Batı bilimine öncülük eden felsefe monistik materyalizm oldu. Çeşitli bilimsel disiplinler, evrenin tarihini maddenin gelişimine bağlı olarak tarif etmiş ve sadece ölçülebileni hep gerçek kabul etmiştir. Öte yandan hayat, bilinç ve zeka az çok maddesel sürecin yan ürünü olarak görülmekte. Fizikçiler, biyologlar ve kimyagerler algımıza ulaşılabilir olmayanları değil ama sadece doğada fiziksel olarak bulunup, mikroskop ve teleskop gibi özellikle kayıt için tasarlanmış aletlerle laboratuvar deneyleri sayesinde meydana çıkan gerçekliğin boyutlarının varlığını kabul ederler.
Bu şekilde anlaşılan bir evrende ruhaniyetin hiçbir şekli için yer yok. Tanrı’nın varlığı ve maddeselolmayan varlıklar tarafından iskan edilmiş gerçekliğin görünmez boyutları olduğu fikri, ölümden sonra bilincin sağ kalması olasılığı, yeniden doğum (reenkarnasyon) ve karma (ç.n. Hinduizm, Budizm, Jainizm’de kullanılan, hem fiziksel hem zihinsel her türlü eylemin sonuçlarının kaçınılmaz olduğunu ifade eden, düşündüğümüz her şey ya da yaptığımız her eylemin sonuçlarının bizi bu yaşamımızda ya da sonraki yaşamımızda etkileyeceğini söyleyen bir mefhum) peri masalları ve psikiyatri el kitaplarına sürgün edildi. Psikiyatrik bir perspektiften bakıldığında, bu tür meseleleri ciddiye almak cahillik, bilimin buluşlarına yabancıık, batıl inançlılık vebüyülü, ilkel düşünceye bağlılıkla eşanlamlıdır. Bir tanrı veya tanrıçaya olan inanç eğer eğitimli bir insanda var ise, bu onun bebeklik veçocukluk döneminde yaratılan mutlak güç sahibi ebeveyn imajıyla daha tam hesaplaşamadığına işaret ettiği şeklinde görülür. Ve ruhani gerçekliklerin doğrudan tecrübesi ciddi akıl hastalıklarının –psikozlar gibi- habercisi sayılıyor.
Holotropik evrelerle ilgili araştırmalar (ç.n. Stanislav Grof tarafından ortaya atılan bir terim olan holotropik, bütünlüğe yönelik değişim, dönüşüm demek. Holotropik evreler ise değişen bilinç durumlarıyla ilgilidir), ruhanilik ve dinle ilgili konulara yeni ışık tuttu. Bu yeni anlayışın kilit noktası ise bahsedilen ruh hallerinde, dünyanın büyük dinlerinin ilham verdiklerine benzer –Tanrı ve çeşitli kutsal ve 'şeytani' varlıklarla ilgili imgelemler, bedenlerinden ayrılmış oluşumlarla karşılaşmalar, psikospiritüel ölüm ve yeniden doğum ile ilgili olaylar, ‘cennet ve cehennem’e ziyaretler, geçmiş hayat tecrübeleri vb- zengin bir tecrübeler dizisiyle karşılaşmanın mümkün olduğunun buluşudur. Modern araştırmaların şüpheden arınmış bir şekilde gösterdiği gibi yaşanan tecrübeler patolojik süreçlerin beyne acı veren ürünleri değil fakat kolektif bilinçdışına ait (ç.n. psikanalist Carl Jung tarafından bulunan analitik psikolojiye ait bir mefhum; Jung'a göre kolektif bilinçdışı, insan veya hayvan hafızasında kayıtlı ve yaşadığı kültüre dayalı her türlü imgeler, semboller, dil ve diğer tecrübeleri haizdir ve psikenin bu tecrübeleri kendi kendine nasıl organize ettiğini inceler. Jung kolektif bilinçdışını, kişiye özel tüm deneyimleri kapsayan kişisel bilinçdışından ayrı tutar. Kolektif bilinçdışı, tüm bir türün kişisel deneyimlerini bir araya getirip organize eder) arketipik materyallerin dışa vurumu ve bu nedenle aslen normal ve insan ruhunun asıl öğeleridir. Kişi bu mitik elementlere ontolojik olarak gerçek ve objektif varlıkları bulunan kendini keşif ve içebakış süreçleri sonucunda kendi ruhuyla erişebilir. Her insanın bilinçdışının gizli yerlerinde bunlar vardır.
Bu gözlemlerin ışığında bakıldığında, din ile bilimin arasında son birkaç yüzyıldır süregelen kızgın savaş kesinlikle gereksiz ve saçma gözüküyor. Gerçek bilim ve hakiki din aynı alana dair mücadele etmiyor, varlıkla ilgili birbirini tamamlayan ama birbiriyle yarışmayan iki yaklaşımı temsil ediyorlar. Bilim materyal dünyadaki olguların üzerine ölçülebilen gerçekliği çalışırken, ruhanilik ve dinler dünyaya ilişkin deneysel bilgiden ilham alırlar. Jungcular, psikopatoloji ve bireysel fantezinin hayali ürünlerinden ayırmak için buna ‘imajinal’ derler. Bu imajinal dünya, benim ‘bilincin holotropik durumları’ dediğim evrelerde açığa çıkar. Tecrübelerin su yüzüne çıktığı bilincin değişken halleri, yukarıda bahsedildiği gibi, dünyanın büyük dinlerine ilham olan durumlarla büyük benzerlik taşır.
Ruhanilik, insan ruhunun çok önemli doğal bir boyutudur ve ruhsal arayış tamamen doğru ve haklı bir insan amacıdır. Bununla birlikte kişisel deneyime dayalı saf bir ruhanilik içerdiğini ve ideolojiler ya da organize dinlere ait dogmalar için destek sağlamadığını vurgulamak gerekir. Yanlış anlamayı ve geçmişte bir çok tartışmaya gölge düşüren kafa karışıklığını önlemek için ruhanilik ile din arasında kesin bir ayrım yapmak son derece önemlidir.
Organize dinlerin dogmacılığı muhtelif itikatlar arası farklılıklara vurgu yapıp husumet ve kin ortaya çıkarırken; ruhanilik, bilincin holotropik evrelerinde mevcut olan, gerçekliğin görünmez esrarlı boyutlarında doğrudan yaşanan tecrübelere dayanır.
Şüphe yok ki organize dinlerin dogmatizmi, ister mekanik ve materyalist bir model kullansın ya da yeni oluşmakta olan paradigmaya bağlı olsun genellikle bilimle kökten bir çatışma halindedir. Bununla birlikte, ruhani tecrübelere dayalı otantik mistisizm bakımından durum çok farklı. Kadim mistik gelenekler insan bilinci ve ruhsal alemler hakkında geniş kapsamlı bilgiyi, bilim adamlarının maddesel dünya hakkında bilgi elde etme şekillerine benzer bir şekilde bir araya getirdiler. Buna, öznelerarası doğrulama ve benötesi tecrübeleri tetikleyen bir metadoloji de dahil. Gerçekliğin herhangi bir yönü gibi ruhani tecrübeler de dikkatli ve önyargısız araştırmalara tabi tutulabilir ve bilimsel olarak çalışılabilir.
Bilimsel yürütülen bilinç araştırmaları imajinal alanların nesnel varlığıyla ilgili ikna edici kanıtlar getirdi ve böylelikle Doğu’nun ruhsal felsefeleri ve hatta yerel kültürlerin bazı inançlarıyla ilgili, mistik dünya görüşüne ait esas metafiziksel varsayımlarını doğrulamış oldu.
Din ve bilim arasındaki çatışma ikisininde esasına ait bir yanlış anlamayı yansıtıyor. KenWilber’ın dediği gibi, bu iki alan da düzgün bir şekilde anlaşılır ve uygulanırsa din ve bilim arasında bir çatışma olamaz. Eğer varsa büyük ihtimalle ‘taklit bilim’ ve ‘taklit din’ ile karşı karşıyayızdır. Aşikar uyumsuzluk bir tarafın diğerini yanlış anlamasından ve muhtemelen kendi disiplininin çok yanlış bir halini temsil etmesinden ileri gelmektedir.