımızın CPUlarına uygulandı. Jack 7.15te kalkıyor. Duşa girmeden önce laptopunun açma düğmesine basıyor böylece duştan çıktığında bilgisayarı zaten açık olmuş oluyor ve küresel piyasada dünyanın öbür ucunda ne tür değişiklikler olmuş diyerek haberleri incelemeye koyulduğunda, bir taraftan Tvden yerel haberleri takip ediyor, diğer taraftan elindeki kahveyi içiyor.
Bu durumun tek suçlusu biz değiliz. Aletler suç ortağımız. Özellikle de televizyonlar ve vazgeçilmez uzaktan kumandaları. Uzaktan kumandaların ilk icat edildiklerinde düşünülen kullanım amaçları, televizyon seyrederken uyuyakalan insanları ayağa kalkma zahmetinden kurtarmaktı. Tek tuşa basarak televizyonlarını uykularını rahatsız etmeyecek ses düzeyine indirebilecek, sessizleştirebilecek veya komple kapatabileceklerdi. Üreticileri hayrete düşüren gelişme ise sayısız televizyon izleyicisinin uzaktan kumandaları kanallar arasında geçiş yapmak için kullanmasıydı. Böylece onlarca, yüzlerce kanal açıldı. “Zapping” terimi literatüre geçti ve kötü programların cezalandırıcı gardiyanları olarak uzaktan kumandalar güç kazandı. Reyting alan kanallara reklam vermek için tüketim ürünü sahipleri yarışır hale geldiler. Programları birbirinden ayıran yarımşar saatlik reklam süreleri izleyicilere çok sıkıcı geldiğinden, zamanla reklamlar programların aralarına serpiştirildi. Medya patronları reklamlarla dünya tüketimini yönlendirir oldular.
Şimdi siz çocuklarınızı nasıl televizyonun önüne bırakıp gidebilirsiniz? İnsanlar sabırsızca ve tahminsizlik içinde durmadan uzak kumandalarıyla kanal değiştirirken, ve televizyon kanalları ve film yapımcıları insanları etkileyecek ve kendine bağlayacak enteresanlıkta ve çarpıcılıkta programlar yapmaya çalışırken...Bir kanalda adam öldürme tekniklerinin incelikleri anlatılırken diğer kanalda kaçıncı kattan hangi pozisyonda atlanırsa intihar garantilenebilir üzerine yapılan deneyler gösterilirse çocuğun yarın size gelip anne bana bezden bebekler yapalım mı demesini bekler miydiniz? Ya da yeni çıkan jimnastik aleti reklamındaki güzel ablalar gibi olmadığı için anoreksiya hastalığına tutulan bir genç kızı kim aslında normal kiloda olduğuna ikna edebilir? Annesi mi diyet uzmanı mı?
Yine uzaktan kumandalar ve reklam araları sayesinde aynı anda birçok programı seyrebilir olduk. Aynı saat içinde hem MTV müzik kanalında birkaç klip izleyip hem de CNNden Japonya’da meydana gelen son depremleri takip edebildik, hala edebiliyoruz. Beynimiz zaten paralel işlemleri yürütmekte gayet başarılı olduğundan, televizyon seyrederken internette işlemlerimizi yürütebilmekteyiz. 8 milyon Amerikalı sıklıkla veya her zaman aynı anda hem televizyon seyredip hem de internete girdiklerini rapor etmişlerdir. Televizyon ve internetin bu ahenkli uyumu radyoları ikincil plana itmiştir.
MTV hayatımıza girer
MTV 1981’de yanına girdi. Buggles grubunun “Video killed the Radio Star” (Vidyo star olan radyoyu öldürdü) isimli şarkılarıyla açılışa eşlik etti. Ünlü müzik gruplarının görüntüleri de ekrandaki müziğe eşlik etti. Yaklaşık 3 dakikalık kliplerle MTV yayın yapar duruma geldi. Bu 3 dakikada her biri 1-2 saniyeden uzun sürmeyen görüntülerle izleyiciler de ekrana kitlenmiş biçimde kanalı izliyorlardı. Kısa sürede MTV müzik kanalı Amerikan kültürünün ayrılmaz bir parçası oldu ve 270 milyon evde izlenir duruma yükseldi. Müzik vidyolarının yanında kanalın kendi ürettiği, kısa komedi şovlar, oyunlar, animasyon çizgi filmler ve kuklalı talk-şovlar da kanala renk kattı.
Dikkat edilirse MTVdeki bu ekstra programların içeriğinin kanalın hızlı akışıyla tezatlık oluşturduğu gözlemlenebilir. Özellikle bir zamanlar yayınlanan Beavis ve Butthead karakterleri oldukça yavaştırlar. Hareketleri ve sözleri yavaştır ama bu izleyicinin düşüncelerini hızlandırmakta başarı sağlamıştır. Zamanla müzikten çok bir hayat felsefesi haline gelen sloganlarıyla MTV özellikle gençler tarafından sürger gibi emilir, bünyelerine işler. Artık MTV çocukları diğer çocuklar gibi A,B,C demezler kanalı izlerlerken. Hızlı bir MTV jenerasyonu vardır, algılamaları ise şu kelimelerle anlatılabilir; “Evet, tamam anladım, haydi sırada sonra ne var.”
Eskiden insanlar müzik dinledim diyebilmek için oturup plaklarını takıp bütün senfoniyi başran sona dinlerlerdi. Şimdiyse bu kadar zaman kimsede yok. Klasik müzik dinleyicileri bile 40 dakika telefonla veya kapının çalmasıyla rahatsız edilmeden albümleri baştan sonra dinleyemiyorlar. Böyle bir mucize gerçekleşse dahi mutlaka dinleyicinin temporal ve oksipital lobları arasında bir gıdıklanma başlıyor ve eller ister istemez geçen haftadan kalan derginin sayfalarını karıştırmak için can atmaya başlıyor. Buna paralel işlemler diyemeyiz çünkü klasik parçalar dinleyicinin bütün dikkatini üzerine verildiği düşünülerek yazılmışlardır; ve dinleme görevi başarılı sürdürülemez.
İnsandaki bu değişikliğin farkedilmesiyle beraber artık hiçbir albümde birkaç dakikadan uzun şarkı bulunmamasına gayret gösteriliyor. Klasik müzik orkestraları parçalarını kısaltıyorlar. New York Filarmoni Orkestrası konserlerine olan ilgiyi geri toplamak için 1er saatlik hızlı konserler organize ediyor. Leonard Bernstein’dan Mahler’in 9. Senfonisinin son bölümünü 6 dakika uzamış halde dinleyen kurbanlar ise bilgi bombardımanı eksikliğinden ölüm korkusuna kapılıyorlar, insanlığın sonu geldiğine inanıyorlar. Bu yüzden bugünlerde modern besteciler de ritmi yükse tutmayı veya dinleyiciyi şaşırtacak nota dizileri yazmayı daha risksiz buluyorlar.
“Sinemada filmler yıllarca sürüyor sanki artık, bitmek bilmiyor, ileri de saramıyoruz” diyerek söylenir Douglas Coupland’in Microserfs romanından bir karakter. Ekler; “ve VCR kiralik filmler de çok uzun, ileri sar tuşunu kullansanız bile..”
Artık Amerikalıların buldukları son çare yabancı (amerikalılara göre) filmlerde sadece altyazıları takip etmek. Bu sinema izlemenin kokainle şifresini kırmak gibi birşey.
Ne kadar çok alışmışız kendi icat ettiğimiz hız aletlerine. Filmi seyrederken ekran kaliteli değilse, insanlar hemen bir paralel işlem başlatıyorlar. MTV bunun önüne geçmek için, ekrana izleyiciler için sürpriz görüntüler ve sesler yerleştirdi. Klip ortasında sağdan veya soldan veya alttan ekrana girip bizi şarkı sözleri veya solist hayatı hakkında bilgilendiren, böylece paralel işlem görevini bizim yerimize tamamlayıp, dikkatimizi ekrandan dağıtmamaya yaratan ekstradan sürprizler. Ayrıca sürpriz balonlarlar sıkıcı klipler de renklendiriliyor.
Gerçekten de artık izleyici daha hızlı düşünüyor. Sinema yönetmeninin arabadan inen adamı göstermek için, önce kapıyı açan, sol ayağını dışarı atan, arabanın kolundan güç alıp ayağa kalkan ve kapıyı kapayan bir adam göstermesine gerek yok. Arabanın içinde oturan adamdan sonra, evinde koltukta oturan bir adam sahnesine zıplamak, izleyiciyi daha çok ekranda tutuyor.
20 yıl öncenin filmleri, vidyoları, reklamları bugün seyredenler için gerçekten bitmez tükenmez görünür ve rahatsı eder. 1950lerdeki 1 dakikalık bir reklam bugün bize bir şov niteliğinde, bitmeyecek bir filmmiş gibi gelebilir. Görüldüğü gibi jenerasyondan jenerasyona zevklerimiz çok değişti, hızlandık.
Artık konsantre olmak için daha çok uyaran gerekiyor. Acaba hıza yetişmeye çalışırken konsantrasyon kabiliyetimizden mi oluyoruz? Bilinmez. Dikkat eksikliği sendromundan şikayetçi çok sayıda insan var günümüzde, tedavi edilebilir veya edilemez. Peki daha zeki mi olduk? Büyük ihtimal hayır. Peki daha çok bilgiyi daha az zamanda algılayabiliyor muyuz? Kesinlikle.
Atalarımıza göre herşeyi daha çabuk kapıyoruz, saatte 120 km hızla giderken, müzik dinleyip, vites değiştirip(arabanız otomatik değilse), yanımızdaki arkadaşımızla koyu bir sohbete dalabiliyoruz.
Gözlerimiz de çabuklaştı diyor Michael Elliot, “Compaq, MCI, Reebok ve Epson reklamlarının yapımcısı. Aynı reklamda, hem kadın hem erkek sesleri, evde ve işyerinde, zamana ihtiyacı olduklarını, hız istediklerini ve üstlerinde çok yük olduğundan bahsediyorlar. Telefon, bilgisayar veya fritöz reklamı olması farketmiyor. Mesaj aynı: Az zamanınız ve yapacak çok işiniz var; Bir an önce bu ürünü almalısınız.
Evrensel Haklar Beyannamesi’ne göre herkesin çalışma hakkı var ve bunun yanında boş zaman hakkı da. Çalışmak insanın ütopyasındaki yaşam hali değil. Bu yüzden de hep fakir insanların daha çok boş zamanı olması zenginlere her zaman şok edici gelmiştir. 1932de İngilterede günlük 15 saat çalışma saatinden bahsediliyor. Bu durum bazen çocuklarda bile geçerliymiş. Bu da başka hiçbirşeye zaman bırakmıyormuş haliyle. Bu zamanda yaşamış Bertrand Russel’in ütopyası ise çalışma saatlerini günde 4 saate düşürmekmiş.
Buna rağmen, film endüstrisi bugün daha uzun çalışıyor. New York Manhattanda bir çağrı ofisine günde 5.5 milyon telefon geliyor. Burada çalışan 72 uzman kadın ve erkek BM sekreterlerinden bile daha iyi isim kodluyorlar. (Mary’nin Msi, Peter’ın Psi) Yakalanmak istenen tempo her konuşmayı 16 saniyede sonlandırmak ve böylece bir kişinin 1 saat 45 dakikada, 15 dakika molasından önce 394 telefona bakabilmesi. Bunu yaparken tabiki bilgisayarlar operatöre yardımcı oluyorlar, aranan numarayı bulmak, tekrarlayarak operatöre zaman kazandırıyorlar.
NYda başka bir stresli oda da günde 7000 uçuşu kontrol eden NY Tracon’da mevcut. Burada çalışanlar ise Tourette kurbanları olarak hareketler sergiliyorlar. Stresten mide asitleri azıyor. Ama sistemi asıl yürüten de gittikçe daha çok çalışanın baskıyı sevmesi. Burada çalışanlar Eskimoların karı 20 değişik kelime ile tanımlamaları gibi bir hız terminolojisi kullanıyorlar, “acil, gecikme olmadan, hemen, çabuk”. Bir de daha yenilikçi bir yaklaşım var; “Hey adamım, NYdasın, 1 dakika içinde alçalmaya başlamalısın, ama NY’un 1 dakikası içinde”. İçtiklerinde kahve içerler Yediklerinde, al-çık çin yemeği tercihleridir. A Tipi insanlardır bunlar.
Uçaklara direktif vermeye gerek yok illa stres yaşamak için. Patates kızartırken de bunu yeterince stresli hale getirebilirsiniz. 1950’de Evde Daha kolay Yaşamak adlı bir kitap çıktı. Kitapta evhanımlarının evin üretim mühendisleri oldukları, zamanı ve hareketlerini çok iyi koordine etmeleri gerektiği üzerine bilgiler bulunuyordu.
ADIM | HAREKET(ayrıntılı) | ZAMAN |
Fırına gidiş | Isıtıcıyı aç | Başlama zamanı 3.44 |
Kaba uzan | Fırın kapağını aç(sağ el) Kabı çıkar (sol el ) Transfer et (soldan sağa) | Bitiş 3.53 |
Toplam 9 dakika:)) |
Burada önemli olan acele ciolmak değil. Acele etmeden kısa sürede işleri yapabilmek. Eğer bunlardan biri olmadan nasıl öteki olabilir diyorsanız, zaten zaman tasarrufu felsefesini hala anlamamışsınız demektir. Bunu içselleştirmek gerekir.
Efektiflik paradoksu ise zamanı efektifleştirmemizi sağlayan ağın zenginleştikçe aksaklıklara daha fazla tepki verilmesidir, hatalar sonrasında herşeyin daha yavaşlamasıdır. Yani Almanyadan Mısıra gidecek bir iş adamı için uçağın 1 saat gecikmesi eskiden programını aksatmayacakken; bugün sabah gidiş ve akşam geliş olasılığı çıktığından, günde 1 saat kayıp bütün programların tekrar baştan düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Herşeyin başka bir şeye bağlı olması durumu zamanlamada olabilecek bir hatayı telafi edilemez duruma getirebilmektedir.