Gün geçmiyor ki aşka dair bir söz kulağımıza çalınmasın. Ondan bu kadar çok söz edilmesi onu pek az bulmamızdan mı? 'İnsan ilişki arar' der Fairbairn. Kelam-ı Kadim'i değiştirir bazıları, 'önce ilişki vardı' derler. 'Başkasının yüzü beni benliğimden başka tarafa yönelterek yükümü hafifletir'. Aşk bir ilişki arayışıdır. Bu yazıda aşkın ruhbilimsel ve ruhçözümsel kavramlaştırmalarına değiniyor ve değerli yazar/düşünür Rasim Özdenören'in 'Aşkın Diyalektiği' adlı eserini tartışmak istiyoruz.
Aşkı anlamak ve anlamlandırmak için ne çok şey söylenmiş, yazılmış ve konuşulmuştur. Ötekini arayış Eflatun'dan bugüne kaybolmuş benliği bulma gayreti ve bir tamamlanma arzusu olarak düşünülmüştür. Bu düşünceler psikanalize taşındığında benliğin yitik ve sahipsiz vecheleri üzerine odaklanılmıştır : Kendi benliğimde eksik olanı ötekinde yüceltirim ve bu yüceltilmiş ötekiyle birleşerek bende eksik olana kavuşurum. Ancak yüceltme bir bumerang gibi geri de dönebilir : Ne zaman ki sevgili, arzularımı yansıtacağım, kendimde eksik bulduğumu bana geri verecek bir işlev görmez, o zaman hakir görülmeyi hak eder. Bu açıdan bakıldığında aşık olmak ötekinde kendi 'yitik cennet'imi bulduğum, yüceltilmiş benlik imgemi sevgili vasıtasıyla yeniden içime aldığım bir imkanı temsil eder. Romantik aşkın bel kemiğini oluşturan şey, gerçek bir kayıp duygusu hissetmeksizin teslimiyettir, öyle ki aşkın gerçekleşme ihtimali ne kadar uzaksa aşkın ateşi o kadar harlı olur. Ulaşılamayan güçlenir ya da Freudyen deyişle, 'ancak baskı altında tutulan cinsel dürtülerdir ki insanlar arasında uzun erimli bağların oluşmasına yol açar'. Aşkla sarmalanmış ne de çok duygu vardır : kıskançlık, saldırganlık ve öfke sırası geldiğinde aşkla yer değiştirirler. İlk kuramcılar aşkı anlamak için ana-çocuk bağına müracaat ettilerse de daha sonraları gelişimin daha geniş toplumsal bağlamı dikkate alınmıştır. Aşk bir sevgi nesnesiyle ilkel bir birleşme olarak görülmeyecektir artık, o çok boyutlu bir yüceltme ve özdeşleşme sürecinin ürünüdür. İdeal aşk kavramı en kamil ifadesini ilahi aşkta bulacaktır, bu durum, Julia Kristeva'nın deyişiyle kişiyi sükuna erdiren, 'Narcissus'un arzu ve öfkesinin zafer ve mağlubiyetleriyle pek de gizlenemeyen o yaraları iyileştiren' bir kuvvettir. Sevgiliye ego idealinin arzu edilir vasıflarını yerleştiren kişi özdeşim yoluyla onlara sahip olur. Erkek aşık olmakla ideal anneye, kadın aşık olmakla ideal babaya kavuşacaktır ve böylece özlenen birlik gerçekleşecektir : ben ve öteki, baba ve anne arasındaki bu birleşme ideal benliği doğuracaktır.
Toplumsal davranışın en temel saiklerinden birisi ilgi gösteren ötekiyle samimi ilişkiler kurma arzusudur. Olgun biçimiyle samimiyet pek çok kişinin başarmakta zorlandığı bir durum olarak karşımıza çıkar. Başkaları tarafından arzu edilmek, beğenilmek ve anlaşılmak hayatımızı iyi bir biçimde yaşadığımız duygusunu sağlar bize. Diğerlerinde ilgi uyandıramamak kişide özgüven kaybı, yetersizlik, çöküntü ve yalnızlık hissine yol açar, bu kimileyin tahripkar dürtülere de dönüşebilir. Freud samimi ilişkiler kurma yolundaki olgun teşebbüslerin akim kalmaya mecbur olduğunu öne sürmüştür: Bu teşebbüsler, bebek-anne arasındaki bağda mündemiç olan o emniyetli tatmini yeniden yaşamaya yönelik olduğu için, ümitsiz çabalardır müellife göre. Erkek çocuk aslında annesine aşıktır, cinselliğin meşru görüldüğü kadınlar ona yabancı kadınlardır oysa, bu yüzden de her aşk bir anne arayışı ve o anne bulunmadığı için de bir hüsrandır. Duygu ve cinsellik bilinçdışı bir surette ayrılmıştır, anne ve babayı birer cezalandırıcı imge olarak içe alan kişi, çocukluğunda arzu ettiği ebeveynine benzer bir biçimde, farklı ve yeni bir arzu nesnesini hedef edinmiştir. Bu yeni durum, ebeveynden başkasına yönelen bu sevgi, o cezalandırıcı ana baba imgesine karşı kişinin kendisini koruyucu bazı savunmalar geliştirmesine yol açar. İlk savunma arzu nesnesine karşı zahidane bir tutumla yaklaşmaktır. Kişi romantik itkilerini savuşturmak için arzu nesnesini değersizleştirir. İkinci savunma düzeneği arzuya karşı bir ahlaki mazoşistik zırha bürünmektir. Kişi yeni arzu nesneleri edinme iştiyakını bilinçdışında ana babanın içsel imgelerine karşı bir ihanet olarak yaşamaktadır. Bu temel günahtan kaçınmak için, farkına varmaksızın, muhatabında kendisini reddetmeye dönük tutumlar uyandırmaya çalışır. Psikanalizin aşk kuramı fazlasıyla kasvetli bir koridordur: Bu koridorun hiçbir kapısı merhamete, aşkınlığa, diğerkamlığa, olumlu ve hasbi duygulara açılmaz. Bu yüzden olsa gerek, aşk üzerine düşünen psikanalistler, olgun bir duygusal bağ veya bir samimiyet arzusu yerine cinsel ihtiraslar üzerinde durmayı yeğlemişlerdir. Freud'un insan tabiatı hakkında kötümser ve kötücül bir bakışa sahip bulunduğunu biliyoruz. Aşkın başka halleri olabileceğine fazla ihtimal vermiyordu besbelli, nasıl ana-çocuk ilişkisinin pederşahi ailede evrensel tek bir modeli olduğunu düşünüyorduysa aşkın da çocuksu tepkilerin tekrarından ibaret olduğunu düşünüyordu. Oysa anne baba ile çocuk arasındaki ilişkinin 'ödipal' durakta takılı kalmadığını, ödip karmaşasının da antropolojik verilerle tartışır hale geldiğini, sağlıklı ailelerde çocuğun bağımsızlaşmasına ve eşit bir ilişki geliştirilmesine izin verildiğini bugün biliyoruz. Bugün kimi yazarlar Freud'un aşkı kavramlaştırma biçimine onun suçluluk duygusuyla utancın dinamiklerini karıştırdığını söyleyerek itiraz etmektedirler. Suçluluk duygusu kolaylıkla tanınabilir ve kontrol edilebilirken utanç sıklıkla bedensel belirtilerle yaşanır ve onu açığa vuracak kanallar da yoktur. Suçluluk duygusunda gurur saklıdır; suçluluk duygusuyladır ki kişi yanlışı ve kötüyü seçme gücünün olduğunu kabul eder. Oysa utançta insan kişisel gücün yokluğunu hisseder. Kişi kendisinde var olduğunu fark etse bile utancı nasıl itiraf edebilir ki? Freud'un kendi (güçlü) annesiyle olan karmaşık ve ikircimli ilişkilerini çözümleyememesinin onu bir utancın sularına bıraktığı, kendisinin de bu utancı hiç fark edemediği, bu yüzden insanın duygusal çatışmalarının temeline suçluluk duygusunu yerleştirdiği dile getirilmiştir.
Aşk sevdiklerimizin yüzüne tuttuğumuz bir ayna olabilir ama 'romantik' aşkta aynayı sıklıkla sevdiğimizin yüzüne değil kendi yüzümüze doğru tutarız. Muhatabımızla karşılıklı olarak birbirimizi geliştirdiğimiz bir ilişki değil de karşılıklı olarak narsizmalarımızı pekiştirdiğimiz, gönül okşayıcı bir ilişki kurarız. Ebediyet arzusuyla kıvranırız : Keşke sevdiğimin gözündeki yüceltilmiş imgemi sonsuza dek saklayabilsem, keşke zaman dursa da sonsuza dek bu saadet çeşmesinden su içsem! Kendi kalbimle severim onu, belki de derdim sevmek değil sevilmektir, ayrılık saati gelip çattığında 'benden ne istediğini, beni nerelere koyduğunu hiç anlayamadım' deyişim belki de bundandır. Sevilme arzusu bir türlü kanmak bilmez. Aşk bu yönüyle bir infilak halidir : Beni seviyorsan benim bir parçamsın, sana duyduğum aşkla yüceliyorum. Beni sevmiyorsan benim sevdiğim kim? Aşkının bana verdiği acıyla yüceliyorum. Bu acıyı bu dünyada yalnız ben çekebilirim, o halde sen beni sevmesen de ben beni seviyorum. Goethe'nin deyişiyle : 'Seni seviyorsam, sana ne bundan?'
Batı uygarlığının göz merkezli bir uygarlık olduğu dile getirilmiştir. Göz tensel aşkı kışkırtır. Öte yanda Doğu aşkı söylenemeyende arar, imada, endam ve süzü (lü)şte. Doğu aşkları o eşsiz suskunluktan, örtük olandan, o sevip de açıktan söyle(ye)meyiş halinden beslenir biraz da. Oysa dışa vurulmayan bir kalemde patoloji hanesine yazılır Batıda, duygu ancak sözel olarak dışa vurulduğunda sıhhatlidir. Doğunun aşkı ise sözsüz bir dünyada dolaşır gibidir, o Mecnun olup çöllere düşmek, Ferhad olup dağları delmekle ifadesini bulur, yani zahmetle, oluşla. Doğu 'seni sevmekle yüceliyorum' demez de, adeta 'sevmekle yüceliyorum' der, yol menzilin ta kendisidir. Göz odaklı bir 'uyarılma' uygarlığı karşısında kalb odaklı bir 'oluş' uygarlığı. Burada aşk yeni bir açılım kazanacaktır, Leyla'dan Mevla'ya giden yol, aşığın oluş cehdiyle inşa olur. Maneviyatı insanın varoluş hiyerarşisinde en üstün mertebeye yerleştirmeyen bir uygarlığın, aşkı kavramlaştırmak konusunda kısır kalacağını ve psikanalizin Doğulu bir aşkı tarif ve tavsif etmekte bize yardımcı olamayacağını evvel emirde teslim etmek gerekir.
Rasim Özdenören'in düşünür kimliğini gönül adamlığıyla mezcederek dikkatimize sunduğu 'Aşkın Diyalektiği' adlı eseri, aşkın türlü halleri üzerine bir güldeste. Bu kitabıyla yazar aşkı beşeri ve manevi düzlemde ele almakta, bize hem felsefi hem de psikolojik bir okuma sunmaktadır. Bu eseri benzerlerinden (mesela Roland Barthes'in Bir Aşk Söyleminden Parçalar) ayıran şey, berisinde üzerinde yaşadığımız toprakları mayalayan kültürel değerlerin varlığının yoğun bir biçimde hissedilmesidir. Özdenören, tasavvufi kavrayışın kılavuzluğunda bizi Doğunun ve Batının bahçelerinde gezdirmektedir. 'Aşkın beka ile olan ilintisinin onun sürekli arayış halinde olmasını ve menzilin ulaşılmazlığını gerektirdiğini söyleyebiliriz' diye yazar. Daha kitabın başında bir duyuş vasatı ve vasıtası olarak kalbe işaret eder. Tasavvufi düşüncede kalbe verilen merkezi rol onu hem bilincin nihai merkezi, en içsel gerçekliği, hem de duyguların bir katalizörü olarak tanımamızı sağlamaktadır. Kalb usu aşan bir bilincin sağlayıcısıdır zira o Tanrı'nın arşıdır, bilgi de duygu da oradan neşet eder. Erdemli Şehir adlı yapıtında Farabi de kalbi organlar hiyerarşisinde en üste yerleştirir ve onun tüm diğer organlara buyruk verebileceğini ama hiçbirinden buyruk almayacağını söyler. Mutasavvıf yazar ve şairlerin us ve kalbi sıklıkla karşı karşıya getirmeleri ikisinin farklı hayat kiplerini imlemeleri dolayısıyladır. Us bize bilgi için gereklidir oysa kalb hakikat için çırpınır. Kalbi eksene alan bir yaşayış, eşyanın örtülerinin kaldırılması ve aşk üzere yaşayış demektir. 'Aşk bir yola koyuluştur' ve 'kalb, bu arayış esnasında soruların yeridir. Huzurun bulunmadığı yerdir. O, maşukuna ulaşıncaya değin sorularını sürdürür. Bir kararda durmaz. Maşukuna ulaşıp ulaşmadığını da bilmez. Onun içindir ya, arayışı sürüp durur.' Özdenören aşkın vuslat iştiyakından ve vuslatın imkansız halde bulunmasından doğduğunu yazar. Bizi etkileyen aşk öyküleri kuşkusuz vuslatın bir türlü gerçekleşemediği öykülerdir ama aşk bir manada sevgiliyle buluşma, sevgilide eriyip yok olma arzusunu da içermez mi? Aşkın kavuşamayışla gerçek kıvamını bulduğu yolundaki genel görüş, kanımca tartışılmaya muhtaçtır. Tanrısal aşk için bu önerme kuşkusuz açıklayıcı bir değer taşıyor ama 'romantik aşk' vuslatla anlamlanıyor: Sevgilinin yüzünde kendi yüzümü seyretmek için onunla beraber olmam gerekir. Vuslat bir imtihandır, aşkın mihenge vurulduğu yerdir orası, kim ki sevdiğinden vuslatla uzaklaşır, o zaten bir yanılsamaya tutunmuş demektir. Vuslatladır ki romantik aşkın efsunu bozulur : artık kendi narsisistik arzularımızı yansıttığımız bir kendilik nesnesi (selfobject) değildir karşımızdaki, hata ve günahlarıyla, etten, kemikten ve ruhtan bir varlıktır. Aşk, vuslat vuku bulduğunda hala oradaysa aşktır. Romantik aşkın, en uç boyutunda, kişinin kendi ruhsal yapısı içinde bir boşluğu doldurmak üzere başkasını kullanması olarak tanımlayabileceğimiz narsisistik bir çaba vardır. Bu türde bir aşk sevgiliye kavuşulunca bozulma istidadı gösterebilir oysa Otto Kernberg'in olgun aşk olarak adlandırdığı durum; daha az yüceltme ile giden, tahammül duygusunu da içinde barındıran, sevgilinin kusur ve hatalarının affedilebildiği, daha az istekte bulunan bir aşk olarak tanımlanmaktadır. Özdenören 'seviyorum ama ona tahammül edemiyorum' cümlesinde özetlenen durumu tartışırken az önce andığım görüşü geleneksel sevgi telakkisi olarak değerlendirmekte ve bugün bunun bir hayli uzağına düştüğümüzü tesbit etmektedir. Bu cümlenin psikolojik muhtevasının eksik bırakıldığını düşünüyorum. Tahammül modern zamanlarla beraber duymak istemediğimiz bir kelime. Istıraba tahammül kadim geleneklerde kişisel tekamülün en önemli ögesiydi, bugün modern toplumu 'analjezi toplumu' ifadesiyle niteleyenler, her türlü ıstırabı dindirmek isteyen bir yaşama tarzına atıfta bulunuyorlar. 'Seviyorum ama tahammül edemiyorum' sözünde nevrotik bir sevgi ihtiyacı saklıdır. 'Seviyorum ve bu yüzden de sevilmeyi hak ediyorum' der bize bu söz, 'ama bu durumun getirebileceği sorumluluğu kabul etmiyorum'. Bu sevgi ilişkisi benim ruhsal ihtiyaçlarımı doyursun ama ben onun için bir fedakarlığa katlanmak zorunda olmayayım. Bu düşüncenin doğasında faydacılık var ve modern zamanlara ait bu 'aşk söylemi' çağımız insanının bir çok tedirginliğini de içinde barındırıyor: bireyciliğin öne çıkışıyla beraber insan ilişkilerinde sığlaşma, adanmışlıktan kaçış, kendi egosunu herşeyin ve herkesin önüne alma, yoğun bir sevilme isteği duyulmasına karşın aşkın gerektirdiği karşılıklı sorumluluk hissinden ürkme. Bu kanımca modern ve Batılı bir durumdur, nitekim Özdenören bu cümlenin karşısına Doğunun bakış açısını koyar. Maşuk 'sevildiğimi biliyorum ama ben bu sevgiyi kaldırabilir miyim?' diye sormaktadır burada. Yazarın işaret etmek istediği durum bu olmasa da ikinci cümlede bir sorumluluk duygusunun kendisini hissettirdiğini düşünüyorum. Burada ilişkiyi sahipleniş, ona dair bir düşünüş var. Bu duyma biçimini Tanrı ile olan sevgi ilişkisine de taşıyabilirsiniz sözgelimi, ama bir de ilk cümleyi düşünün, oradan Tanrı sevgisine bir kapı aralamak kabil mi? Yourcenar'ın cümlelerine baş vurmanın tam sırası : 'Biri yüzünden ıstırap çekmeyi göze almak için onu sevmek gerekir. Seni çekebilmek için seni çok sevmek gerek.' Özdenören sevilen nesnenin cazibesinin güzelliğini önceleyeceğini belirtiyor. Burada o cazibeyi yapan şeyin ne olduğu sorusu cevapsız kalıyor. Ne oluyor da birden diğerlerinin hiç de güzel bulmadıkları bir kişinin çekim alanına giriyorum? Burada Hz. Mevlana'dan bir örneği imdada çağırabiliriz. Bir gün halife Leyla'yı çağırır ve onu gördükten sonra şaşkınlıkla şöyle der : 'Sen o musun ki Mecnun senin derdinden çöllere düştü! Sen başka güzellerden daha güzel değilsin.' 'Sus' der Leyla, 'çünkü sen Mecnun değilsin!' Bu harikulade öyküde de işaret edildiği gibi muhatabımın cazibesini belirleyen şey benim arzumun keskinliğidir. Arzumun, belki de ihtiyacımın. Senin caziben benim sevmek ve sevilmek yönünde duyduğum o güçlü istekten kaynaklanıyor olabilir. Yani ruhçözümünün komplo teorisine göre, beni cezbeden sen değilsin, seni cazip kılan benim. Lacan'ın deyişiyle, arzuladığımız şey ötekinin arzusudur, bilinme yönünde duyduğumuz ihtiyaçtır : Onu değil, onun beni arzu etmesini arzularım.
Özdenören aşkı bir 'kendini aşma cehdi', aşıklığı da bir istidat olarak tanımlar. Modern psikoloji araştırmaları aşkı bir benlik/kendilik genişlemesi (self-expansion) olarak tarif etmektedir. Aşk ego sınırlarının aşıldığı, ötekinin egosu ile benim egom arasındaki çitlerin kalktığı bir sınırsızlık durumudur. Marguerite Yourcenar eşsiz eseri Ateşler'de şöyle dile getirir bu durumu : 'Nereye kaçıp gideyim? Dünyayı dolduruyorsun. Senden ancak sendeyken kaçabilirim'. Kendi kafesimi kırmakladır ki seninle birleşebilirim, sen ve ben biriz ve artık bize yalnızlık yok. Scott Peck, Az Gidilen Yol'da, aşık olmayı bir regresyon (gerileme) eylemine benzetir : 'Sevgili ile birleşme yaşantısı bizler henüz bebekken annelerimizle birleştiğimiz o zamanı yankılar. Bu birleşmeyle birlikte çocukluğumuzda terk etmek zorunda kaldığımız o kadir-i mutlaklık duygusunu da ele geçirmiş oluruz. Herşey mümkündür, her engel aşılabilir. Bu duygular, en az, iki yaşındayken ailenin ve dünyanın kralı olmayı düşleyen bir çocuğun duyguları kadar gerçek dışıdır'. Özdenören 'Aşkın Diyalektiği'nde sıklıkla tensel aşktan ilahi aşka dehlizler açar. Aslında nasıl tensel aşk ego çitlerinin aşılması ve bir sınırsızlık duygusu getiriyorsa İlahi aşkta da kişinin kendi benliğinin sınırlarıyla mevcudatın sınırları arasında bir geçişkenlik yaşanır, bu sınırsızlık hali Tanrı'yla olan ilişkide tebellür ettiğinde şair 'Ben Hakk'ım' der. Özdenören, ilahi aşkın sürekli bir yolculuk hali olduğunu şu sözlerle anlatmaktadır : 'Aşığın içinde gelişen aşk ilişkisi, böylelikle, her vuslatta, yeni bir menzilin hareket noktasını oluşturur : aşık her defasında, tekrar ve tekrar, kendini yolun başlangıç noktasında bulur. Bu durum, ilahi aşk söyleminin de temelini oluşturur: orada da daima menziller vardır, fakat bu menziller, ilahi aşk yolcusunun her zaman önünde bulunur: ulaşılan her menzilin önünde duran ve ulaşılmayı bekleyen başka menziller bulunur'. Burada Özdenören'in eserinin temel problematiği karşımıza çıkmaktadır. Yazara göre aşık sevgiliye daima ulaşılamaz bir mesafededir ve bu mesafe teorik olarak kapanamaz, kapanırsa aşk alelade bir ilişki halini alır. Yazarın göndermede bulunduğu aşk öykülerinin klasik edebiyatın verimleri olması ve tasavvufi bir özle mayalanmış olmaları, bu kitapta tensel aşkın daima ilahi aşkın bir gölgesi, bir izdüşümü olarak resmedilmesine yol açmaktadır. Böyle bir okuma günümüzdeki aşk ilişkilerinin bütünü ihata etmez, yapılan daha ziyade bir kültür ve uygarlığın aşk vakıasına getirdiği yeni açılımların serimlenmesidir. Şunu belirtmek gerekir : Leyla ve Mecnun öyküsü Doğuda ve Batıda, dün ve bugün geçerli olacak bir aşk kuramına mesnet teşkil edemez, bu öyküde bir uygarlığın dünya tasavvuru mündemiçtir ve bu bakımdan da bu topraklara has bir duyuşu ifade eder. Yazar, anladığım kadarıyla eserinde 'ideal aşk'ı bahis konusu yapıyor, bir aşk ki gökyüzüne sıçramıyor, bir aşk ki onda tanrısal olanın izi yoktur, onda 'müteal bir mantık' bulunmamaktadır, benim onunla işim yok diyor. Özdenören'in şimdi okuyacağınız satırları kanımca fevkalade dikkatli bir ruhsal çözümlemeye dayanıyor : 'Aşk içgüdüsü, insanın belki de ebediliğe attığı, atmak istediği bir çengeldir...Aşk insanın beka duygusunu diri tutma işlevini yerine getirirken, ölüm de fena duygusunu canlı tutar. İnsan böylece fena ile beka; ölüm ile aşk arasında gerili duran bir yol üzerinde yer alır ve o yolda yolculuğunu sürdürür'. Aşk ve ölüm, eros ve thanatos birbirinin ikizidir. 'Ölümle bizim aramızda bazen tek kişinin kapladığı genişlik vardır sadece' diye yazar Yourcenar. Aşk ölümlülüğün panzehiridir ve ölüm, aşk coşkusunun gölgesinde devriye bekler. Bir dünya yok oluyor ve asla artık eskisi gibi olmayacak Yeni bir dünya, yeni bir varoluş edinmek için mevcut varoluşumdan bir boşluğa atılıyorum ama bu ilişki tahrip etmesin beni? Gerçek aşk herşeyin feda edilmesi tehdidini içinde taşır. Abraham Maslow, 'eğer ölmeyeceğimizi bilseydik gerçekten tutkuyla sevebilir miydik' diye soruyordu. Aşk ölümlülük duygusu ile zenginleşir ve hatta, kimileyin onun tarafından inşa edilir. Günümüz Batı uygarlığında ölüme dair farkındalık bastırılmıştır. Ancak cinsellik tv ekranlarından toplumsal yaşantıya dek her yerde kol gezmektedir. Ölüm bize nihai çaresizliğimizi ve faniliğimizi hatırlatır. Bu kaçınılmaz sonun farkına varışla zuhur eden endişe, bugün türlü sonsuzluk arayışlarıyla itminan bulmaya çalışır. Cinsel edim içimizdeki ölüm ürpertisini susturmak ve hatta ona galip gelmek için en kolay başvurduğumuz şeydir Rollo May'e göre. Müellif, günümüz batı toplumunda cinselliğin, deyim yerindeyse pazara çıkmasının sebebi olarak, ölümün Batılı bilinçte taşıdığı müstehcenliğe işaret eder. Cinsellik takıntısı; ölümle baş edemeyen, onunla hesaplaşamayan, onu bastıran bir uygarlığın sonsuzluğu yakalama cehdi içinde beyhude bir hamledir.
Özdenören vuslatı gerçekle ve bir manada da ölümle yüzleşme olarak resmetmektedir : 'Vuslata erdiğini düşünen kişi, o gizemli anın esrikliğini yaşamış olsa bile, teslim etmek zorunda kalıyor ki, herşey bir yalandan ibaretmiş...Bu dünyada yaşanılan vuslat, bu nisbi vuslat, ancak mutlaka izafe edilebildiği ölçüde ebedileşebilir. Ve aşığın hedefi de vuslat anını süreklileştirmektir!...Her vuslatta bu yüzden belki biraz da ölüm tadı vardır: hayatın tadıyla eşleşmiş olarak'. Aşk bu dünyaya tutunmamızı sağlayan emniyet bağlarından varlığımızı kurtarır ve bizi bir yolculuğa çıkarır. Kavuşma, metafizik bir perspektiften bakıldığında o yolculuğun sonlanması anlamına geleceğinden, bir bitiş ve bir ölüm tadı verecektir yolcuya. Aşk kimi zaman da zillettir. 'Korkacak bir şey kalmadı. Dibe vurdum. Senin kalbinden daha aşağıya düşemem' dedirten durum Yourcenar'a. Özdenören, Attar'dan aldığı San'a şeyhinin öyküsüyle aşkın zillete açılan penceresine işaret eder : Zilleti göze almakladır ki aşık kimliğini bulur. Kurulu düzeni feda edip zillete duçar olmak aşk arayışının sahiciliğini gösterir bize, ilahi aşk da bu manada örtülerin kaldırılması demektir. Yeni bir dünya, yeni bir kavrayış eskisi yok olmadan gerçekleşemeyecektir zira.
Rasim Özdenören hikemi gelenekten süzdüklerini kendi dikkatleriyle birleştirerek okuru aşka dair bir bilinç yolculuğuna çıkarmaktadır 'Aşkın Diyalektiği'nde. Bu eser bize aşkın bir arayış, sürekli bir yolculuk, bitmeyen bir koşu hali olduğunu söylemektedir. Öyle ki arınma ancak o yolu yürümekle mümkündür. Bu kitap aslında aşkın metafiziğini yapmaktadır, tensel aşk onda sadece ilahi aşka uzanan dehlizleriyle vardır. Bu metni felsefi ve ruhbilimsel düzlemlerde okumak mümkün görülse bile, onda, bu toprakları mayalayan hikemi değerlerin asırlar ötesinden bize ulaşan sesleri yankılanmaktadır. 'Aşkın Diyalektiği' Rasim Özdenören'in edebiyatçılığı ve düşünce adamlığının, iki ayrı ırmak gibi birbirini besleyip çoğalttığı bir eser olarak, selamlanmayı hak ediyor.