Kemal-Sayar-Urun-Resim_44195-600X450.jpg

Türkiyede benliğin dönüşümü

Yaşadığımız yüzyılda artık, kimliğin sosyal bir ürün olduğu ve “postmodern” toplumlarda tek ve istikrarlı bir kişisel kimliğin üretilip sürdürülmesinin zorlaştığı dile getirilmektedir. Benliğin kalabalıklaşmasını tarif etmek için icat edilen “multifreni” kavramı, varlığın çoklu ve farklı potansiyellerinin edinilmesine atıfta bulunmaktadır. Benlik günümüzün postmodern Batılı yada Batılılaşmış toplumlarında her kalıba girmekte, bir ömür boyu büyük değişimler geçirebilmekte, bir kişilikten diğerine seyirtebilmektedir. Benlik artık bir sürekliliği olan kararlı bir organizma değil, kendini şimdiki zamanda nasıl tanımlıyorsa öyle olan bir şeydir. 21. yy.da benliğin “çoklu benlik” olarak tanımlanabileceği de dile getirilmiştir. Benliğin dışındaki kimlikler, bir giysi gibi kolayca giyinilip soyunulabilmektedir. Kişi bu kimliklerle özdeşleşse de onların varlığını “olmazsa olmaz” bir durum olarak yaşamamakta, pek de sahih olmayan bir tarzda benimsemektedir onları.

Bu bir anlamda “derin ama boş” benlikten, “sığ ve çoklu” benliğe geçiştir, içsel yaşantıyı arzulayan benlikten dışsal yaşantıda girebileceği yeni kılıklar arayan benliğe geçiştir. Temelde değişmeyi, dönüşmeyi ümit eden benlikten; o anda, hemen, en etkili ve çekici kimliği kuşanmayı bekleyen benliğe bir geçiştir söz konusu olan. Benliğin günümüzde doyduğunu, kalabalıklaştığını öne süren sosyal psikolog Kenneth Gergen yüzyılın ilerlemesiyle birlikte benliklerin başka insanların karakterleriyle kalabalıklaştığını yazar. Belleğimizde başka insanlara ait imgeler çoğalmış ve bu da bir sosyal doygunluğa yol açmıştır. Yüzeyde tek ve bütüncül bir kimliğimiz var gibi görünse de içimizde kalabalık bir kimlikler dizisi hükmünü icra etmektedir. Yazar postmodern dünyada benliğin ancak ilişkilerin bir tezahürü olarak tanımlanabileceğini öne sürer. Artık bireysel benlik değil ilişki içindeki benlik sahnededir. Benlik pek çok bağlamda kendini yeniden yapılandırır. Bireysel özerklik duygusu yerini karşılıklı bağımlılık duygusuna bırakır. Geleneksel toplulukta kişi samimi, güvenilir, çalışkan bir kişi olmakla “iyi” sıfatını hak ediyordu. Sosyal açıdan doygun bir bağlamda bir orta sınıf erkeğinden beklenen bundan çok daha fazlasıdır. Bu da insan eylemlerindeki yüzeyselliği ve samimiyetsizliği arttırmaktadır. Otantisite (sahihlik) ve samimiyet uzaklaşırken, suçluluk ve yüzeysellik duygusu sahne alır ve bunlar “pastiş kişilik”in zeminini hazırlar.

Pastiş kişilik sosyal bir bukalemundur, hazırda olan herhangi bir kaynaktan kimlik kırıntılarını alır ve onları belirli bir durumda arzu edilir ve işe yarar hâle dönüştürür. Multifreni, insan geriye dönüp neyi yitirdiğini hatırlamadığı sürece işe yarar: Dünyanın küreselleşip küçüldüğü bir çağda onun dost çevresi ve sosyal etkinliği gittikçe genişlemektedir. Küresel hız çağında herşey değişirken benlikler de bundan payını almaktadır.Artık benliğin istikrarı değil, değişimi/dönüşümü hedeflenmektedir. Gündelik hayat haz peşinde koşmakla geçer. Pastiş kişilik için sosyal bağlam dışında inşa edilecek bir benlik yoktur. Giyim kuşam benliği yaratmanın temel aracı olur. Her uluslararası marka benliğe yeni ve farklı bir ifade imkânı verecektir. Sosyal doygunluğun sonuçlarından birisi de ilişkilerde mahremiyet ve adanmışlığın giderek kaybolmasıdır : “Gerçek” benlik yitip gitmiştir ve benlik ancak diğerleri varsa vardır. Gerçek benliğin yitmesiyle birlikte sahneye kısmî ilişki çıkar, bu ilişki kişinin varlığının kısıtlı vechesi üzerine inşa edilir. Bu ilişkiler kişinin kendisini tümden ifşa etmesini gerektirmez, kişi bir bütünlük yada tutarlılık duygusu olmaksızın kişiliğinin yalnızca bir kısmını dışa vurabilir. Farklı faâliyetler için bir araya geldiğimiz farklı insanlar vardır. Bu faâliyetler dışında birbirimizin yüzünü görmek istemeyiz.

Peki bu kadar teorik lakırdıyı bir araya getirmekten murad ne? Bu erozyona uğramış, içeriği boşaltılmış yeni benliğin dili çarşıda pazarda, gazetelerde ve tv ekranlarında sıklıkla karşımıza çıkıyor, kulağımıza çalınıyor. Bu dil şehre yeni gazeteci tipinin fener alaylarıyla girdi ve pahalı mekânların müdavimleri arasında yankısını buldu. Yuppie kültürünün misyonerleri 'sığ ve çoklu benlik'lerini gittikleri her yere bir bayrak gibi taşıdılar ve şehirde, temerküz ettikleri her yerde, kendilerine benzeyen insanlardan bir koza ördüler. Yağmurlu günlerde onların paçalarına çamur bulaşmaz ve onlar için Laila'nın ışıklarının sönmesi, insanların ocaklarının sönmesinden daha korkutucudur. Tuhaf bir cemaat duygusuyla yaşadıklarını sandığım bu insanları birleştiren, hırs ve iktidarın karşı konulmaz enerjisi olsa gerektir. Bu tipin mümeyyiz vasfı dertsizliği ve rüyâsızlığıdır da. Nasıl olsa her gün yeni bir kalıba girebilir, bir gün başarılı bir iş adamı, öteki gün memleket meseleleri için kendini yollara vurmuş politikacı, sonraki gün sosyetenin hızlı çapkınıdır. Bu kişilik tipi reklamlarda oynamaya yatkındır, hayatını bir reklam kişiliği gibi yaşadığı için, bütün hayatını bir reklam fragmanına dönüştürdüğü için, sahnenin önünde olmak ona büyük bir emniyet ve huzur duygusu verdiği için o bir reklam kişisi olabilir. Onlar tüketim mâbedinde kâh fanatik rahipler, kâh mütedeyyin şâkirdler olarak gözümüze çarpar. Onları 'yalnızlığın kokusu'ndan tanıyabiliriz. İçlerinde kalabalık bir benlik de taşısalar onlar kalabalıklar içinde yalnızdırlar. İlişkilerini derin ve sağlam bir bağa dönüştürmeye hevesli olmadıkları için, her ilişki ancak onları mutlu etmeye ve zamanı geçirmeye yaradığı sürece var olduğu ve en ufak bir 'yan tesir'de kolaylıkla çöp sepetine atılabildiği için, kendilerini yalnızlığa sürgün etmişlerdir.

Peki ama Türkiye'nin o sessiz çoğunluğuna ne oluyor? O sessiz çoğunluk neden Biri Bizi Gözetliyor, Dokun Bana yahut 122 Milyon gibi absürdlüklerin karşısında sabahlıyor? O taraf tutmalar da ne öyle kuzum, şu ya da bu aileyi kendinden saymalar, yarışmacıları bağrına basmalar? Şehrin serâzat beyazlarını harcadık da, bu meseleyi nasıl halledeceğiz? Görünen o ki televizyon, Türk insanının yeni kamusal alanını teşkil ediyor. Bizi birleştiren ortak mekânlar ve nihayet mahalle hayatlarımızdan çekildikçe, onun yerini sanal ortak alanlar doldurmaya başlıyor. TV ve internetin sağladığı sanal ortam, bize hâlâ güçlü bir cemaatin parçası olarak yaşadığımız hissini veriyor. Biri Bizi Gözetliyor evinde yaşananlar bizim günlük hayatımızın bir parçası oluyor, o evde yaşananlardan yola çıkarak ev sâkinlerinin kimine sempati kimine öfke duyabiliyoruz. Aramızdaki beyaz cam buharlaşıp yok oluyor. Ama o eve yerleştirilen kameralar bizi daha geniş bir cemaatin bir parçası da kılıyor aynı zamanda, bizimle çok farklı köken ve yerlerden gelen başka insanlarla aynı evi 'gözetledikleri' sürece paylaşabileceğimiz bir şey, edebileceğimiz bir çift lakırdı bulunuyor. Yalnızca bu programlar değil türlü magazin programları da bu kamusal alan hissini çoğaltırlar. Manken ve şarkıcılar sanki arka odamızdadır, bir dokunsak onlara ulaşabilecek gibiyizdir. TV aygıtı, toplumumuzun yeni kamusal alanı olarak hepimizi görünmez bağlarla birbirimize bağlamakta, içimizdeki açlığa sahte bir şifa sunmakta, aramızda anlaşabileceğimiz yeni ve sığ bir dili çoğaltmaktadır. Reklamlar toplumsal hayatın diline karışır ve reklam cümlecikleri ile bir 'hayat felsefesi' oluştururken, TV kişilikleri bize hayatı nasıl yaşayacağımız konusunda yol gösterirler. Bu yeni kamusallık benliklerin geçirdiği dönüşümle çok yakından ilgili görünüyor. Gerçek ilişkinin yerini simulasyona terk ettiği, derinlemesine bir paylaşımın tek taraflı alıcılığa (edilgen izleyicilik) tahvil edildiği, politik baskıların kişileri mahrem ortamlarda farklı, dış dünyada farklı davranmaya icbar ettiği (ve dolayısıyla mahrem benlik ile kamusal benliğin ayrıştığı) bir ülke, sığ ve çoklu benliğin yayılması için uygun bir fideliktir. İş yerlerimizde devletin sevdiği yurttaşlarızdır, evlerimizde haşin birer ideolog kesiliriz, TV karşısında bambaşka bir dünyanın rengine bürünürüz. Erzurumlu muhafazakâr bir ailenin aynı zamanda BBG programının sadık izleyicileri olması, bu kararsız ve 'çiçekten çiçeğe konan' yeni benliğin basit bir tezahürü olsa gerektir. Demem o ki artık zihinsel yarılma yahut şizofreninin bir metafor olarak kullanım değeri kalmamıştır. Artık 'multifreni' çağındayız, gerçeğin nasıl birden çok yüzü varsa, insanların da giderek daha fazla benliği olmaktadır. Sinirbilimindeki gelişmeler beynimizin harikulâde bir müteahhit olduğunu gösteriyor : Gözün gördüğü beyinde bambaşka biçimlerde inşa edilebiliyor, beyin gözün yarım yamalak gördüğü şeyi belleğin diplerinden anıları çağırarak yeniden yapıyor, adeta icad ediyor. Dolayısıyla modern sinirbilimi 'gerçekliğin bizim inşa ettiğimiz bir şey olduğu' önermesini algı düzleminde destekliyor. Yaşadığımız çağla birlikte dünyayı atalarımızın bildiğinden çok farklı biçimlerde bilmeye başladık. Nesilden nesile aktarılan kültürel bilinç, yerini giderek kültürler arası sınırları tanımayan, toplumlar arası kısmî bir melezleşmeye ve daha ziyade, hâkim dünyanın rengine bürünmeye yol açan bir 'küresel bilinç'e bıraktı. Postmodern zamanlar bilincimizin yapısını değiştirmekte ve benliklerimizi dönüştürmektedir. Bir değil birkaç maske ile dolaştığımız günden beri, hangisinin gerçek yüzümüz hangisinin maske olduğu bilgisini yitirdik. Sığ ve çoklu benliklerimizle, hayatın tesellisini ekranlarda arayan, yönünü yitirmiş, şaşkın kimseleriz artık.
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş