Kemal-Sayar-Urun-Resim_5426-600X450.jpg

Turuncu Dergisi-Mart 2005

Mart 2005
Modern şehirler, tabiatın nüfuz etmesine izin verilmeyen steril kavanozlardır diyorsunuz. Kitabınızda belirtiyorsunuz ki; Jung çağımızın genel nevrozu'nu tanımlarken kollektif bir 'ruh yitimi'nden bahseder. Jung'a göre bir uygarlık ne kadar seküler, maddeci ve saplantılı bir biçimde dışarıya dönük olursa, insanların mutluluğu da o ölçüde tehdit altında olacak, anlamsızlık ve amaçsızlık duygusu insanların hayatını o denli sarıp sarmalayacaktır. Şuan şehrin insanları kaçınılmaz olarak bu amaçsızlığın ortasında olduğu için mi mutsuz? Şehrin insanı ne âlemde?
Yön duygusu ve hayatımızı tutarlı bir biçimde yaşadığımız hissi en temel ihtiyaçlar arasındadır. Şehrin insanı kendisini güvende hissetmiyor. Tılsımı bozulmuş, kutsaldan kopmuş bir dünyada, bilimciliği ve ilerleme mitini mihver alan anlatılar, insanların iç yaralarına merhem olmuyor. Modern şehrin sokakları mabetlere değil bankalara açılıyor. Orada durup düşünmeye, aylaklığa yer yok. Modern şehrin insanı uzun saatler çalışmaya programlı. Vakit nakit. Hıza ayarlı kültür 'eşyadan yana zengin, vakitten yana fakir' yeni yoksullar üretiyor. Yollar şehri beslemiyor, şehir yolları dolduran taşıtlarla şişiyor. Her şey bir koşuşturmacaya hizmet ediyor. Şehirde insanları buluşturan, birbirleriyle konuşup halleşebilecekleri ortak mekanlar giderek azalıyor. Koca koca alışveriş merkezleri, asla içine giremediğiniz dev bürokrasi, insanların son ilticagâhı haline gelen ve giderek yabancılara kapılarını kapatan evler derken toplum içine çıkmak giderek yolda araba sürmekle eş anlamlı hale geliyor. Günümüzün dünyasında din ve geleneksel ahlak gibi anlam sağlayıcılar bir çözünmeye uğradığı için, bir anlam kaynağı olarak tüketicilik öne çıkıyor. Tükettiğimiz kadar var olduğumuzu söyleyen bir dünyada yarışmacılık ve rekabet, diğerkâmlığı, başkasını gönülden dinlemeyi önlüyor. Şehrin insanı ilişki arıyor ama bulamıyor, iç huzuru arıyor ama sıkışmışlık duygusuna yenik düşüyor. İstanbul gibi göç hareketlerinin yoğun olduğu bir şehirde; şehrin basıncı kenar mahallelerde, refahtan yeterince pay alamayan yoksul semtlerinde birikiyor. Toplumsal eşitsizliğin 'kör gözüm parmağına' tarzında gözünün içine sokulduğunu gören metropol insanı giderek daha öfkeli, tahammülsüz ve nevrotik bir yapıya bürünüyor. Modern şehrin üzerinde melekler dolaşmıyor.

Hüzün Hastalığı nedir? 
Hüzün çok insani, çok yaşanılası bir duygu, şairin deyişiyle 'hüzün ki en çok yakışandır bize'. Kadim medeniyetlerde hüzün her zaman insanı tekamül ettiren onu olgunlaştıran bir tecrübe olarak görülmüş. Hüzün bize hayatın geçiciliğini, dünyanın sonluluğunu hatırlatır. Hüzünle birlikte içimize döner, ruhumuzun dar sokaklarını arşınlarız. O yüzden klasik şiir 'aşk derdiyle hoşem/ el çek ilacımdan tabib' diyebilecek kadar cüretkardır. Modern psikiyatride bazı başat yaklaşımlar hüznü hayatlarımızdan kovmayı teklif ediyor. Bize rahatlık üzerine kurulu, acıdan ve hüzünden yalıtılmış bir hayat vaat ediyorlar. 'Bir ilaç al ve hayatın dertlerini unut' diyorlar adeta. Bu vaat edilmiş topraklarda insan yaşantılarından bir şey öğrenemiyor. Halbuki hüznümüz bizim öğretmenimiz olabilir. Bizi eşsiz duyarlıklara, içimizin hiç el değmemiş köşelerine götürebilir. İçsel yolculuklarımızda bir kutup yıldızı gibi yön gösterebilir. Hüzün asla bir hastalık değildir, o bir sezgi ve duyarlık halidir. Hüznümüzü hastalığa çevirmeye yeltenenlere, karşı çıkmamız gerekiyor. Hüznün tıbbın hükümranlık alanına sokulması özellikle antidepresan ilaçlar geliştirildikten sonra yaygın olarak karşılaştığımız bir durum. Psikiyatri bilimi adeta hayattan tüm ıstırabı, hüznü, kederi kovmak istermişçesine duygu dünyamızı ince dilimlere ayırarak onları hastalık hanesine yazıyor. Bir bakıyorsunuz, klinik depresyon düzeyine erişmeyen mutsuzluk duyguları minör (küçük) depresyon vb. isimlerle etiketlendirilmiş. Oysa hüzün insan hayatının olmazsa olmaz bir parçası. Kadim dinî geleneklerde hüzne olumlu bir anlam atfedilmesi, onun insanı zenginleştiren bir tecrübe olarak sayılması modern zamanlarla birlikte terk ediliyor. Modern zamanlar hayatımızdan hüznü, acıyı ve ağrıyı uzaklaştırmak istiyor. Tabiî ölümü de. Istıraba tahammül Budizm'den İslam'a dek pek çok gelenekte kişinin ruhsal gelişimi için hayatî önemi haiz bir meziyet olarak görülürken günümüz toplumunda böylesi bir durum ancak marazî olarak görülebilir. Hüzün bütün kadim geleneklerde bize kendi sonluluğumuzu, ölümlülüğümüzü hatırlattığı için değerlidir. Bu dünyanın gelip geçici bir yer olduğu fikri, dünyayı bir türlü yurt edinemeyen ruhlarda hüzne yol açar. Gurbette, sürgünde olan ruhların hüznüdür bu.

Psikiyatrinin, insan gelişiminin modern süreçlerle akamete uğratılmasını önlemek konusunda önereceği bir formül var mıdır? 
Bizatihi psikiyatri kimileyin 'tedavi etmeye çalıştığı illetin ta kendisi' olabiliyor. Modern psikiyatri ve psikoloji de modern süreçlerin bir ürünüdür. Bireyin ön plana çıkması, benliğin anlam sağlayıcı bir değer üssü haline gelmesi bu bilimlerin tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır. Geçmiş yüzyıllarda ruhsal sorunlar büyük ölçüde aile, arkadaş ortamı ve dini yapı içinde ele alınıyordu. Sorunlu davranışlar kişinin içinde yaşadığı topluma ve ülkülerine yabancılaşması olarak tanımlanıyordu. Artık terapi kültürü içindeyiz : Modernitenin yükselişiyle birlikte benliği diğerlerinden ayırt eden şeye ('ben' kimliği), insanları birbirine bağlayan şeyden ('biz' kimliği) daha fazla önem verilmiştir. Kimi yazarların 'terapi kültürü' kimilerinin de 'terapinin zaferi' olarak isimlendirdiği bu süreç; bize 'gerçek benlik'lerimize yakınlaşmamızı, içimizdeki beni keşfedip geliştirmemizi telkin eder. Modern çağ; önemli, çoğu zaman keşfedilmemiş zenginlikler içeren bir içsel benlik fikri geliştirmiştir. Bu potansiyeller keşfedilmeli, üzerinde çalışılmalı ve ifade edilmelidir. Bu içsel potansiyelleri harekete geçirmek kişinin kendi hayatını gerçekleştirmesi için olmazsa olmazdır. Bu benlik kendi kendini doğurmak ister gibidir. Zamanımızın narsisistik kişiliği yaratıcılığın en üst noktası olarak kendi benliğini yaratmayı görür. Psikiyatrinin değilse bile bir bilge edebiyatçının formülünü verebilirim. Soljenitsin şöyle yazıyor : "Bir kişilik, benlikten daha yüksek değerlere yönelmemişse, kaçınılmaz olarak yozlaşma ve çürüme baş gösterir." Yazar göre 'Ele geçirerek değil, ancak ele geçirmeyi reddederek gerçek manevi doyuma ulaşabiliriz.' Yine de terapi odası pek çok kişinin en ciddi biçimde işitilip hissedildikleri yerdir. Psikiyatri ve psikoloji bize varoluşun dikey boyutuyla ilgili bir bilgi vermez. O yüzden de transpersonel psikoloji ve varoluşçu psikoloji dışındaki akımlar anlam sorunuyla yeterince uğraşmıyorlar. Bu ciddi bir eksiklik.

Mutluluğa anlık bir his ve duygusal yoğunluktan çıkarıp, hayata yayılmış bir huzur açısından bakıldığında, insanın özünden uzaklaştığı süreç sonucunda mutsuz oluyorsa insan özüne döndüğü süreçleri başlatırsa mı mutlu olur?
Ve dahi bunu başarmak mümkün müdür? İnsanın özüne yönelmesi dediğimiz zaman, farklı kültür ve dünya tasavvurlarında farklı biçimlerde anlaşılabilecek bir sürece atıfta bulunmuş oluyoruz. Defli kâhinlerinin en önemli düsturu 'kendini bil' idi. Bütün geleneksel öğretilerde insanın kendini bilmesinin üzerinde önemle durulur. Kendini bilmek insanın ruhunu feda ederek egosunu bayraklaştırması anlamına gelmez. Kendini bilmek insan olarak yeryüzündeki sınırlı varoluşunu bilmek ve insanı yücelten, onu soylu ruhlar katına yükselten yönelişleri bilmek demektir. İnsan olarak ödevlerini hatırlamak demektir. Bugün Batı medeniyeti benliklerin yükselişine tanıklık ediyor. Oysa Doğu irfanı yüceliği ahenkte, diğerkamlıkta, özgecilikte buluyor. Hem ortak macerayı yaşayan insanlar olarak birbirimizin, hem de Tanrının sözlerini işitme kıtlığı yaşadığımız bir zamanda huzur, pek uzak bir hedef olarak görünüyor. Huzur ruhun yükselişindedir, egonun değil. Ruhun yükselişi de adanışla, hemhal oluşla, benliğin yularını yüce ülkülere bağlamakla gerçekleşebilir ancak. Dertlerle dolu bir dünyada, başkasının derdini hafifletmeye çalışan insanlar soylu ruhlardır. Öz, kadim bilgeliğe göre insanın içinde saklı bir biçimde duran aşkınlıktır. İnsan yüce bir varoluşa tutunarak, aşk ve muhabbet gemisiyle ötelere yelken açabilir, Mevlana'nın diliyle söylersek, ancak aşk, aklın durduğu yerden ilerisine gidebilir. Modern psikiyatri ve psikolojinin eksik bıraktığı yer tam da burasıdır. Orada insan geçmişin şer kuvvetlerinin aciz bir kurbanı olarak resmedilir. Çocukluğun bilinçaltına nakşolunan yoksunluk ve örselenmeleri, bu görüşe kalırsa, ileriki hayatımızın güzergahını çizmektedir. Oysa insan bir amildir, eyleyen bir varlıktır. İradesini kullanabilir. O irade onu melekler katına taşıyabilir. Kendi özüne dönmek bir cehd, bir çaba, bir arınış gerektirir. Mutluluk uçucu ve basit bir şeydir: aş, iş, eş insanları mutlu kılmaya yeter. Huzur ise oluş çabasıyla varılacak bir sahildir. O, ömrün hitama ereceği saatlerde insanın geriye bakarak, 'iyi ki yaşamışım' diyebilmesidir.

Sufi mesellerini psikoterapinin mihveri yapan, Mesnevi hikayelerini tedavide metafor olarak kullanan yöntemler yine Batı dünyasında karşımıza çıkıyor diyorsunuz. Psikoloji kürsülerinde Mevlana'nın özgün psikoloji modellerini inceleyen tezler neden yapılmasın diye soruyorsunuz? Çok geniş açılımlı bir soru olduğunun farkındayız ama sufi psikolojisinden biraz bahseder misiniz? Yapılsa sizce ne tür neticeler verir? 
Tasavvuf kapsamlı bir insan gelişimi modeli sunuyor. İnsanın olgunlaşması ve nevrotik çatışmalarından kurtulması için bir yol haritası seriyor önümüze. Üstelik varoluşun 'dikey' boyutunu da hesap ederek, insanı 'ego adacığında bir Robinson' olarak görmeden, aşkınlığa aralanan pencereyle yapıyor bunu. Mevlana insanı çok derin, çok incelikli bir zenginleşme tecrübesine çağırıyor. Burada amaç 'Ben! Ben!' diye nida ederek çarşı pazar tanınma ve onaylanma ihtiyacı içinde dolaşan 'ego mahkumları' yaratmak değildir, amaç, egonun çitlerini aşarak ruhun alanına girmek, ruhu arıtmaktır. Bu da ancak yok oluşla, verişle, vazgeçişle başarılabilir. Hiç olmakla ve hiç olduğunun sırrına vakıf olmakla. Nefsin katmanları arasında yapılan yolculuk insanı sadece geçmişin tortu ve yanılsamalarından kurtarmakla kalmaz, ona aynı zamanda bu dünyada bir yer ve yön de biçer. O yer Mutlak İrade karşısında kişinin kendi aczini fark etmesi ve o yön, Mutlak Güzellik'e yüzünü dönmektir. Nefsi yok etme, onu silme pratiği pek çok kadim Doğu geleneğinde de vardır. Ama sufilik, onlardan farklı olarak, bu dünyayı değiştirme ödevine de talip olmak demektir. İnsanlar kendi nefislerinde olanı dönüştürdükçe dünya dönüşür. Peşte'de güller arasında dinlenen akıncı derviş Gül Baba'dan Kuzey Afrika'nın Sünusîlerine kadar, dervişler hayattan el etek çekmemişler, hayatın harcının karılırken hep orada olmuşlardır. Sufi psikolojisi diye ayrı bir akım ortaya konabilir mi? Sanmıyorum. Sadece oradaki ilke ve ülküler, gündelik mesleki uygulamaları zenginleştirip çoğaltabilir. Oradaki işaret fişekleri yönümüzü aydınlatabilir. Bu yine çok iddiasız bir biçimde, sufiliğin adını dahi anmadan, meseller ve hikayeler üzerinden olabilir. Sufi psikolojisi bir psikokozmolojidir. İnsanın evrendeki yerine dair de bir anlatısı vardır. Günümüzde uzmanlık bize ağacı gösterip ormanı gizliyor. Daha kuşatıcı, daha bütüncül bakış açılarına ihtiyacımız var. İnsan ruhuna dair derin kavrayışlar sunan sufi psikolojisi Batı psikolojisindeki epistemolojik tıkanmayı aşmak konusunda bize bir imkan vaat etmektedir.

İnsanların sırf mutluluğu yakalamak için kendini geliştirme kurslarına gitmelerini, aldıkları sertifikalarla tamamlanacaklarını düşünmeleri pek de sağlıklı gibi değil. Siz bu hususta düşünüyorsunuz? 
Moderniteyle birlikte 'benliğin yükselişi'ne tanıklık ediyoruz. Benliğin hayatı tek başına anlamlandırması ve insanın duygularına yakınlaşmak suretiyle 'kendi' benliğini bulması gerektiği düşüncesi 'kişisel gelişim' mitinin belkemiğini oluşturuyor. Bir kültürel kurgu olarak kişisel gelişim, benliğin yükselişi sürecinde ortaya çıktı ve özellikle ABD mahreçli popüler psikoloji eliyle yaygınlaştırıldı. Pop psikoloji bencilliği ve öz çıkarları artıran 'kişisel gelişim' kitaplarıyla bize 'senin için iyi olan doğrudur!' anlayışını telkin ediyor ve . girişkenliği ruh sağlığının olmazsa olmaz koşulu sayarak bencilliği meşrulaştırıyor. Türkiyede kitapçı rafları ABD'de yazılıp dilimize çevirilen kişisel gelişim kitaplarıyla doldu. Bu kitaplar çok değil on yıl önce rafları süslemiyordu. Bu kabil kitaplar, kanaatime göre, asla kültürel bir süzgeçten geçirilmeksizin dilimize aktarılıyor ve bunlarda yalan yanlış bir sürü pop bilgi sunuluyor. Bu kitaplardaki bilgi kırıntıları hakikate yaslanmıyor, bilime itibar etmiyor. Bunlar 'başarılı' olmuş amerikalıların hayat konusundaki yüzeysel felsefelerini ve kolaycı formüllerini içeriyor. Hayatın amerikan bakış açısından kavranamayacak kadar karmaşık, derinlikli ve renkli olduğu coğrafyalarda bu kabil kitapların insanlara söyleyeceği hiçbir şey yok. Sadece popüler kültürler tarafından içeriksizleştirilmiş, içi boşaltılmış insanlar bu kitaplardaki sahte maneviyata itibar edebilir. Gelişmek bir kitaba sığdırılmış sloganları ezberlemekle olmaz, hayatın duvarlarına çarpa çarpa, yaşayarak, tecrübe ederek, yaşadıklarından öğrenerek gerçekleşir. Mevlana'nın ve Yunus'un yüzyıllardır birer ulu ırmak gibi suladığı bu toprakların insanı kişisel gelişimi için bu yüzeysel kitapları rehber edinmemeli. Tamamen seküler ve pragmatist bir kültürün içinden üretilen reçeteler 'başarı'da gaybî kuvvetlerin tesirini ihmal eder, yok sayar. Üstelik başarı nedir? Gayri meşru yollarla servet biriktirmek bir başarı mıdır? Harcayabildiğinden veya ihtiyacından fazlasını elinde tutmak ve bunu ihtiyacı olanlara dağıtmamak bir başarı mıdır? Başarı vb kavramlar tamamen izafidir ve hayata biçtiğiniz anlama göre farklılaşır. Kapitalist kültürün başarı tanımlaması, hayatı metafizik bir bakışla anlamlandıran birisi için özenilecek bir durumu işaret etmez, ancak tiksinti uyandırabilir.

Olmak Cesareti kitabınızda bir psikiyatrın; keyifsizlik ve mutsuzluk Üçüncü Dünya metropollerinde öylesine yaygındır ki, bunları psikiyatrik bir sınıflandırmaya tâbi tutmanın anlamı yoktur. Sorun politiktir ve bu yüzden, çareyi psikotrop ilaçlarda değil, politika da aramalıdır, görüşüne yer vermişsiniz. Çok genel bir çerçeve olacak ama şimdilerde Türk insanının mutluluk profili istatistiki verilerle ortaya konulup sosyolojik değerlendirmeler yapılıyor. Siz (bir öngörüde bulunmanızı istersek) hali hazırda Türk halkının psikolojik sağlığını nasıl buluyorsunuz? 
Mutluluğu ölçebilecek sağlam araçlara sahip değiliz. Mutluluk kişilerin kendi bildirimlerine dayanarak ölçülemez. İnsanlar bu tür öz bildirimlerde olumsuzlukları daha az görüp iyimser davranma ve kendilerini olduklarından daha mutlu gösterme eğilimi içerisinde olurlar. Türkiyedeki araştırma sonuçlarının sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. İnsanımız gündelik hayatta yoğun bir zorlanma yaşıyor. Ancak dertlerle kavrulmak da adeta bu coğrafyanın bir yazgısı. Biz sohbet ve dayanışma yoluyla modern çağın getirdiği yabancılaşma duygusuna direnmeye çalışıyoruz. Geleneksel değerlerin hızla çözünmesi insanları hayat karşısında daha dayanıksız kılıyor. Bunun sonucunda da ruhsal rahatsızlıkların yaygınlığında görece bir artış göze çarpıyor. Geçmiş nesillerden daha rahat bir hayat sürdüğümüz doğru ama nine ve dedelerimizi incitmeyecek travmalar, bizi psikiyatri koğuşlarına götürebiliyor. Geçmiş çağların insanlarına göre biz daha incinebilir ve kırılgan varlıklarız. Türk halkı Doğulu kodları ruhunda taşıyor. Bunun bir sonucu olarak zaman algısı daha geniş, daha kaderci ve zorluklar karşısında kolayca yılmıyor. Belirsizliğe daha fazla tahammül edebiliyor. Maruz kaldığı onca aşınmaya rağmen dini geleneğin ve ailenin bu topraklarda varlığını devam ettiriyor olması en büyük koruyucu. Beri yanda, modernleşmeyle sökün eden kimlik ve aidiyet sorunları, yeni kuşaklarda ciddi bir ruhsal dalgalanma yaratıyor. Bu kuşaklar tüketim kültürünün eline doğdu ve televizyon tarafından büyütüldü. İçlerindeki anlam boşluğu her geçen gün büyüyor ve ülkemizin geleceği açısından endişe yaratıyor.

Bedenlerin röntgenciliğini yapan medyanın, ekran şöhreti psikiyatrlar sayesinde ruhlarının da rötgenciliğine soyunduğunu söylüyorsunuz. Buradan nereye varılmak murad ediliyor? 
Televizyon kanalları, 'acı soslu' kadın programlarıyla bize 'acılarını göster ve rahatla' propagandası yapıyorlar. Başkalarının acısı böylece bizim eğlencemiz oluyor. Böylece acı karşısında duyarsızlaşıyoruz. Psikiyatrlar da bu kabil programlarda konu mankeni olarak kullanılabiliyorlar. Mahremiyet anlayışımız dönüşüyor. Önceden 'kol kırılır yen içinde kalır'dı şimdi en pespaye ev dedikoduları ekranlar aracılığıyla milyonlarca kişiye ulaşıyor. Televizyon izleyicisi bir röntgencinin ruh sapkınlığına itiliyor. Ahlak hükmünü icra etmezse, tamahkarlık haya duvarlarını yıkar geçer. Ticari televizyonların yayın esaslarını bir toplumun kültürel ve ahlaki hassasiyetleriyle sınırlandırmak zorundasınız. Paranın içine giremediği, hayatı dönüştürüp iğfal edemediği yerler olmalı. Para ve iktidar her şeyi mübah kılamamalı. Devletin, gelecek nesillerin emniyeti açısından, televizyon yayıncılığına bir ilke ve disiplin getirmesi gerekir.
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş