Kemal-Sayar-Urun-Resim_8519-600X450.jpg

SEÇME PARADOKSU

Barry Schwartz dan özetleyerek çeviren klinik psikolog Sinem Koytak
Acaba çok fazla seçenek arasında seçim yapmak insanları mutsuzluğa mı sürüklüyor?Saygın psikoloji profesörü Barrry Schwartz, The Paradox of Choice adlı kitabında bu sorunun cevabını araştırıyor.

Barry Schwartz'dan özetleyerek çeviren klinik psikolog Sinem Koytak

Özgürlük ve özerklik iyi olma halimizin devamı için elzemdir. Seçim yapabilme ise özgürlük ve özerkliğin bir gereğidir. Modern Amerikalılar daha önce hiçbir topluluğun sahip olmadığı kadar seçme hakkına ve seçeneğe, dolayısıyla da özgürlük ve özerkliğe sahiptirler. Oysa bu durumdan psikolojik olarak faydalanır görünmemektedirler.

Seçimin açık ve güçlü bir araçsal değeri vardır: insanların ihtiyaç duydukları ve istedikleri şeyleri elde etmelerine imkan verir. Adam Smith, günümüzden yaklaşık iki asır önce bireysel seçim özgürlüğünün, toplum içinde malların en verimli üretim ve dağıtımını temin ettiğini gözlemlemiştir. Seçme özgürlüğü aynı zamanda ifade edici bir değere de sahiptir. Yani seçimlerimiz dünyaya kim olduğumuzu ve nelere değer verdiğimizi göstermenin bir aracıdır. Yaptığımız her seçim özerkliğimizin ve kendi kendimizi belirleme (self determination) duygumuzun bir ifadesidir. Seçim alanına dair her genişleme de bize özerkliğimizi gösterme ve dolayısıyla kendi karakterimizi ortaya koyma imkanı verir. Yasal ve ahlaki sistemimiz özerkliğe verilen değere dayanır. Özerklik, davranışlarımızdan ahlaki ve yasal olarak sorumlu oluşumuzun meşruiyetini sağlar. Varsaydığımız özerkliğimiz nedeniyle başarılarımız takdir edilirken, başarısızlıklarımızdan dolayı suçlanırız. Kolektif sosyal hayatımızın tek bir veçhesi yoktur ki, özerkliğimize adanmışlığımızdan vazgeçtiğimizde bir anlamı olsun. Özerklik fikrine siyasal, ahlaki ve sosyal bağımlılığımız yanında; özerklik duygusunun psikolojik iyi olma halimiz üzerinde de çok önemli bir etkisi vardır.

Çevremiz üzerinde kontrol sahibi olmak ve bunun farkında olmak iyi olma hali için elzemdir. Çaresizlik ve seçim arasındaki ilişkiye baktığımızda: eğer belli bir durumda seçim yapma olanağımız varsa, bu o durum üzerinde kontrolümüz olduğu anlamına gelir ki, bu da çaresizlik duygusundan kurtulmamızı sağlar. O halde, sadece seçim yapma olanağımızın olmadığı durumlar için çaresizlik söz konusudur. Dolayısıyla seçim yapabilmek, insanların hayatın gidişatına aktif ve etkin olarak katılmalarını sağlar ki, bu da psikolojik iyi olma hali bakımından çok önemlidir. Bundan seçme imkanının her fırsatta artırılması gerektiği gibi bir sonuç çıkartılabilir. Amerikan toplumu böyle yapmış olduğuna göre, çaresizlik duygularının bu toplumda çok az yaşanıyor olduğu düşünülebilir. Ancak araştırmalar bu noktada bir paradoksa işaret etmektedir. Bu paradoks iki şekilde açıklanabilir: İlk olarak seçim ve kontrol deneyimleri gittikçe yaygınlaşmakta ve derinleşmekte ancak buna mukabil seçim ve kontrole ilişkin beklentiler de bu deneyimleri karşılayacak oranda artmaktadır. Özerkliğin önünden kaldırılan engel, henüz aşılamamış olan engelleri daha da rahatsız edici hale getirmektedir. Kontrole ilişkin beklentiler ve umutlar, kontrolün gerçekliğiyle örtüşmemektedir. Bir diğer açıklama ise, daha çok tercih yapabilme imkanının her zaman daha çok kontrol anlamına gelmemesidir. Belki de öyle bir zaman geliyor ki, imkanların çokluğu karşısında şaşkınlığa düşüp, tam tersine, kontrol duygumuzu kaybediyoruz. Ne zaman seçim yapmamız gerektiğine karar vermek, belki de, yapacağımız en önemli seçimdir.

Pek çok araştırmacı uzun zamandan beri mutluluğu ölçmeye, insanları neyin mutlu ettiğini bulmaya böylelikle de sosyal gelişimi değerlendirmeye çalışmıştır. Yapılan araştırmalar; zengin ülkelerdeki insanların fakir ülkelerdekilere nazaran daha mutlu olduğunu, kişi başına düşen milli gelir yoksulluk sınırından orta halli yaşam düzeyine ulaştıktan sonra ise zenginliğin mutluluk üzerindeki etkisinin azalmakta olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla örneğin Polonya'da da en az Japonya'da ki kadar mutlu insan bulunmaktadır, Japonya Polonya'dan on kat daha zengin olmasına rağmen. Aynı durumu aynı ulusun zaman içindeki zenginleşmesini dikkate aldığımızda da görmekteyiz: Amerika'da zenginlik 40 yıl içinde 5 kat daha artmış olmasına rağmen bunun insanların mutluluğu üzerinde anlamlı bir etkisi olmamıştır. Para değilse, mutluluğu sağlayan şey nedir? Mutluluğu sağlayan en önemli etken yakın sosyal ilişkilerdir. Öznel iyi olma hali için, diğer insanlara bağlı olmak zengin olmaktan çok daha önemlidir. Fakat burada dikkatli olmak gerekiyor, mutlu olmakla sosyal olarak bağlı olmak arasında kesinlikle bir ilişki vardır ancak hangisinin neden hangisinin sonuç olduğu o kadar da belli değildir.

Seçim yapabilme ve özerklik bağlamında değerlendirdiğimizde ise sosyal bağların özgürlüğü, seçimi ve özerkliği sınırladığını ve azalttığını belirtmek durumundayız. Bir çelişki gibi görünüyor olsa da, bizi en çok mutlu eden şeyler aslında özgürlüğümüzü sınırlayan şeylerdir. Peki, bu durum, seçim özgürlüğünün tatmin sağladığı düşüncesiyle nasıl uyuşturulabilir? Son yıllarda yayınlanmış olan iki kitap bu uyuşmazlığı irdelemektedir: Psikolog David Myers'in "the American Paradox: Spiritual Hunger in the Age of Plenty" ve siyaset bilimci Robert Lane'in "the Loss of Happiness in the Market Democracies" adlı kitapları. Her iki kitapta da maddi refahtaki artışın beraberinde öznel iyi olma halinde bir artış getirmediği vurgulanmaktadır. Hatta tam tersine, günümüzde mutluluk ve esenlikte kayda değer bir azalmanın yaşandığını iddia edilmektedir. Yaşantımıza dair pek çok seçim ile karşı karşıyayız; bu aşırı yüklenmeyle ve geleneğin sınırlamaları olmadan, hazır bir kimliği benimsemek yerine artık kendimize yeni bir kimlik yaratmak veya keşfetmek durumundayız. İnsanlar ne kadar çok kontrol sahibi olurlarsa o kadar daha az çaresiz, dolayısıyla da kendilerini daha az çökkün ve bunalımda hissedeceklerdir. Modern toplumlarda insanlara daha çok seçim yapma imkanı sunulmuştur, dolayısıyla da daha çok kontrole sahiptirler. Bu tabloya göre depresyonunu çağımızda tıpkı çiçek hastalığı gibi yok olacağını düşünebiliriz. Oysa günümüzde depresyon neredeyse bir salgın haline gelmiştir. Lane'in ifadesine göre, artan refah ve özgürlüğe karşın bir bedel olarak sosyal ilişkilerimizin niceliğinde ve niteliğinde bir azalma yaşamaktayız. Daha çok kazanıp daha çok harcıyoruz, fakat diğer insanlarla gittikçe daha az zaman geçiriyoruz. Gittikçe yalnızlaşıyoruz. Ve sosyal ağımız, doğuştan sahip olduğumuz bir şey olmaktan çıkıp, üstünde dikkatle düşünmemiz gereken tercihlerimizle oluşturmamız gereken bir şey haline geliyor.

Zaman sorunu: 
Sosyal ilişkiler zaman gerektirir. Yakın ilişkilerin oluşması zaman ve emek ister. Oysa zaman mutlak biçimde sınırlı bir kaynaktır. Teknoloji zaman kazandıran icatlar yapa dursun, zaman ile ilgili sınırlılıklarımız yine de gittikçe artmaktadır. Zaman ile ilgili bu soruna en önemli katkıyı gittikçe artan seçenekler, sunulan seçim imkanları yapmaktadır. Hayatımızla ilgili en ufak detaylarda bile tercih edebileceğimiz, dolayısıyla düşünmemiz, karar vermemiz, belki pişman olacağımız, o kadar çok seçenek var ki, bütün bu seçim süreçlerine ayırdığımız zamandan iyi bir arkadaş, iyi bir ebeveyn, iyi bir eş olmaya vakit ayıramıyoruz.

Özgürlük ya da bağlılık: 
Anlamlı sosyal ilişkiler kurmak ve sürdürmek, her zaman bunu istemesek de, bu ilişkiler tarafından bağlanmaya ve sınırlanmaya istekli olmayı gerektirir. İnsanlara bağlandığımızda seçeneklerimiz sınırlanır. İnsanlar mutsuz olduklarında iki türlü tepki veririler: Ya o durumu terk ederler, ya da mutsuzluklarını dile getirir, protesto eder, şikayet ederler. Ekonomik pazarda kişiler tatmin olmadıklarında, karakteristik olarak terk etmeyi, bırakmayı tercih ederler: eğer bir restoranın hizmetinden memnun kalmazsak bir daha ortaya gitmeyiz ve sorun biter. Serbest pazarın seçim olanaklarının, en önemli erdemlerinden biri kişiye hoşnutsuzluklarını "terk ederek" gösterme imkanı sağlamasıdır. Ama sosyal ilişkiler böyle değildir. Sevdiklerimizi, dostlarımızı sorunlar çıktığında bu şekilde terk edemeyiz, tam tersine sıkıntılarımızı dillendirmek, sorunları çözmek için çabalamak gerekir. Çabalarımız sonuçsuz kalsa da, denemeye devam ederiz. Terk etme ve bırakma en son başvurulacak şeydir. Çoğu kişi seçim özgürlüğü ile sadakat ve bağlılığın gerekleri arasındaki çatışmada dengeyi bulma işini fazlasıyla yorucu bulur. Herkesin bireysel olarak bu dengeyi kurması gerekir. Sosyal kurumlar, kişi üzerindeki bu yükü belli sınırlamalar koyarak hafifletebilir. Kendimize ve sosyal ilişkilerimize karşı sorumluluklarımızı belirleyerek, yaşamı daha belirgin hale getirebilir. Fakat sosyal kurumlar tarafından konulan sınırlamaları kabul etmek, aynı zamanda bireysel özgürlüğü sınırlamak anlamına da gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, "sınırlamalar" bir tür özgürlük sağlarken, özgürlük de bir tür "kölelik" yaratmaktadır. O halde uygun miktarda sınırlamayla denge sağlanmalıdır. Seçim özgürlüğünün yarattığı bu baskıyı azaltmanın bir yolu, ne zaman karar vermek, seçim yapmak gerektiğine "karar vermektir". Kurallar, ilkeler, standartlar ve rutinler belirlemek suretiyle kendimizi sınırlar, karar verme durumunda olduğumuz durumları sınırlayabiliriz. Böylelikle hayatı daha baş edilebilir hale getirip, diğer insanlara kendimizi adayabileceğimiz ve kaçınmak istemediğimiz ve kaçınamayacağımız seçimler için daha çok zaman bulabiliriz.

İstemek ve hoşlanmak: 
Genellikle istediğimiz şeyler aynı zamanda hoşlandığımız şeylerdir de, bize haz ve mutluluk veren şeyler. Fakat istemek ve hoşlanmak farklı şeylerdir. Ve bazı durumlar altında birbirinden bağımsız olarak var olabilirler. Tıpkı umulan tercihlerle gerçekte seçtiklerimiz arasındaki uyuşmazlık gibi. Her zaman seçim yapmak istediğimizi düşünürüz ama, gerçekten seçim yapma durumunda olduğumuzda bundan hoşlanmayabiliriz. Hayatın her alanında gittikçe daha çok seçim fırsatına sahip olmak, aslında, fark ettiğimizden daha çok kaygı yaratmaktadır.

Kaçırılan fırsatlar:
Çok sayıda seçeneğe sahip olmanın sakıncalarından biri de her yeni seçeneğin trade-off listesini artırmasıdır. Ve her yeni trade-off un psikolojik sonuçları vardır Trade-off yapmak zorunda oluşumuz aldığımız kararlarla ilgili duygularımızı etkiler. Daha da önemlisi, trade-off'ların varlığı, verdiğimiz kararlardan aldığımız tatminin düzeyini etkilemektedir.

Fırsat maliyeti: (opportunity cost)
Hiçbir fırsat, dışarıda bırakılan alternatifler dikkate alınmadan tam olarak değerlendirilemez. Yaptığımız her seçimin, reddettiğimiz alternatiflerine ilişkin bir maliyeti vardır. Fırsat maliyetlerinin en çok tercih ettiğimiz seçeneğin arzu edilirliğinden çaldığını düşünürsek, ve reddettiğimiz pek çok seçeneğin fırsat maliyetlerini hissedeceğimiz de düşünülürse, o halde arasından seçim yapabileceğimiz ne kadar çok alternatif varsa bunlara ilişkin de dikkate almamız gereken o kadar çok fırsat maliyeti olacaktır. Ne kadar çok fırsat maliyeti ile karşılaşırsak, seçtiğimiz alternatiften sağlayacağımız doyum da o kadar azalacaktır. Sonuç olarak, insanların tercihlerinin niteliğini belirleyen, seçimlerinin onlara sağladığı öznel yaşantıdır. Ve eğer belli bir noktadan sonra seçeneklerin artması tercihlerimize dair öznel yaşantımızdan aldığımız doyumu azaltıyorsa, daha çok seçeneğe sahip olmak durumu kötüleştirmektedir.

Araştırmacılar karar verme sürecinde trade-off'lar ile karşılaşmanın insanları kararsız ve mutsuz yaptığı sonucuna varmışlardır. Elde edilebilir alternatifler arttıkça, yapılacak seçimlerin gerektireceği trade-off'ların düzeyi de artacaktır. Zor trade-off hesaplamaları verilen kararların haklılığını zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla da kararlar ertelenmektedir. Kolay trade-offlar ise kararların haklılığının savunulmasını kolaylaştırmaktadır. Tek seçeneğe sahip olmak ise karar vermeyi zorlaştırma bakımından ortalama bir yerde durmaktadır. Çatışma, küçük ve önemsiz durumlarda bile insanları karar vermekten alıkoymaktadır. Araştırmalar, çatışma yaratan, trade-off gerektiren seçeneklerle karşılaşıldığında bütün seçeneklerin cazibesini yitirdiğini göstermektedir. Herkesten bizim yerimize karar verirken trade-offları dikkate almasını isteriz, doktorumuzun yatırım danışmanımızın v.s. Fakat fırsatları değerlendirirken bu trade-offları yapmak işi bize düşünce bundan hoşlanmayız. Çünkü trade-off lar beraberinde duygusal bir yük getirir. Fırsat maliyetleri ve onların gösterdiği kayıpları düşünmek duygusal olarak rahatsız edici bir şeydir. Potansiyel trade-offların varlığı sadece verdiğimiz karardan aldığımız doyumu azaltmakla kalmaz fakat verdiğimiz kararların niteliğini de olumsuz etkiler. Olumsuz duygusal yaşantıların karar verme süreçlerimizi olumsuz etkilediği bilinen bir şeydir. Olumlu ruh hali ise tam tersine karar verme süreçlerini olumlu yönde desteklemektedir. Bütün bunlar bir paradoksa işaret etmektedir. Çünkü en iyi kararlarımızı kendimizi iyi hissettiğimizde veriyoruz. Bizim için önemi olan, çok iyi düşünmemiz gereken daha karmaşık kararlar ve onlarla ilgili seçenekler ise tam tersine bizi huzursuz ediyor ve ruh halimizi olumsuz etkiliyor dolayısıyla da bu olumsuz ruh hali karar verme yetimizi baltalıyor.

Dikkate almamız gereken seçenekler arttıkça ve reddettiğimiz bu seçeneklerle ilgili çekici özellikler biriktikçe seçtiğimiz alternatiften sağladığımız doyum azalmaktadır. Bu, yaşantımıza sayısız yeni seçenek eklemenin genel iyi olma halimizi tehdit etmesinin nedenlerinden biridir. Seçmediğimiz alternatifleri ve onların olası getirilerini zihnimizden atamadığımız için, seçtiğimiz şeyle ilgili yaşayacağımız doyum seçmediklerimizin özlemiyle seyreltilmekte ve hayal kırıklığına yol açmaktadır. Bir tercihin değeri ancak alternatifleri göz önüne alındığında anlaşılabileceğine göre, fırsat maliyetinden bütünüyle kaçınmak mümkün değildir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, olasılıkların, toplam fırsat maliyetinin var olan alternatiflerin çekiciliğini yok etmeyecek şekilde sınırlanabilmesidir. Tercihlerimizden aldığımız doyumu azaltması dışında pek çok seçeneğe sahip olmanın bizi tedirgin etmesinin bir nedeni de bu kadar çok seçenek için de tercihlerimizin artık tamamıyla bizim sorumluluğumuzda olmasıdır. Başarılar da başarısızlıklar da artık olanaklarla ilişkili değil bizim seçimlerimizle, kararlarımızla ilişkilidir ve dolayısıyla olası başarısızlıkların tek sorumlusu biz oluruz. Başarısızlıklarımız için öne süreceğimiz bahanelerimiz yoktur yani. Seçimlerimiz bütün bu zengin olasılıklar içinde artık tümüyle bizi, kendimizi yansıtmaktadır çünkü.

Kararlarımıza yaptığımız yatırım arttıkça, onlara bağladığımız kaynaklar arttıkça onların haklılığını savunma ihtiyacımızda o kadar artmaktadır. Neden belli bir tercihte karar kıldığımızla ilgili olarak, en azından kendimizi, bu tercihin uygunluğu konusunda ikna etme ihtiyacı duyarız. Tercihlerimizin nedenlerini bulma ihtiyacı, sanki daha doğru kararlar vermemize yardımcı olur gibi olsa da, aslında durum sıklıkla bu değildir. Aslında insanlar sıklıkla önce tercih yapar ve karar verirler, ardından bu tercihlerinin nedenlerini düşünürler, bir bakıma tercihlerini aklileştirmeye çalışırlar. İnsanlar, tercihlerinin nedenleri sorulduğunda seçimlerini belirleyen en önemli hisleri yerine, en kolay dile getirebildikleri, söze dökebildikleri gerekçeleri sunmaktadırlar. Oysa tercihlerin ardında yatan birincil nedenler söze gelemeyen farklı şeyler olabilir. Tercihler için neden bulma kaygısı, aslında çok önemli olmayan gerekçeleri geçici bir süre için, sırf sözelleştirilebiliyor olmaları nedeniyle, belirgin hale getirebilir. Denmek istenen düşünmeden karar vermemiz gerektiği değildir. Sadece olası seçenekler arttıkça artan fırsat maliyetleri ve trade-off lar arasında seçimimizi makul gösterebilmek için mantıklı nedenler bulma ihtiyacımız da artmaktadır. Ve bu ihtiyaç içinde dile gelebilir nedenler bularak, doğrulanabilir tercihler yapmanın, her zaman sonradan da hoşnut kalacağımız doğru tercihlere yol açmayacağıdır. Daha az seçenek ve daha çok sınırlama ile çok sayıda trade-off ortadan kaldırılmış olur. Dolayısıyla da daha az şüphe hissedilip, kararları doğrulama ile ilgili daha az çaba harcanacak, daha çok doyum sağlanılacak, verilmiş kararlarla ilgili yakınmalar ise azalacaktır. Pek çok seçeneğimiz olduğunda başımıza gelen şeylerden bizim sorumlu olduğumuz inancı daha da kuvvetlenir.

İyi ve kötüyü ayırt etmek; iyi, daha iyi ve en iyiyi ayırt etmekten çok daha kolaydır. Basit ayrımlara dayanan milyonlarca yıllık serüvenimize bakınca, belki modern dünyanın sunduğu bunca seçenek için belki de biyolojik olarak hazır değilizdir. Seçim yapmayı öğrenmek zordur, iyi seçim yapabilmeyi öğrenmek ise daha zordur. Hele sınırsız olasılıkla dolu bir dünyada iyi seçim yapabilmeyi öğrenmek şüphesiz çok daha zordur. Belki de önemli kararları, seçimleri yapmayı bu kadar zorlaştıran şeylerden biri de bunların geri döndürülemez olmasıdır. Dolayısıyla belki de tercihlerimizi geri dönülemez olarak düşünmemeyi tavsiye etmek yerindeymiş gibi görünebilir. Fakat bunun da bir bedeli vardır. Geri dönme ihtimali olduğunda seçtiğimiz şeylerden alacağımız doyum, onlara yapacağımız psikolojik yatırım da azalmaktadır. Örneğin evliliği geri dönülmez bir bağlılık olarak gören kişinin, bu seçimine yapacağı psikolojik yatırım ve alacağı doyum, bu konuda daha rahat düşünen kişiye göre daha çok olacaktır. Boşanan bir çift için, evliliğin geri dönüşü olabilir bir karar olması çok iyi bir şey gibi görünebilir, fakat belki de geri dönülebilir bir karar olarak ele alınması, evliliğin bu noktaya gelmesinde etkili olmuş olabilir. Yeterince iyi ile tatmin olabilen kişiler ile ancak en iyi ile tatmin olabilen kişiler arasındaki farklılık çok sayıda seçenek ve trade off 'ların varlığından nasıl etkilendiklerinde de göze çarpmaktadır. Yeterince iyi ile yetinebilen insanlar trade-offları anlamsız kılan, her istediklerini içeren mükemmel bir seçeneğin hipotetik varlığını düşünmedikleri için fırsat maliyetlerine karşı daha dayanıklıdırlar. Oysa ancak en iyi ile tatmin olan kişilerin daha mutsuz olmalarının sebeplerinden biri reddettikleri olasılıkları düşünmeleri nedeniyle, hali hazırdaki seçimlerinden memnun olamamalarıdır.

Her karar verişimizde ve kararımız iyi neticelenmediğinde veya daha iyi olabilecek bir alternatif ile karşılaştığımızda verdiğimiz karardan pişmanlık duyabiliriz. Umulan pişmanlık ise her bakımdan daha kötüdür. Sadece tatminsizlik değil, aynı zamanda bir tür felç yaşatır. Ya önümüzdeki günlerde daha iyi bir fırsatla karşılaşır da pişmanlık duyarsam endişesiyle kişiler tümüyle karar vermekten, seçim yapmaktan kaçınabilirler. Her iki tür pişmanlık da, karar verdikten sonra yaşanan ve daha vermeden önce yaşanan pişmanlık, kararların duygusal değerini artırmaktadır. Umulan pişmanlık karar vermeyi tümüyle zorlaştırırken, kararları takip eden pişmanlık ise onlardan haz almayı zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla pişmanlık duygusu psikolojik olarak çok da lehimize çalışmamaktadır. Sahip olduğumuz seçenekler arttıkça kararlarımız öncesinde de sonrasında da pişmanlık yaşama olasılığımız da artacaktır. Ki bu da yaşantımıza yeni seçim olanakları eklemenin aslında bizi her zaman için daha mutlu etmeyeceğinin en önemli nedenlerinden bir diğeridir. Pişmanlık duygusunun bir diğer önemli belirleyicisi sorumluluktur. Yaşadığımız deneyimler bizim kendi seçimlerimizden ne kadar çok kaynaklanıyorsa ve bu seçimlerin iyi neticelenmiyorsa yaşayacağımız pişmanlık da daha fazla olacaktır. Dolayısıyla tam istediğimiz şeyi seçmemize olanak tanıyan seçeneklerin çoğalması, aynı zamanda, seçtiğimiz şey beklediğimiz ve istediğimiz sonuçları vermeyince pişmanlık duymamızı da kolaylaştırmaktadır.

Ayrıca pişmanlık sorununu derinleştiren etkenlerden biri de böyle düşünmenin sadece nesnel gerçeklikle sınırlı olmamasıdır. Dünyayı gerçekte olduğu gibi değil de olabileceği, olmuş olabileceği gibi değerlendirmek yani gerçeklikle uyuşmayan biçimde düşünmek de aldığımız veya alacağımız kararlardan sağladığımız doyumu veya pişmanlıklarımızı etkilemektedir. Özellikle, "ancak en iyi ile tatmin olan insanlar" (maximizer) için bu bir sorundur. Çünkü yaşadıkları her gerçeklik ne kadar iyi olursa olsun, zihinlerinde tasarladıkları mükemmel durumla kıyaslandığında oldukça donuk ve yetersiz kalmaktadır. Ve pişmanlığı bu kadar kötü bir duygu haline getiren şey, ona neden olan durumun eğer biz daha farklı davransa idik gerçekleşmeyecek olmasıdır. Pişmanlık duygusu sadece aldığımız pek çok kararın sonucunda yaşanmaz, aynı zamanda sıklıkla pişmanlık duygusundan kaçınma arzumuz tercihlerimizi belirler. Pişmanlık duygusundan kaçınmamızın bir diğer daha dramatik sonucu ise karar vermekten, seçim yapmaktan tümüyle vazgeçmektir. (inaction inertia: eylemsizlik süredurumu) Seçenekler çoğaldıkça fırsat maliyetleri artacak, fırsat maliyetleri arttıkça da pişmanlık duygusu artacaktır, aynı zamanda artan pişmanlık yaşama olasılığından dolayı tercih yapmaktan, karar vermekten tümüyle kaçınmak da bir tepki olarak yaygınlaşacaktır. Pişmanlık sorunu "maximizer" ler için "satisficer"lara kıyasla daha büyük mutsuzluklar yaratacaktır. Çünkü yaşanılanlar, tercihler ne kadar iyi olursa olsun bir maximizer için her zaman daha mükemmel bir alternatif söz konusudur. Oysa satisficer için böyle bir arayış gereksizdir.

Verdiğimiz kararların bizi hayal kırıklığına uğratmasının bir diğer nedeni ise adaptasyon dediğimiz süreçtir. Şeylere alışırız ve onları elimizin altındaymış gibi farz ederiz. Haz duyduğumuz şeylere alışırız ve onlar böylelikle birer haz kaynağı olmaktan çıkar. Adaptasyon yüzünden olumlu deneyimlerden aldığımız haz sürekli değildir, daha da kötüsü insanlar sıklıkla bu gerçeğin, yani eninde sonunda adaptasyon sürecinin işleyeceğini, ummazlar. Hazzın ve zevkin zamanla azaldığını görmek sıklıkla beklemediğimiz ve hoşnut olmadığımız bir sürpriz olarak karşımıza çıkar. Bu tür bir hedonik adaptasyon, beklediğimiz ve istediğimiz bir şey olmasa da, kaçınılmazdır. Ve pek çok seçeneğin olduğu bir dünyada, seçeneklerin sınırlı olduğu bir dünya ile kıyaslandığında daha da çok hayal kırıklığına neden olur. Hedonik adaptasyon kimi zaman sadece alışmakla gerçekleşirken, bazen de yeni deneyimler neticesinde referans noktamızın değişmesinden de kaynaklanabilir. Sonuç olarak daha çok seçeneğe sahip olduğumuzda, karar verme sürecine daha çok yatırım yapmamız, daha çok çaba sarf etmemiz gerekir ve bu yatırımımız karşılığında da kararlarımıza ilişkin haz beklentilerimiz artar; fakat buna rağmen, kaçınılmaz olarak, adaptasyon süreci işleyecektir. Ve sonuçta yaşadığımız hazzın düzeyi ve süresi beklentilerimizi karşılamakta yetersiz kalacak ve daha çok hayal kırıklığına ve pişmanlığa neden olacaktır.

Bütün bunlar düşünüldüğünde seçeneklerin artması kişinin özgürlüğünü artıran bir imkan olmaktan çıkıp, tam tersine ağır duygusal bir yük olarak değerlendirilebilir. Adaptasyon hayatımıza özgürlüğün ve bolluğun getirdiği nesnel gelişmeleri olumsuzlamaz, sadece bunlardan aldığımız tatmin olma hissini etkiler, duyduğumuz hazzı azaltır. Fakat bu kaçınılmaz sürecin farkında olursak, ve onu beklersek, oluştuğu zaman yaşayacağımız hayal kırıklığını kontrol altına alabiliriz. Karar verme sürecide adaptasyonu da hesaba katmak, en iyi yerine, yeterince iyi olan tercihlerimizle de tatmin olmamızı sağlayabilir. Ve en önemlisi şu anda sahip olduğumuz şeylerle ilgili olarak minnettar olmamız gerektiğini hatırlatabilir. Her ne kadar adaptasyon sürecine müdahale edemesek de minnettar olmak, şükretmek doğrudan bize bağlı olan bir durumdur. Hayatlarımızın nasıl daha iyi hale geldiğine odaklanmakla, adaptasyonun yaratacağı hayal kırıklığını azaltmak mümkün olabilir. Modern yaşamda deneyimlerimizden aldığımız tatminin azalmasının nedenlerinden biri de kendi yaşantılarımızı kıyaslayacağımız şeylerin bolluğudur. Ve seçeneklerdeki çokluk bu tatminsizliğe katkıda bulunmaktadır. Maddi ve sosyal şartlarımız geliştikçe kendimizi kıyasladığımız standartlar da yükselmektedir. Haz duygusunun referans noktası arttıkça bizim beklentilerimiz ve hayallerimizin çıtası da yükselmektedir. Beklentiler gerçeklerle aynı düzeyde seyrettiği sürece insanlar daha iyi standartlarda yaşayabilir ancak, bu durum yaşantılarıyla ilgili olarak daha iyi hissetmelerini sağlamaz. Seçeneklerin artması kaçınılmaz biçimde beklentilerin de artmasına neden olmaktadır. Hayatlarımızın kalitesini artırmak için beklentilerimizi kontrol etmek yapabileceğimiz en anlamlı şeylerden biridir. Fakat gerçekte deneyimlerimiz gittikçe iyileşirken, beklentilerimizi mütevazı kılmak oldukça zordur. Bunun yollarından biri ise harika deneyimleri nadiren yaşamaktır. En sevdiğiniz kıyafeti sadece özel günlerde giymek gibi.

Maximize etmek en iyiyi hedeflemektir, dolayısıyla da görece değil mutlak standartları gerektirir. En iyinin ne olduğunu keşfetmek ne kadar zor olursa olsun, tek ve mutlak bir en iyi vardır mutlaka. Mutlak standartları olan bir kişi başkalarının ne yaptığından muhtemelen çok etkilenmeyecek, başkalarını referans olarak almayacaktır. Diğer yandan yeterince iyiye razı olmayı gerektiren "yetinmek (satisficing)" yaklaşımı kişinin kendisine ve başkalarını kıyaslamasını, dolayısıyla da görece standartları dikkate almayı gerektirir. Fakat gerçeklikte, yani yaşadığımız dünyada durum bunun tam tersidir: en iyiyi arzulayan maximizerler daha göreli standartlara sahipken satificerler daha mutlak standartlara göre yaşamaktadır. Teoride en iyi herkesten bağımsız olması gereken bir nitelikken; pratikte en iyinin ne olduğunu belirlemek kişinin sonu gelmez kıyaslamalar içinde başkalarının ne yaptığını, ne düşündüğünü değerlendirmesini gerektirir. Diğer yandan "yeterince iyi" kavramı mutlak standartlarla belirlenemeyecek olmasına rağmen; pratikte "yeterince iyi" ile tatmin olan insanlar nispeten daha özgürce, diğer insanlardan ve sosyal kıyaslamalardan bağımsız olarak "yeterince iyi" standartlarını belirlemektedir. Seçenekler arttıkça en iyi için karar verme süreci zorlaşmaktadır, bu nedenle kararlarımızı belirlerken diğerlerinin kararlarına, ve seçimlerine daha çok bağımlı hale gelmekteyiz. Sosyal kıyaslamalar yaptıkça da, bu kıyaslamalardan etkilenme ihtimalimiz de artacaktır, ve bu etkilenme de sıklıkla olumsuz yönde olmaktadır. Yaptığımız kıyaslamalar, verdiğimiz kararlarla ilişkili olarak kendimizi daha kötü hissetmemize neden olur. Bu durum özellikle maximizer lar tarafından daha yoğun biçimde yaşanmaktadır.

Seçim özgürlüğü ve modern yaşamın beraberinde getirdiği sınırsız imkanlar beraberinde gerçekçi olmayan beklentileri de getirmiştir. Diğer yandan sahip olduğumuz olanaklar, ve özgürce seçim yapabiliyor oluşumuz kontrol duygumuzu ve hayatımız üzerindeki sorumluluk duygumuzu da artırmıştır. Bireyselleşen bir dünyada yaşantımızın gidişatından artık bizler sorumlu hale gelmişizdir. Modern dünyanın sağladığı refah ve fırsat- seçenek zenginliği içinde insanoğlu kendi kapasitesini aşan, acizliğini yok sayan bir kontrol duygusu içinde aşırı yüksek beklentilerle güdülenmektedir. Dolayısıyla da istenmeyen, hayal kırıklığı yaratan her seçim, hatta umulduğu kadar haz vermeyen her olumlu yaşantı bile, kişinin kendi kendisini suçlamasına, yapmadığı, tercih etmediği olanaklar yüzünden, kaçırdığı fırsatlar yüzünden pişmanlık duymasına ve modern yaşamın bütün refahına rağmen mutsuz ve doyumsuz olmasına yol açmaktadır. Modern dünyada klinik depresyonun bu kadar yaygınlaşmasının önemli nedenlerinden biri de 
                      
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş