Kemal-Sayar-Urun-Resim_587-600X450.jpg

Borderline/Sınırda Kişiliğin Sosyokültürel Algılanma Biçimleri

Theodore Million (özet, çeviri: Melike Sabak)
Alt disiplinleriyle beraber psikoloji ve psikiyatri gibi modern bilimlerde ihtilaf, kaçınılmazdır ve düşünsel aktiviteyi konunun daha güç algılanan bölümlerine yönelmeye ittiği için arzulanan da birşeydir. Birçok klinisyen ve yakın zamanın düşünürleri, sınırda (borderline) kişilik düşüncesinin klasik ve modern yorumlarını destekleyen metodolojik ilizyonlarıyla ciddi bir şekilde ilk defa ilgilenmiş ve halihazırda bulunan bilginin nihai ve düzenli bir şekilde paketlenmiş olmadığını göstermiştir.

Günümüze ait sınırda kişilik bozukluğu salgını, yaklaşık son çeyrek asırdır Batı hayatını şekillendiren sosyokültürel iki eğilime atfedilebilir; bunlardan ilki, hatalı ve erken dönem ebeveyn-çocuk ilişkilerini iyileştirmek yerine kötüleştiren sosyal adetlerin ortaya çıkışı ve ikincisi, bu yaygın ilişki problemlerini evvelden beri düzelten kurumların kaybolan gücü.

Kararsızlık ve hayatın geneline nüfuz eden bir dengesizlik hali, sınırda kişilik bozukluğuna sahip birinin hayatına değişken ve kontrol edilemez duygular, inip çıkan davranışlar olarak girer. Aşırı fevri ve genelde tahmin edilemez olduklarından diğer insanlar onların etrfaında genelde kendilerini rahatsız hissederler ve bunun sonucunda da bu rahatsızlıktan muzdarip insanlar aradıkları destek yerine genellikle reddedilmeyle daha sık karşılaşırlar.

Bu kişilerde keyifsizlik, depresyon ve öz yıkım harketleri yaygındır. Düzensizlik ve karşıtlığa olan meyilleri, zaten azalmış olan bütünlük hislerini ters yönden besleyip, sağlıksız bütünlük hislerini çoğaltan yeni tecrübeler olarak hayatlarında hem sebep hem sonuç olarak çoğalmaya devam eder.

Felsefi İkilemler

Kişilik özellikleri oluşurken, erken dönem yaşantıların esas belirleyicilerden olduğu öncülü tüm gelişimsel teorisyenler tarafından kabul görür. Bununla birlikte, gelişme yılları boyunca belirli özellikleri üreten unsurlardan hangilerinin kritik veyahut gerekli olduğu üstüne uzlaşılmamıştır. Psikanalitik kuramcılar sürekli olarak etyolojik dikkatlerini erken çocukluk deneyimlerine yöneltirler. Aslında psikopatolojide etiyolojik analizin mümkün olup olamayacağını dahi sormak makuldur. Çünkü gelişimsel etkilerin kompleks ve değişken karakterinin ışığında; klinisyenler, tam doğru olamayan yüksek olasılıklı bir doğanın oluşturduğu birbirini etkileyen bir nedenler zinciriyle uğraşırlar. Fakat değişkenlerdeki bu boşluk yüzünden, söz konusu çabaların aldatıcı olmadıklarını ve kanıtlayıcı bir niteliğe sahip olduklarına dair inanmak için sağlam bir zeminimiz var mıdır? Ve belirtisel tutarlıkla etiyolojik ortaklıkların, sadece klinik beklentinin gözlemlediği bilgiden veya teorik önyargıdan faydalanmadan geçerli olgular olduğu söylenebilir mi? Var olan endişelerden bir diğeri ise etiyolojik veritabanının yetersiz ve güvenilmez oluşu. Maalesef iyi tasarlanmış ve uygulanmış araştırmalar çok az. Bunun nedeni ise, daha önce de dendiği gibi, psikopatolojik olguyu oluşturan etkilerin sahip olduğu çetrefillilik ve etkileşim. Bu durum rahatsızlıkların doğasını anlamayı güç kılıyor ve bu da araştırmaların böyle kalmasının muhtemel olduğunu gösteriyor.

Bugün bütün etiyolojik tezler, çoğunlukla favori hipotezlerini öneren değişik düşünce okullarının görüşlerini yansıttığı deneyimsel ve müphem bir zemine dayanan algısal varsayımlardır. Bu spekülatif kavramlar gerçeğin tasdik edilmiş bir duyuruluşu olarak değil; ampirik bir ölçümü hak eden sorunlar olarak algılanmalıdır.

Bu bölümün merkezinde yer alan soru, sınırda kişilik bozukluğunun gelişimsel menşeisini irdeleyen güncel ve analitik hipotezlerin diğerlerinden daha ispatlayıcı ve sağlam bir dayanağa sahip olup olmadıklarıdır.

Terapide yer alan hayatın ilk yıllarına ait olaylar ve ilişkiler, geriye dönük içebakışın açıklıktan yoksun olması sebebiyle oldukça güvenilmezdir. Küçük çocukların presembolik dünyası kısa süreli ve gelişmemiş izlenimlerden oluştuğundan o döneme ait anılar, dağınık imgelerin oluşturduğu muğlak bir düzene dayanır ve güncel kaynaklarca anımsatılan içerik, (mesela kuramsal yönelimli bir terapist tarafından) doğrudan ve üstü kapalı olmak üzere telkinlere tabi tutularak yönlendirilebilir.

Adolf Grünbaum'un psikanalitik teori üzerinde titiz çalışmalar gösterir ki; psikanalitiğin birincil metodu olan vaka geçmişi ve özellikle divan üzerindeki sözde serbest çağrışımların hataya düşmesi gerçekten muhtemeldir. Grünbaum'a göre, serbest çağrışımın klinik kullanımı, analistin epistemik yanlılığına göre manipülatif olabilir. Freudyen bir doktor teorik olarak uygun sonuçlar açığa vurulana kadar çağrışımlara sözlü ve imalı telkinleri kullanarak devam edecektir. Yine de, erken dönem yaşantıların karakteri ile sonraki davranışların arasındaki tematik sürekliliklere dikkat çeken argümanlar yetersizdir.

Judd Marmor da her teorinin kendi kendini doğrulama eğiliminde olduğunu belirtir. Freudcular Ödip kompleksi ve hadım edilme korkusu, Adlercılar maskulin mücadeleler ve aşağılık duygusu, Horneyciler idealize edilmiş imajlar ve Sullivaniancılar ise kişiler arası dengesiz ilişkiler üzerinde çalışabilecek malzeme ve bilgiyi ortaya çıkarır.

Sınırda kişillik bozukluğunun sebeplerine dair yorumlamaların her biri ikna edicidir; öngörüyle yaklaşıldığında mantıklı olmalarıyla beraber, nedensel ilikiler açısından yine de kanıt sağlayamazlar, her biri birçok makul olasılıktan biri olarak kalır.

Analitik kuramcıların varsaydığının tersine, tekil bir doğuş sebebinin yaygınlığı pek muhtemel değildir ayrıca öyle olmaları ihtimalinde dahi sebeplerin psikolojiye etkisi büyük ölçüde diğer uyuşmaların gruplaşmasıyla veya kişilerin sonradan maruz kaldığı etkilere bağlı olarak önemli değişiklik gösterir. Özdeş nedensel faktörlerin ne aynı öneme sahip olduğu düşünülebilir ne de hayat tecrübelerinin daha büyük bağlamıyla ilişki kurulmadan nedenlerin sonuçlarının izi sürülebilir.

Sosyokültürel Bir Alternatif

Geçmişte, ebeveyn-çocuk ilişkilerini düzelterek bir nevi toplumsal hizmet veren geleneklerin etkisinin azalması ve son 20-30 yıldır onların yerini alıp söz konusu ilişki zorluklarını şiddetlendiren ve yazarın modern Borderline salgını olarak adlandırdığı olguya katkıda bulunan görece yeni toplumsal alışkanlıklar bu satırları müteakip tartışılacaktır ve bölüme yön verecek asıl sorular şunlardır: (1) duygulanım, benlik algısı ve kişilerarası ilişkiler alanında ruhi ve zihni tutarlılığı sürdürmeye yönelik bir yetersizlik olan sınır kişilik bozukluğun semptomlarına sebebiyet vern etkilerin başlıca kaynakları nelerdir ve (2) rahatsızlığa rastlamadaki hızlı ve göze çarpan artışı düşünürsek bu kaynaklardan hangilerinin geçen son birkaç on yıllık dilimde etkisi arttı?

Önemli fikir ayrılıklarına rağmen biyojenik, psikojenik ve sosyojenik unsurlardan her birinin belirgin hususlarla katkıda bulunduğuna dair tutarlı bir mutabakat da vardır. Bünyesel eğilim, küçük yaşlardaki kötü beslenme ve günümüzün sosyal şartları son 20-30 senedir azımsanamayacak bir değişim göstermiştir.

Batı kültüründeki köklü ve bir o kadar ani değişimler, ayırıcı ve ahenksiz hayat biçimleri üretirken, insanlara iyi gelen gelenek ve göreneklerin mevcudiyetini azaltmıştır.

Ayırıcı Toplumsal Davranış Biçimlerinin Artışı

Zamanın ve içinde yaşadığımız kültürün o kadar içindeyiz ki, toplumsal ve ruhsal alanlarda umulmadık sonuçlar doğurabilen şiddetli değişimleri fark etmeye karşı dikkatimizi bir tarafa bırakabiliyoruz. Bunlardan birisi çocukların yetiştirilmesiyle ilgili; artık çocuklar daha önceki nesillere rehberlik eden emniyet ve mutlaklığı etrafta bulamıyor. Gündelik yaşamın çetrefilliği ve başkalaşımı çocukları güncel gerçekliklerle uğraşmak için faydasız vasıtalar haline getiriyor. Tutarlı bir hayat görüşleri olmaksızın, büyüyen çocuklar kendilerini ilişkilerinde ve olayların akışında çoğu zaman denge bulmaktan aciz, afallamış halde buluyorlar.

Her ne kadar aile kalıplarındaki ve ilişkilerindeki değişimler geçen yüzyıldan bu yana mütemadiyen değişmekte olsa da, değişimin doğası ve hızı İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana çok radikal olmuştur, ve daha evvelki yönsemelerin akıcı çizgisi kırılmıştır.

Radikal kültürel değişimler; kişisel bir doğaya sahip olan çocuk yetiştirme, evlilik, aile bağlılığı, boş zaman gerçirme şekli ve eğlence anlamı gibi sayısız toplumsal uygulamaları dolaysızca değiştirebilir.

Kurum ve itiyatları sabit, açık ve belirli olan toplumun vatandaşlarının ruhsal terkipleri de aynı yapıda olacaktır. Değer yapıları değişken ve çelişik olan bir toplumun sakinleri de ruhsal bütünlük ve dengede muhtemel ki eksiklikler geliştirecektir. Modern zamanımızın özellikleri açıktır ki sınırda kişilik bozukluğunu temsil eden kişiler arası tereddütler ve duygusal sebatsızlıklarda aksetmiştir. Göç, şehirleşme, hareketlilik, teknoloji, kitle iletişimi ve hızlı sanayileşmenin eklenerek artan etkisiyle geleneksel değerler ve normlarda sağlam bir erozyon yaşanmaktadır. Çocuklar kendilerini sürekli olarak değişen tarzlar ve istikrarsız, mukavemeti güvenilmez kaidelerle karşı karşıya buluyorlar.

Anne ve babalar faaliyetlerini evin ekonomisine destek olmak, kariyer doyumu aramak için ev dışına yöneltmiş durumda ve gündelik yetişkin etkinliklerini örnek alarak gözlemlemenin de çocuklar için namüsait olması sonucunda, gelişme çağında olgunlaşmakta olan ruhsal süreçlere yön ve yapı veren rol modelleriyle beraber verimi çocuklar adına ne yazık ki kayıp. Boşanma ve ayrılık sayısındaki artışla beraber diyebiliriz ki çocuklar sıklıkla ebeveynlerinin tartışmalarına tanık olmakta ve yıkıcı modellere maruz kalan çocuklar onları görerek öğrenmekte ve kendi içlerinde sınırda davranışlar oluşturmaya yönelik şemalar geliştirmekteler. İstikrar sağlayıcı içselleştirmelerden mahrum kalan çocuklar, göze çarpan ve duygusal güce dair anlık olanın çekiciliğini tercih edebilir. Etraftan ne bekleyeceklerini tartamadan, bugün doğru olanın yarın da orada olacağından nasıl emin olabilirler?

Duygusal olarak yüklü, dengesiz ve kaprisli televizyon rol modelleri ve hayli uygunsuz değer normlar da sadece çoklu bir benlik kavramı yaratmakla kalmaz, ayrıca gelişigüzel surette bütünleşmemiş ve ahenksiz rollerin topluluğu olarak teşhir edilmiş bulunur.

Düzeltici Sosyal Geleneklerin Azalışı

Geleneksel ve organize olmuş toplulukların dokusunda, gençlere hatalarını telafi etmelerini sağlayacak desteği aşılamak vardır. Geniş aileler, ruhani liderler, öğretmenler ve komşular ebeveynleriyle ilişki problemleri yaşayan çocuklara onların yerine geçecek desteği sağlayarak onlara bir nevi rol modelliği sağlarlar. Bu vekaleten yardım gençlerin toplumun oluşturduğu esas norm ve değerlere karşı kabul eder olmalarını sağlar.

Dolayısıyla bu makalenin tezi de geçmişte yaşanan değişikliklerin sadece içruhsal dağılmayı ve parçalara ayrılmayı teşvik etmediği ama ayrıca ruha sağlık ve güç veren adetlerin kesintiye uğrayarak borderline patolojisini oluşturan özelliklerin rastlanması ve kötüleşmesine katkıda bulunduğudur. Daha önceden birçokları için sığınak görevi gören toplumun geleneksel kuruluşları tarihsel gücünü ve modern dünya üzerindeki kontrolünü büyük oranda kaybetmiştir.

Geniş ailenin dağılışı, bekar anne/babaların ve tek çocukların çoğalması ailelerin izolasyonunu körüklüyor. Eskiden çocuklar evde ihmalkarlık veyahut kötü davranışla karşılaştıklarında sıklıkla ailesel veya komşulardan vekil ebeveynlik buluyorlardı. Daha az disiplin ve daha çok şefkatle ebeveynlerin yerine geçen kimseler anne babayla çocuk arasındaki yıkıcı ilişkinin ruhsal zararını tamir ederken, çocukların taklit ve içselleştirme için lüzum görünen toplumsal gelenek ve kişisel değer alanlarında da büyük bir yer dolduruyordu.

Sosyal adaletsizliğin nüfuz ettiği yerlerde görülen yoksulluk ve kimsesizlikle tezat oluşturan baştan çıkarıcı reklamlar ve alışveriş merkezlerinin oluşturduğu sinir bozukluğu bir yana; bu durumun kötü okullar, yetersiz çevre ve evlerde büyüyen çocuklarda yarattığı düş kırıklığı da kayda değerdir. Gerçeklik her umudu zayıflatırken ve toplumda varoluş müthiş bir şekilde iki yüzlü ve acımasızken insan neden erişilemez amaçlar ardından gitsin ki?

Böyle çocuklar psikososyal dünyalarında niyet ve zorunluluk yaratmak adına hakiki bir yükümlülük ve gerçek amaçlara sahip olmadan da dağınık ve yönelimsiz kalıyorlar.

Durkheim'in bahsettiği 'anomi', yani toplumun tasdik ettiği bir anlamdan yoksun olarak kültürce teşvik edilmiş amaçlardan mahrum kalmanın ötesinde, çocuklar ne onaylanmış toplumsal alışkanlıkları ne de topluma dair değerleri bünyesinde barındırıyor. Sonuçta da sınırda kişilik bozukluğunda özellikle görünen varlıklarında amaçsız ve davranışlarında normsuz oluyorlar.
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş