Psikoterapi, eğitimli bir kişi tarafından emosyonel tabiattaki sorunları tedavi etmek maksadıyla psikolojik vasıtalar kullanılarak yürütülen bir tedavi yöntemidir. Eğitimli kişi danışan kişiyle (1) mevcut belirtileri ortadan kaldırmak, değiştirmek ve geciktirmek için, (2) bozulmuş davranış örtülerini yönlendirmek için, (3) olumlu kişilik gelişimi ve büyümesi sağlamak için mesleki bir ilişki tesis eder (Wolberg 1988). Jerome Frank (1973) benzeri etkinlikler gösteren değişik terapilerin bütün sağaltım sanatlarıyla ortak bazı özellikler gösterdiğini yazar. Bu rasyoneller ve mitolojiler hastalığa, sapmaya ve normalliğe dair bir açıklama getirirler. Frank'a göre ikna etmeye dayalı terapiler danışanın bir mitolojik sistemi kabul etmesini ve onun içine girmesini isterler. Bir terapinin etkinliği, yazara göre, bilimsel doğruluğunda değil danışanla terapist arasında paylaşılan kültürel dünya görüşüyle ne denli uyumlu olduğuna bağlıdır. Terapi böylece terapistin otoritesini pekiştirir ve danışan kişinin o terapistin kendisini iyileştirebileceğine dair kesin bir inanç, bir güven duymasını sağlar. Orlinsky ve Howard (1986) 35 yıla yayılan 1,100 psikoterapi araştırmasının sonuçlarını incelemişler ve etkin terapinin olmazsa olmaz unsuru olarak, terapinin ardındaki kurama değil de terapistlerin danışanlarıyla kurdukları bağa işaret etmişlerdir. Danışanlar iyi bir terapisti kendi dünya görüşlerine empatik ve önyargısız olarak yaklaşan kişi olarak tanımlamışlardır. Bir başkasının kendisini, ıstırabını, sıkıntısını kısmen de olsa anlayabileceğine olan inancın kendisinin derinden derine terapötik bir etkisinin olacağı düşünülmektedir (Spinelli 1994). Psikoterapiler özgül ve özgül olmayan yöntemlerle işe yararlar. Özgül olmayan yardım vasıtaları arasında şunlar sayılabilir : Plasebo etkisi, ilişki boyutu, emosyonel katarsis boyutu, telkin boyutu ve yapıcı grup yaşantıları ( Wolberg 1988). Terapistin kişiliği, danışan kişinin değişime hazır olup olmaması, çocukluğun bozuk imgeleri ve karşılanmamış ihtiyaçları terapi ilişkisinin hızını, etkinliğini, yönünü ve amaçlarını değiştirebilir. Psikoterapiye rezistans yaratan etkenler arasında, (1) yetersiz ayrımlaşma-bağımsızlaşma, (2) aşırı gelişmiş sadistik bilinç, (3) düşük özsaygı sayılabilir (Wolberg 1988). Tüm insanlarda değişime direnç noktaları olduğu gibi değişime aç potansiyeller de vardır. Terapinin temel amaçlarından birisi işe yarar bir ittifak, bir işbirliği kurabilmektir. Terapi sürecinde çok çeşitli kılıklarla direnç karşımıza çıkabilir, terapi sürecinin ilerlemesinin önünü tıkayabilir. Farklı terapiler kişinin emosyonel zorluklarını açıklamak ve anlamak için özgün kişilik gelişimi kuramlarından türeyen farklı yöntemler kullanırlar. Terapide dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan birisi, danışan üzerinde tahakküm kurmamak ve danışanı, terapistin güç arzusunu doyuracak bir nesne olarak görmemektir. Kierkegaard'ın dediği gibi, 'yardım etmek tahakküm etmek anlamına gelmemelidir'. Tüm psikoterapiler özde danışanlarında bir ümit, bir yardım beklentisi oluşturarak iş görürler. Terapist ile danışan arasında bir güven ilişkisi kurulması, danışanın anlaşıldığını, gerçekten işitildiğini hissetmesi, danışanların terapistlerinin kendilerine yardım edecek beceri, bilgelik, hüner ve duyarlıkla donanmış olduklarına duydukları inanç, hastada iyileşeceğine/değişeceğine dair bir ümit uyanması başarılı bir terapi sürecinin anahtarlarıdır.
Psikopatoloji sosyal tarihten bağımsız değildir, her çağ delilikle normallik arasındaki ayrımı farklı noktalarda ve farklı bir beğeni kültürü içinde vermiştir. Bir çok antropolog Foucault'nun ruh hastalığının tarihi göreliliğine ilişkin açıklamalarını, dikkatlerimizi psikiyatrik kavramların kültürel göreceliliğine çekerek tamamlamıştır. Psikoterapi de kısmen içinde yaşanılan toplumdaki değer ve taleplerin birçoğuyla alışveriş halinde olan sosyal bir kurumdur. Dahası, bir toplumda psikoterapinin nasıl işlediği anlamak için genellikle psikoterapinin daha geniş olan kültürel yapıyla ve onun sembolik yapılarla nasıl bir ilişki içinde olduğunu ortaya koymak gerekir. Kakar (1985) 'ilişkisel' yaklaşımların son dönemde psikanalizde öne çıkmasının yalnızca klasik nevrozların yerini kimlik sorunlarına, narsisistik ve borderline kişilik bozukluklarına bırakmasıyla ilişkili olmadığını, fakat aynı zamanda 1960'lardan başlayarak Batı toplumlarında revaç bulan aydınlanma-karşıtı değerlerin bir rönesansını da temsil ettiğini yazar. Kültürel bir zâviyeden bakıldığında, benlik nesnesi (selfobject) ilişkilerinin formülâsyonu -bireylerin diğer insanlardan hayat boyu süren ihtiyaçları olan empatik bir biçimde anlaşılma, yüceltilebilir olma ve özsaygı ve bütünlüklü benliği sürdürmek için bir dizi hüneri paylaşma- kendine yeter, kendine güvenli Kuzey Avrupa-Kuzey Amerika bireycilik kültürüne asıldan bir eleştiridir. Geleneksel psikanaliz yalıtılmış bireysel zihin üzerine temellenirken benlik psikolojisi diğerleriyle hayat boyu süren bağımlılık ve karşılıklı bağımlılığı vurgular. Bu benlik nesnesi ilişkileri eksikse, bireylerin özsaygıları zayıf olacak ve kolayca incinebilen özsaygılarına yönelik her türlü yara berelere karşı savunma geliştireceklerdir. Bu durum sorunlu ilişkilere, sınırlı çalışma kapasitesine yol açabilecek; hatta daha ileri durumlarda benlik parçalanabilecektir de. Benlik psikolojisinin Amerikan bireyciliğinin zirvede olduğu orta batı ABD'de ortaya çıkması tesadüf değildir. Amerika pek çok yorumcu tarafından olağandışı fiziksel ve toplumsal hareketliliğe sahip, kendi kendini idare ve kendine güven konusunda aşırı bir vurgusu olan ve neticede ilişkilerin kırılgan olduğu bir coğrafya ve kültürdür (Kakar 1985). Meadow ve Vetter (1959) Yahudi kültürel değer sisteminin Freudyen psikoterapi kuramını nasıl etkilediğini tartışmışlardır. Yahudilik bir nihâî hedef olarak insan mutluluğunun bu dünyada (cennette değil) elde edilebileceğini vaz'eder, gerçek dünyadaki herhangi bir mutsuzluk kötüdür ve onarılması gerekir, bu temel gerçek psikanalitik kuramda yankısını bulacaktır. Cinsel dürtü üzerinde rasyonel bir denetim sağlamak Yahudilikten psikanalitik kurama intikal eden bir düşüncedir. Kelimelerin anlamı konusunda da psikanalitik ve Talmudik bakış açıları arasında koşutluklar vardır. Bir Talmud bilgini için kelimeler yüzeyde ifade ettiklerinin ötesinde daha derin ve örtük anlamlar taşır. Nihayet, Freudyen aile ilişkileri kavramı ve Oedipus karmaşası gelişimi Yahudi kültüründeki tipik aile örüntüsüyle yakından alâkalıdır. Anne oğul ilişkisi karı koca ilişkisine göre daha tam ve yoğundur ve ideal evlilik ilişkisinde kadın kocasına çocuğu gibi davranır. Benzer bir biçimde Mahler'in özerklik, ayrılma ve bağımsızlaşma üzerine yaptığı vurguların da Batılı dinî ve kültürel değerleri güçlü bir biçimde yansıttığı dile getirilmiştir. Ruhun Tanrı'dan ayrı düşüp sonunda onunla yeniden buluşması konulu dinî anlatının, benliğin hayatı ve gelişimi üzerine seküler bir kurama dönüştürüldüğü bildirilmektedir (Kirschner 1996). Doğulu, ilişki-yönelimli toplumlarda bir ilişki geliştirmek için özel bir konu ve sebep gerekmezken Batılı iş ve etkinlik yönelimli toplumlarda bir konu yokluğu rahatsız edici bulunabilir. Psikodinamik psikoterapinin açık meselesinin anlama ve içgörü kazanma olduğu öne sürülse de metadilinin sevgi ve insan ilişkisine yönelik olduğu dile getirilmiştir (Tseng 1999). Tseng (1999) buna ilâveten Batı toplumlarında insanların çocukluktan erişkinliğe hızla sokulduklarını ve bunun da 'bitmemiş bir iş' bıraktığını ve özelde psikanalizin hastalar için bu yönüyle anlamlı ve değerli bir yaşantı sağladığını yazar. Psikoterapinin kurumsal inşası Batı toplumlarındaki yoksunlukların karşılanması için önemli bir adım olarak görülebilir. Kleinman (1988) psikanalitik kuramdaki veya herhangi bir başka mesleki terapötik psikolojideki benlik modelinin, Batılı değerlerle kültür değişimine uğramamış, Batılı kişilik paradigmalarını benimsememiş Çinlilere veya başka bir Batılı olmayan topluma uygulandığında, bunun ciddi bir hata olacağını söyler. Bu kuram görünürde evrensel olduğu düşünülen bastırma ve aktarım gibi psikolojik süreçler yanında diğer profesyonel psikoloji sistemlerinden kültürel olarak geçerliliği kanıtlanmış başka anahtar kavramları da ihâta etmelidir. Bunun yanısıra Çin veya başka bir batı dışı kültüründe benliğin yapısına ve patolojilerine özel olan geniş bir dizi ölçüyü de içermelidir : Örneğin, grup uzlaşısı için uygulanan içsel sansür, zıtlaşmaları uyuma zorlayan itki, karşılıklı sorumluluk üzerine inşa edilen bir gelişim süreci, ahlâkî olarak kendini yetiştirme yolunda yoğun bir ego ideali eğitimi, bedensel metaforlar üzerine kurulu örtük kendini ifade biçimleri ve sessizliğin kullanımı, çatışma ve karmaşaların üzerinde daha az duran ayrı bir psikoseksüel gelişim süreci bu ölçüler arasında arasında sayılabilir. Kakar (1985) Hindu kişi görüşünün insana bireylik pâyesini ancak hayatının sonlarına doğru, kişi kendisini insanî bağ ve ilişkilerden soyutlayabilecek bir olgunluğa eriştiğinde verdiğini belirtir. Hindu kişileri o zamana dek, kendi kültürleri zâviyesinden bakıldığında, ilişkilerden oluşan varlıklardır. Duygu, ihtiyaç ve güdüler ilişkiseldir ve onların bozuklukları da ilişkilerdeki bozulmadan köken alır. İnsanın bu bölünebilir, kişi-ötesi (transpersonal) doğasına yapılan vurgu kadim Hint öğretilerinden köken alır.
Psikoterapinin bilimsel dilinin altında bir konuşma biçimi, bir buluşma, sosyal bir dramanın yattığı tartışılmaktadır. Geleneksel ya da modern öncesi bir kültürde rahip, sağaltıcı ya da şaman ile kişi arasındaki görüşme kişisel öykünün bir uzlaşı yoluyla topluluğun öyküsüne katıldığı bir olaydı. Kişi böylece yeniden moral bulur ve içinde bulunduğu kültürün moral düzenine kabul edilir. Modern psikoterapide de daha bireysel ve bilimsel bir çerçeve içinde benzeri bir süreç gerçekleşir. Psikoterapi de kendi yöntemiyle anlatıyı ya da öyküyü yeniden inşa etmektedir. Geleneksel ve dini temelli sağaltımın aksine, psikoterapide müşterinin öyküsü sosyal ve kültürel bağlamından soyutlanır ve bunun yerine kişide 'altta yatan' patolojik yapıların keşfine soyunulur. Terapiyi modern hayatın güçlü bir unsuru ya da albenili bir ürünü yapan şey, pek çok kişi için terapi odasının gerçekten işitildikleri, öykülerini anlatıp kabul gördükleri yegane yer olmasıdır. Ancak öykünün anlatılmış olması, geçmişin aksine kişiyi paylaşılan, bir kültürün üyelerini birleştiren daha büyük anlatıya eklemlememektedir. Geleneksel toplumlarda bir topluluğun tarihi sözel anlatılarla ve efsanelerle nesilden nesile aktarılırken, modern zamanlarda kişilerin tarihi en çok dede ve ninelerine uzanmaktadır. Savaş, göç ve sosyal değişime bağlı kayıpların sonuçları yeni nesiller üzerinde etkili olmuş olsa bile modern terapilerde kişinin geçmişi çocukluğundan başlatılmaktadır. Modernliğin sınırında artık hikayeler de farklı biçimlerde anlatılmaka ve işitilmektedir. Hikayeci ile dinleyiciler ayrışmış, efsane hikayeleri artık dinleyicilerin de katıldığı karşılıklı yaşantılar olmaktan çıkmıştır. Çağdaş söylence öyküleri CNN tarafından yayılmakta, milyonlar tarafından izlenmekte ve söz yerine görüntüyle izleyiciye ulaştırılmaktadır (McLeod 1997). Yakın zamana kadar Anadolu kasabalarında dinleyicilerin de aktif katılımıyla anlatılagelen Köroğlu hikayeleri yahut Hz. Ali'nin cenkleri, TV'nin yaygınlaşmasıyla birlikte kaybolmaya yüz tutmuştur. Terapi globalleştikçe tüm dünyadaki terapistler aynı el kitaplarından edindikleri standart girişim yöntemlerini benzer biçimlerde müşterilerine sunmaktadırlar. Ancak postmodern zamanlarda terapi müşterisi de giderek külyutmaz bir kişiliğe bürünmekte, hem kendisinin hem de terapistin hikayesini yapıçözümüne uğratacak, terapinin kendisi üzerine düşünebilecek bir yetenek göstermektedir. Terapiye yönelik postmodern yaklaşımlar terapinin bir yapıçözümünü yapmakta, onu ait olduğunu iddia ettiği bilimsel bilgi/güç/kesinlik tahtından indirmekte ve terapinin özünü kişisel hikayelerin anlatıldığı bir meydan olarak tanımlamaktadır.
Türkiye'nin yaşadığı hızlı sosyal değişim yaşam sorunları olarak ofislerimize yansıyor. Popüler kültür bir el çabukluğuyla buna da çözüm buluyor ve özgürleşme ideolojisi şırınga eden pop psikoterapistler insanlara anlık çözümler sunuyorlar. Zincirlerini kır, bağlarını kopar, özgürleş, rahatla. Pop psikoterapistler kendi yaşam biçimlerini ya da anlayışlarını bilimsel bir jargonla sarıp sarmalayarak müşterilerine servis edebiliyorlar. Yaşam hakkında şuradan buradan edinilen hakikat kırıntıları terapinin malzemesi olabiliyor. Pop psikoterapi , 'sev, anlayışla karşıla, kendini gerçekleştir, hayatını yaşa' gibi genel geçer düsturlarla bir yaşam biçimi terapisi yapmaya sıvanıyor. Haber eğlence gibi psikoterapi seansı da derinlemesine bir ilişkinin yaşandığı, empatinin devreye girdiği bir sahici ilişki değil bir simulasyon, ilişki benzeri bir durum, eğlendiren ve hoş tutan bir seans olup çıkıyor. Pop psikoterapinin insanların içinde yer eden anlam boşluğunu dolduramayacağı, terapide dile getirilen öyküyü yeni bir dille anlatamadığı ve -mış gibi sendromunu çoğaltacağı, bu yönüyle de tahripkar olduğu düşünülebilir. Gülayşe Koçak Çifte Kapıların Ötesi adlı anlatısında psikoterapi sürecini şöyle betimlemektedir : "Kediler ve köpekler en hassas yerlerini karınlarını ancak tekme atmayacağına çok güvendikleri kişilere açarlar. İnsanlar gündelik haytın acımasız akışı içinde karınlarını her yönden gelebilecek saldırılara karşı her an korumak durumundadırlar. Psikoterapinin varolabilmesi, bir insanın bir diğer insana kendini açmasıysa güvene dayalıdır. O güvenin oluşmasıysa yavaş ve çok inişli çıkışlı bir süreç; hekimin bir sözü, yüzünün aldığı bir ifade, bir el hareketi, bir sözcüğün ikinci hecesini ifade ederken sesinin çeyrek notacık tizleşmesi, en hassas yere atılmış bir tekme olarak algılanabilir. Burası kesinlikle dişçi koltuğu değildir. Burada çok zor, çok karmaşık bir ilişkiler ağı kuruluyor, dantel gibi ince ince örülüyor..."