Bu yazıda birkaç başlık altında benlik nedir ve yaşadığımız yüzyılda benliğin temel mes'eleleri nedir suâllerine cevap aramayı umuyorum. "Kültürden ve tarihten bağımsız bir benlik fikri olabilir mi" sorusunu cevaplamaya çalışacağım. Buradan Batılı ve Doğulu benlik kavramları üzerine kısa bir tartışmaya geçeceğim. Göreceksiniz ki bir Garpzedenin karışık zihninde her zaman, cevaplardan daha çok suâller vardır.
ALT BAŞLIKLAR:
Yoksulluk İçimizde
'Yirminci yüzyıl insanının temel sorunu nedir?' diye sorar kendi kendisine Rollo May ve cevaplar: 'Boşluk'. İnsanlar neyi istediklerini ve neyi hissettiklerini bilmemektedirler. Arzu ve ve taleplerini bir kesinlik hâlinde yaşamadıkları için, kararsızlıktan ve özerklik yoksunluğundan yakınmaktadırlar. Âile veya aşk ilişkileri bozulmuştur ama en başta, ilişki içinde oldukları kişiyi de içlerindeki boşluğu gidermeye mâtuf olarak benimsedikleri için, kişi o boşluğu doldurmadığında endişe ve öfkeye kapılırlar. Burada boşluk sözcüğünü lafzî anlamıyla almamak gerekir; boşluk yaşantısı, insanlar kendi hayatları ve içinde yaşadıkları dünyayı değiştirmek hakkında etkili bir şey yapamayacak kadar güçsüz hissettiklerinde sökün eder. İçsel boşluk veya 'içimizdeki yoksulluk' , kişinin kendi hayatını yönlendirebilecek ya da başka insanların kendisine yönelik tutumlarını değiştirebilecek bir âmil olamadığı durumlarda tebellür eder. Ümitsizlik ve çâresizlik galebe çalar ve nihâyet insanlar istemekten, irâde gösterme çabasından da vazgeçebilirler. Erich Fromm insanların günümüzde herhangi bir dinî veya ahlâkî otoritenin emrinde değil, anonim bir otoritenin, 'kamuoyu'nun emrinde yaşadıklarını yazmaktadır. Otorite makamı kamunun ta kendisidir ve kamu da radarlarını diğerinin kendisinden ne beklediğini anlamak ve algılamak üzere yönlendirmiş çok sayıda bireyden müteşekkildir. Modern Batılı insan yüzyıllar boyunca rasyonalite, tekbiçimlilik ve mekanikliğe vurgu yapan bir eğitim tornasından geçirilmiştir. İçsel boşluğunu sezen modern insan, kendi başına kalacağı endişesiyle, bir yalnızlık korkusu içinde yaşar ve içindeki boşluğu dolduracak müsekkinlere yönelir. Tüketim kültürü, gurular, işkolik hayat tarzı insanın bu iç boşluğunu gidermek için emre âmâde bekletilmektedir zâten. Günümüz ABD toplumunun 'analjezi toplumu' olarak tanımlanması da tesâdüfî değildir. Analjezi yâni ağrıyı ne pahasına olursa olsun dindirme fikri Batılı toplumlarda bir fikr-i sâbit halinde varlığını sürdürmektedir. Yakın zamanlarda Türkçe'de de yayınlanan bir kitapta aynı toplum 'Prozac Milleti' olarak isimlendirilmekteydi. Çok değil bir asır önce aynı toplumun içinden çıkan psikolog William James ağrı ve ıstıraba tahammülü salık verirken, bugün ruhsal ıstırabın her türlü tezahürünün farmakolojik ajanlarca bastırılmaya çalışılması mânidardır. Psikofarmakoloji ruhsal kozmetiği sağlamaya soyunmuştur ve acısız ıstırapsız bir dünya vaâd etmektedir. Modern insanın temel mes'elelerinden birisi de ölümle yüzleşememesi, La Rochefauld'un deyişiyle 'ölüme doğrudan bakamaması', dahası onu inkâr etmeye yönelmesidir. Bir tür beden oymacılığı olan kozmetik endüstri ve plâstik cerrahi, ölümü durdurma saplantısından ekmek yemektedirler. Ölümün inkârı giderek hayatın inkârına dönüşmekte, varoluşsal nevroz insan ruhunu yurt edinmektedir. Gâye yokluğu, modern tecrübeyle birlikte bir gulyabanî gibi insanın yolunu kesmekte, hayat anlık hazların doyurulduğu bir ritüeller dizisi olarak algılanmaktadır.
Evrensel bir benlik var mıdır?
Yirminci yüzyılda Heidegger ve Gadamer insan gerçekliğini incelerken bir tek hakikâtten bahsedilemeyeceğini dile getirdiler. Pek çok doğru, pek çok hakikât (truth) vardı ve bu doğrular, gözleyen ve gözlenenin tarihsel ve kültürel bağlamına istinat ediyordu. Araştırma parça ile bütünün, araştırıcının ve araştırılanın bağlamının, bilinen ve bilinmeyenin arasında bir uyum arama sürecinden ibâretti. Âşinâ olan, bildik olan araştırıcıya kendi kültürü tarafından verilendir ve bu da önyargı demektir. İşte bu önyargılardır ki araştırıcının bakış açısını bulandırır ve bilim bir 'önyargıya karşı önyargı' etkinliği olur çıkar. Sosyal bilimlerin yorumlayıcı bakış açısını sâhiplenmesi gerektiğini, modern çağın nesnelcilik ve bilimcilik gibi akımlarından daha farklı yöntemleri kullanması gerektiğini söyleyen düşünürler, böylece, araştırmacının kısıtlama ve önyargılarıyla mâlûl bir araştırma etkinliğini aşmayı ummuşlardır. Bugün üzerinde en çok tartışmanın yürütüldüğü psikoloji kavramlarından birisi de self veya benlik kavramıdır. Psikoterapi kuramları sıklıkla evrensel ve tarih-aşırı (transhistorical) bir benlikten söz ederler. Yorumlayıcı bakış açısı ise; belirli bir kültürde ve paylaşılan bir ahlâkî anlamlar ağında, belirli bir kültürel grubun yerel psikolojisinden hareket eder ve insan olmanın ne olduğu, ne anlama geldiği sorusuna verilen cevabı esas alır. Ben olmak ya da benlik tanımı gereği tarihsel ve kültürel bağlamdan, içinden neşet ettiği toplumun değer ve yargılarından etkilenir. Benlik insanoğlunun kozmostaki yerinin ne olduğuna ilişkin o kültürün inancını cisimleştirir. Buradan bakıldığında benlik paylaşılan anlayışların ufkunda durur, dolayısıyla da tarihten ve kültürden bağımsız bir benlik yoktur, evrensel bir benlik değil yerel benlikler vardır. Doğulu ve Batılı benlikler arasında önemli farklar gören araştırmalar ve analitik kavramlaştırmalar da işte bu evrensel bir benlik olamayacağı önermesinden hareket ederler. Benliğin özerk, bütün ve sürekli olduğu düşüncesinin Batılı bir düşünce olduğu ve benliğin bağlamsal ve ilişkisel olarak yaşantılandığı diğer kültürlerde, bu düşüncenin geçerli olmadığı dile getirilmiştir. Psikanalist Heinz Kohut'un her bireyde sınırları belirli, özerk ve tutarlı bir benlik bulunduğu önermesi bugün kültürel araştırmalarca sigaya çekilmekte ve tutarlı bir benlik fikrinin Batılı uzamsal kategorilerin ve bireyciliğin bir sonucu olarak ortaya çıktığı düşünülmektedir. Hint benliği üzerine çalışan araştırmacılar Hint insanının kişiler arası sınırlarının bir hayli geçirgen olduğunu, kişiyi yapan özün akışkan olduğunu ve dünyâdaki etkileşimlerle değişime uğrayabildiğini yazmışlardır. Japonya ve Hindistan'da benlik anlayışı üzerine uzun yıllar süren bir çalışma yürüten psikanalist Alan Roland görececi bir yaklaşımı benimsemekte ve insan yaşantısının farklı kültürlerde birbirinden radikal ölçüde farklılaştığını ve bu yüzden de zihin ve benliğin psikanalitik modellerinin başka kültürel geleneklerdeki insanlara uygulanamayacağını öne sürmektedir. Doğu insanı bir homo hierarchicus olarak da kavramlaştırılmıştır: Kişiler bu anlayışta kişisel ihtiyaçları olan bireyler olarak değil, sosyal nizamdaki birimler olarak değerlendirilirler. Hiyerarşi insanı eylemlerini toplumun beklentilerine ve kendisinden mânevî olarak daha üstte gördüğü kişilerin ümit ve arzularına göre belirler. Bireyciliğin ve tek başınalığın aşırı değer gördüğü Batı toplumunda bu tür tutumları kolayca bağımlılık arzuları olarak isimlendirmek mümkündür. Gerçek şu ki, insanın insana duyduğu kalbî yakınlık ve ihtiyaç Batı toplumunun psikolojisinde çeyrek asırdır işâret edilmeye başlanmıştır. Duygusal olgunluğun en önemli emâresinin başka insanlara emniyet ve istinat etmekte bulunduğunu önde gelen analistler dile getirmişlerdir. Kişi ancak ötekine emniyet etmekle yalnızlığa tahammül edebilir, ötekinin dâima verici ve kabûl edici iyi bir anne imgesi hâlinde bilinçdışına nakşedildiği kişiler, yalnızlığa tahammül kapasiteleri en yüksek kişilerdir. Yüzyılın başında sömürgecilerin psikolojisini inceleyen Octav Mannoni Avrupa insanının yoğun bir insan nefretinden muzdarip olduğunu ve insansız bir yer bulmak gâyesiyle okyanuslara açılıp sömürgeciliğe başladığını yazmaktadır. Avrupalı'nın kollektif bilinçdışında yerleşik olan misantropi (insan nefreti) dünyâyı tümüyle insandan boşaltmayı arzulamaktadır. Hırçın Kız, Robinson Crusoe ve Gülliver'in Seyahatleri gibi klâsik eserlerdeki ana karakterleri incelediğinde Mannoni şunu görür: Kaybolmuş, sürülmüş, gemisi batmış Avrupalılar vardıkları kıyıda doğalarının ve kültürlerinin üstünlüğü sonucunda hâkimiyeti ele geçirir, yerlilere boyun eğdirirler. Bu uzak diyarlardaki yerliler yarı insan, insan-altı, kolayca kullanılan, tekâmül etmemiş ahmak yaratıklar olarak resmedilirler. Bu eserlerin Avrupalılarca çekici bulunmasının nedenleri içlerindeki bir arzuya karşılık gelmeleri, ortak ihtiyaçları gidermeleri olmuştur. Bu eserlerde Avrupa psikolojisinde sessiz sedâsız varlığını sürdüren duygu, düşünce ve düşlemler hayâlî karakterlere yansıtılmıştır. İnsandan yoğun bir nefret sebebiyledir ki, pek çok Avrupalı okyanuslarda adalar bulmak için ülkelerini terk etmişlerdir. Tarihin en büyük ve en kanlı savaşlarının Avrupalılar'ın elinden çıktığı hatırlanmalıdır. Garaudy, 'Batı, tarihin en büyük cânisidir' derken bu gerçeği bize hatırlatır. Colomb'un adamlarının nice yerliyi su çiçeği mikrobu bulaşmış battaniyelerle bile isteye (biyolojik savaşın ilk örneği) öldürdüğünü, yerli bebeklerini köpeklerine yem yaptıklarını, İncil-barut-alkol sacayakları üzerinde zâlim bir sömürgeciliğin boy verdiğini bugün biliyoruz. Buradan varmak istediğim yer şurası: Batılı benlik tanımlanırken bu savaşçı, istismarcı, zâlim ve karanlık ruhu da bir yere yerleştirmemiz gerekiyor. İnsan ilişkilerine yansıyan soğuklukta, acımasız kapitalizmin ve tüketim kültürünün ürettiği boş benliklerde, kaba pragmatizmde, insan yararına olmayan bilgi ve teknolojide, zâlimâne rekabetçilikte bu karanlık ruhun, Jung'un tabiriyle gölgenin izdüşümlerini görmek mümkün. Bu vesileyle daha önce başka bazı yazılarda gündeme getirdiğim 'boş benlik' olgusunu bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyorum.
Benliğin boşluğu
Psikolog Philip Cushman, İkinci Dünyâ Savaşı sonrasında ABD'de benliğin bir 'boş benlik' olarak tanımlanabileceğini söylemektedir. Bu benlik, topluluk, gelenek ve paylaşılan anlamın yokluğunu yaşantılayan benliktir. Görünüşte böylesi bir sosyal yoksunluk ve sonuçlarını kayda değer bulmayan 'boş benlik', bu yoksunluğu süreğen bir duygusal açlık olarak cisimleştirmektedir. Benlik boştur zîrâ âile, toplum ve gelenekle irtibatını kaybetmiştir. Bu benlik çağının yabancılaşma ve parçalanmasına karşı durabilmek için, tüketim mâlzemeleri, kaloriler, yeni yaşantılar, politikacılar, romantik sevgililer ve empatik terapistler tarafından doldurulmayı arzulamaktadır. Bu iç boşluk kendini farklı biçimlerde gösterebilir: Azalmış özsaygı, değer karmaşası, yeme bozuklukları, madde kötüye kullanımı ve kronik tüketicilik gibi. Kişiler ahlâkî tutarlılığı önceleyen bireyler olmaktan çıkarak başkaları tarafından beğenilmeyi önceleyen bireylere dönüşür. Ahlâkî olarak doğru olanı yapmak yerine, başkalarını cezbederek onların beğenisini kazanma hayatın temel amacı olur. Benliğin boşluğunu reklâm endüstrisi ve psikoterapi kurumu doldurmaya sıvanmaktadır. Reklâmlar tüketiciye bir ürünle hayatlarının değişeceğini vaâd ederler. Tüketici ya reklâm edilen ürüne sâhip olarak ya da onu tüketerek büyüsel bir dokunuşla dertlerinden sıyrılacak ve reklâmdaki modelin yerini alacaktır. Reklâmlar hayatlarından memnun olmayan insanlara hayat tarzı satmakta, bir ürünle birlikte âni ve yanılsamalı bir dönüşüm vaâdinde bulunmaktadırlar. İnsanları bu yanılsamaya yönelten 'boş benlik'tir; benlik ancak bir ürün, bir ideoloji, bir şöhret veya maddeyi içine alarak, onunla bütünleşerek açlığını gidermekte ve boşluğunu doldurmaktadır. Yoksa darmadağın olacak ve değersizlik duygusunun uçurumundan yuvarlanacaktır. Gerçek hayatlarından hoşnut olmayan kişiler için tüketmek yeni bir kimlik, yeni bir hayat edinmektir. Doğru diş mâcununu kullanmak veya güçlü bir siyâsî liderle özdeşleşmekle, tüketici kişi, benliğini büyüsel bir biçimde dönüştürür, farklılaştırır.
Rüyasız benlikler
Rüya Doğu toplumlarında özellikle dinî yaşantının vazgeçilmez öğeleri arasındadır. Rüya benliğe kendini yeni bir biçimde ifâde etmenin vâsıtası olabilir. Rüya yaşantılarını önemli sayan kültürlerde rüyâların dönüştürücü bir güç taşıdıkları bilinmektedir. Batılı bilinç, rüya hâlini uyanıklık hayatından keskin çizgilerle ayırır. Rüya gören ondan bahsetmediğinde de görülen düş sosyal anlam kazanmamış, buharlaşıp gitmiş olacaktır. Rüyanın fenomenolojisi, rüya yorumlamanın kültürel kodları, rüya hakkındaki yerli söylemler ve bu söylemlerin gerçekleştiği sosyal bağlamlarla şekillenir. Sözgelimi Semitik gelenekte rüya yorumculuğu büyük bir bilim hâline gelmiş ve İslâm uygarlığıyla birlikte zirveye ulaşmıştır. Henry Corbin İslâm'da rüyanın bir bilgi ve keşif kaynağı olarak ne kadar önem taşıdığını neredeyse yarım asır kadar önce yazmıştı. Benliğin yapıcı unsurlarından birisi olarak rüya kişiyi bilinmez ile buluşturur, bilincin saklı alanlarına işâret eder ve paylaşılan arketiplerle rüya yaşantısına sosyal bir anlam kazandırır. Asiye Hâtun'un Rüya Mektupları adıyla yayınlanan ve İstanbul'lu bir dervişenin Boşnak şeyhine yazdığı rüyaları bir araya getiren metin bu yönüyle çok anlamlı bir çalışmadır. Rüyalar mektuplar yoluyla mesâfeleri aşmakta ve geri dönen yorumlarla seyr-i sülûk hâlindeki bir dervişenin ruhsal gelişimini sağlamaktadır. Rüyalarla zenginleşen bir benliğin kişiyi 'mutsuz bilinç'ten anlamlı bir varoluşa taşıdığı âşikârdır. Rüyaların şekillendirebildiği bir benlik, Bakhtin'den ödünç alınma bir kavramla konuşursak, diyalojik benliktir: Değişime ve yeniliğe açık, farklı sesleri içine alabilen ve onları içinde yaşatabilen bir benlik. Bu diyaloji kendisini, Tanrı'nın rahmeti üzerine olsun, Yûnus'un 'bir ben vardır bende benden içerü' dizesiyle billurlaştırır.
İradenin kaybı
İnsanın olgunlaşma yönünde attığı adımlar, onu sıradan bilinçten benliğin yaratıcı bilincine taşıyabiliyorsa, veya Feridüddin Attar'ın o enfes istiâresiyle söylersek, kişi Simurg'u görmek için kanatlarının yanmasını göze alabiliyorsa, doğru yolda ve doğru yönde yürüyor demektir. İnsan seçim yapan varlıktır. Hazreti Âdem de bir seçim yapmıştı. Seçmek hür irâdenin imtihanıdır . Kişi karar vermek sûretiyle imkânların sınırlılığıyla yüz yüze gelir ve dünyâdaki varlığının biricik olduğu efsânesi sarsılır. Seçim yapma veya karar verme, kişisel sorumluluğu ve varoluşsal yalnızlığı kabûllenmeyi gerektirir. Karar yalnız başına yapılan bir edimdir, o bizim kendi edimimizdir, kimse bizim için karar veremez. Karar vermek kişinin bir ve biricik hayatını bir muhasebeden geçirmesini gerekli kılar. Bu yönüyle sorumluluk iki kenarı keskin bir kılıç gibidir: Kişi hayat durumunun sorumluluğunu kabûl eder ve değişmeye karar verirse, geçmiş hayatındaki enkazın da sorumluluğunu tek başına üstlenmek ve hayatını çok önce de değiştirebileceği gerçeğini kendi kendisine itiraf etmek zorunda kalır. Günümüzün irâdelere ipotek koyan Büyük Engizisyoncu'su ise (Dostoyevski üstâdın kulakları çınlasın!) kamu denilen soyut varlıktır artık. İnsanlar saadeti kamunun genel görüşünü paylaşmakta bulmaktadırlar. 'Ben şehirleri dolduran serî malı insanlardan değilim. Keşke onlardan olsaydım. Onlar sıhhatli, tabiî, mükemmel mahlûklar. Benim en lâzım tarafım sakat. Ben Allah'ın yalnız acı çeksin, yalnız kıvransın diye yarattığı bir âletim gâliba' diyen Bir Adam Yaratmak'ın Husrev'i yoktur ortalıklarda (Bir selam ve duâ da üstâd Necip Fâzıl'a!). Bu bakımdan insanın mücâdelesi çocukluktan yetişkinliğe geçişte yaşadığı ikilemleri andırıyor. Çatışma şurada: İnsan özfarkındalık (kendinin farkında olmak), özgürlük, olgunluk ve sorumluluk yönünde çabalama ihtiyacına mı karşılık verecek yoksa bir çocuk kalıp ebeveynlerinin yâhut ebeveynlerinin yerini tutacak başka otorite figürlerinin himâyesine mi sığınacak? İşte benliğin yaratıcı bilinci burada devreye girmelidir: Bilinç insanın derinliklerinden yardıma çağırdığı bir içgörü, farkındalık ve etik duyarlılığı birleştirmeli, geleneği bugünle buluşturarak yepyeni bir ruhla 'asrın idrâki'ne konuşmalıdır. İnsanlığın trajedisi onu güçlü kıldığını sandığı vâsıtaların (bilim, teknoloji vb.) aynı zamanda onun kuyusunu kazması, onun güçsüzlüğünün sebebi de olmasıdır. İrâdenin krizi insanın ancak kendi kendisi olması ile, olgunlaşma ve olma cesaretini göstermesiyle aşılabilecektir.
Yerli bir benlikten söz edebilir miyiz?
Hegelyen fenomenoloji içinde düşünürsek, ancak ötekini yaşayarak ve öteki tarafından yaşanarak, onu tanıyıp onun tarafından tanınarak benlik hayat bulur, bir karşılıklı tanıma süreciyledir ki benlik inşâ edilir. Hegel, insanın kendi bilincine ancak bir başkası tarafından tanınmakla varacağını ileri sürer. Tanınma arzusu engellendiğinde bir çatışma, bir mücâdele doğar. Karşısındakini tanımak ihtiyacı duymaksızın tanınan efendi, muhatabı tarafından tanınmadan onu tanıyan da köle olur. Efendi yalnızca tanınma arzusunu gidermez, köleyi kendi irâdesinin bir oyuncağı da kılmış olur, o artık efendinin ihtiyaçlarını giderecek uygun bir vâsıtadır. Tanınma arzusu yâni ötekinin sizin değerlerinizi kendi değerleriymiş gibi onaylaması, bütün insanların temelde toplumsal varlıklar olduğunu söyler bize. Tanınma ancak ötekinin mevcudiyeti ve onunla yüzleşmekle mümkündür. Öteki tarafından tanınmak birinin özdeğerini, kimliğini hattâ insanlığını teyid eder: 'Ancak başkası/öteki tarafından tanınmakladır ki insan hem kendisi hem de başkaları için gerçekte insan olur'. Köle ve efendi arasındaki mücâdele ölümüne bir savaştır, eğer iki taraf da hayatını riske eder ve ölürse hiçbiri tanınmayacaktır, bir taraf ölürse diğeri yine tanınmayacaktır. O hâlde köle-efendi diyalektiğinin yürümesi için bir tarafın tehlikeyi göze alarak tanınana dek savaşması, beri yanda diğerinin ölüm korkusuyla muârızına boyun eğmesi gerekir. Tanınan ve tanımayan efendi, tanıyan ve tanınmayan köle olacaktır. İlki, fethet veya öl derken ikincisi boyun eğ ve hayatta kal ilkesini benimser. Yerli bir benlikten bahis açmak için bu toprakların yaşadığı kültürel ve epistemolojik kopuşu anlamlandırmamızla mümkün olabilecektir. Metinler üzerinden teorik bir Doğu veya İslâm insanı tanımlaması yapmak mümkündür, hattâ bâzı kültürel stereotipleri pekiştirmek pahâsına kimi toplumsal olaylar karşısındaki tutumlarını inceleyerek bir Türk benliğinden bile bahsedebiliriz. Ama bu çaba akim kalmaya mecburdur, küresel dünyada Garpzedelerin, mustağriplerin, mağlupların psikolojisi üzerine konuşmak daha bir anlamlı görünüyor. Edward Said, sömürgeciliği 'yerli halkların elinden kendilerini öyküleme, kendi hikâyelerini anlatma kudretinin alınması' olarak tanımlamıştı. Sizin hikâyenizi gâlipler kendi kurgularıyla, kendi bakış açılarıyla size anlatıyorlarsa teorik metinlerden sûfî psikolojisi çözümlemeleri yapmanın gündelik hayatta açıklayıcı bir değeri olmayacaktır. O hâlde yerli bir benlikten bahis açıldığında dikkatimizi 'yaralı bilinç'e çevirmeliyiz, bu topraklarda Batılı bilinç ile karşılaşma ne tür bir aksülâmel doğurdu? Sömürgeleştiril(e)memiş milletler ile ciddi bir kolonyal tecrübeden geçen milletler arasında benliklerin teşekkülü bakımından farklar var mıdır? Tasavvufî gelenek, kesintiye uğratılsa dahi, benlikleri ne ölçüde mayalamaktadır? Emperyal bilinç kendisini ne şekilde dışa vurmaktadır? Tarih ve kültürel bellek, bu toprakların insanında varlığını nasıl ve hangi biçimlerle sürdürmektedir? Bir Türk ve bir Arap benliği arasında yakınlaşma ve uzaklaşma noktaları nelerdir? Suâller uzatılabilir. Bu suâllere kendi kısıtlı yaşantı dağarımdan edindiğim izlenimlerle yarım yamalak cevaplar verebiliyorum ama bu cevapların doğruluğundan aslâ emin değilim. Gâliba son birkaç yüzyıldır hep aynı soruyu soruyoruz. Bütün yazılar, bütün düşünüşler gelip o suâlde düğümleniyor: Bize ne oldu? Ama bu da aradan geçen zaman itibariyle gitgide anlamını yitiren bir suâl. Belki şu günlerde gereksindiğimiz şey bir 'netlik ayârı'ndan başkası değil. Az önceki soruya dönersem, gâliba asıl suâlin, evvel emirde cevaplanması gereken suâlin şu olduğunu sanıyorum: Biz kimiz?