Kemal-Sayar-Urun-Resim_9284-600X450.jpg

'Türkiye’nin hastalığı duygusal sağırlık’

03 Ağustos 2014 - Gülenay BÖREKÇİ/ gborekci@htgazete.com.tr

Son yazılarından birinde “homo politicus”tan; politikayı hayatının merkezine koyan insandan bahsediyor Kemal Sayar. Ona göre bu günlerde aralıksız, adeta öyle yapmazsak ölecekmişiz gibi bir hararetle politika konuşuyoruz, dahası büyük bir gerilim içinde birbirimizle kapışmaya hazır yaşıyoruz. Sayar’la öncelikle bunu konuştuk...

■ Arkasına saklandığımız kalkanlardan biri mi kendimizi siyasetin içinde bu kadar aktif konumlandırmamız?

Bir şeyden çok bahsediyorsak, o bizim zırhımızdır. Politika insanların kendilerine varoluşsal bir yer belirleyemediklerinde sığındıkları liman haline geldi. İçsel çatışmalarımızı, hayal kırıklıklarımızı politik alana boca ediyoruz. Rasyonel bir edim olması gereken politikayı bu kadar duygusal bir zeminde tartışmak da bizi birbirimize kolayca hasım kılıyor, çünkü ortak zeminimiz kalmıyor. Politikanın düşman yaratma üzerinden işlemesi, yani sadece karşı tarafın kusurlarını görmeye çalışmamız, kendimizle yüzleşmekten korktuğumuzu gösteriyor bence.

“Sebep ne olursa olsun insanları ikiye ayırırsanız onlardaki düşmanca duyguları çoğaltırsınız” diyen Muzaffer Şerif’in geçen yüzyılda ABD’de yaptığı sosyal psikiyatri deneyleri akla geliyor...

İnsan, grup yönelimli bir varlık. Deneyler ve araştırmalar, bir gruba ait olduğumuzda kendimizi daha emniyette hissettiğimizi gösteriyor. Bu arada karşı grubun yanlışlarını da büyütüyoruz. Bazı milletlerin başkalarına uygulanan şiddeti maruz görebilmesi bundan. Öte yandan, ihtiyaç ve yoksunluk dönemlerinde toplumsal dayanışma artıyor. II. Dünya Savaşı’nda intihar istatistiklerinin şaşırtıcı şekilde düşmesi gibi... Zor şartlarda ayakta kalmaya çalışan insanlar ister istemez birbirine kenetleniyor ve ancak problem çözülünce depresyona giriyorlar. Bir mücadele içinde hayata anlam vermek daha kolay. Her şey geride kaldıktan sonra, yaşananları affetmek zorlaşıyor.

Bir psikiyatr olarak günümüz Türkiye’sine baktığınızda nasıl bir tabloyla karşılaşıyorsunuz?

Türkiye’de “duygusal sağırlık” hastalığı var. İnsanlar bir başkasının acısına bigâne kalıyor ve kolaylıkla “Hak etmişti zaten” diyebiliyor. Halbuki farklı olanı, benimle asla uzlaşmayacak olanı da anlayabilmeli, zihnimde onun biricikliğini teslim etmeliyim. Herkes kendi aklını beğenir, esas meziyet başka akılları yok olmaya değer görmemektir; bizi birbirimize bağlayacak tutkal budur. Biraz yumuşamalı, hain yaratma ve başkalarını aşağılama üzerine kurulu bu politik dili terk etmeliyiz. Kendinden de şüphe eden; kendindeki arızalarla ve zayıflıklarla mücadele eden insan gelişebilir, ilerleyebilir ancak.

Bizi kusursuz kılanın kusurlarımız olduğunu söylemiştiniz...

Kusursuz insan robottur. Kusurlar bize onları giderme, kendimizi geliştirme ve tamamlama fırsatı verdiği için bizi daha “mükemmel” kılar. Oysa kendimizi kandırma mekanizmamız sürekli çalışıyor ve biz pozitif illüzyonların büyüsüne kapılmış halde olduğumuz yerde sayıyoruz.

Batı, Gazze’deki BarBarlık karşısında riyakâr davrandı

Kemal Sayar

Amerika’da Demokrat Parti’yi destekleyen bir yazar “kutuplaşma”nın çarklarına kapılmamak için şahsi bir çözüm bulmuş ve hayatının en sert polemiğini yaşadığı bir Cumhuriyetçi Parti üyesini öğle yemeğine davet etmiş... Birlikte bir şeyler yemek kadar basit bir eylem insan ilişkilerini düzeltebilir mi?

Önyargıları zayıflatmanın en temel yöntemlerinden biri, yüz yüze temastır. Kökleşmiş önyargılarımızı gerginlik politikalarıyla aşamayacağımızı, problemlerimizin farklı kesimlerin karşılaşması ve kaynaşmasıyla çözüleceğini hatırlamalıyız. “Yahudiler şöyledir, Müslümanlar böyledir” gibi stereotipleştirici yargılar karşımızdakine bir maske taktığımızı ve ardındaki insanı görmekten kaçındığımızı gösterir. Halbuki onun da bizim gibi ıstırapları, korkuları, hayalleri var ama biz onu bir istatistik veriye indirgiyor, düşmanlaştırıyoruz. Politika oturup konuşabilme sanatıdır; birbirimizi hainlikle suçlamadan projelerimizi, tasavvurlarımızı konuşabilmeliyiz.

Kendimizle yüzleşmekten korktuğumuzu söylediniz. Geçmişimizin karanlık dönemleriyle de yüzleşmiyoruz...

Haşin bir modernleşme tecrübesi yaşadık ve geçmişimizle bağımızı bir gecede koparıp atabileceğimizi sandık. Bambaşka bir toplum olmak, yenildiğimiz bir düşmanı Batılılaşma yoluyla taklit ederek galipler safına katılmak büyük bir hayaldi. Ve sadece kâğıt üzerinde mümkündü, çünkü ruhunun kökü neredeyse insan oradadır. Uzaydan gelmedik; buraya tarihin koridorlarından geçerek ulaştık. Tarihle savaşamayacağımızı, onu yok edemeyeceğimizi fark edersek, geçmişin sevaplarıyla ve günahlarıyla da barışırız. Yok saydığımız bir kolektif hafızayı diriltmekten, 1915’ten ve diğer karanlık dönemlerden bahsediyorum... Bu olayların gerçekleşmediğini iddia edeceğimize onları anlamaya, anlamlandırmaya başlayalım. Hem sırf bizde değil, dünyada da var bu inkâr hali. Gazze için yaşadığım en büyük hayal kırıklığı, Batılı akademisyenlerin sessizliği oldu. Dünyaya insan hakları ve demokrasi dersi veren Batı akademyası, riyakârlık ederek Gazze’deki barbarlıklar karşısında sustu. Halbuki global vicdan, uzaktaki haksızlıklara da karşı çıkmayı gerektirirdi.

‘inanç ve metafizik yurtsuzluğumuz’ İnanç bir ihtiyaç mıdır? İhtiyaçtır, kendimizi kainatta bir yere yerleştirebilmemizi sağlar. Kişi karanlık bir dünyada inancını Kutup Yıldızı gibi takip ederek yolunu bulabilir. Neyin peşinde olduğunuz önemli. Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren IŞİD de bir inancın savunucusu olduğunu söylüyor. Demek ki insanların kafasını kesmek için de kullanılabilir inanç, huzura ve bir yerli yerindelik duygusuna ulaşmak için de... “Metafizik yurtsuzluğumuzdan” bahsetmiştiniz. O Kutup Yıldızını kaybetmek böyle bir şey mi? Aidiyet duygusundan yoksun olmak. Bir yere yaslanamamak. Hiçbir yerin sana huzur vermemesi. Modern medeniyet yabancılaşma ve yalnızlık duygularımızı tırmandırıp insanın insana uzaklığını artırıyor. Böylece hepimiz daha savunmasız, dıştan gelecek tehditlere ve tehlikelere çok daha açık hale geliyoruz.

‘inanç ve metafizik yurtsuzluğumuz’

İnanç bir ihtiyaç mıdır? 

ihtiyaçtır, kendimizi kainatta bir yere yerleştirebilmemizi sağlar. Kişi karanlık bir dünyada inancını Kutup Yıldızı gibi takip ederek yolunu bulabilir. Neyin peşinde olduğunuz önemli. Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren IŞİD de bir inancın savunucusu olduğunu söylüyor. Demek ki insanların kafasını kesmek için de kullanılabilir inanç, huzura ve bir yerli yerindelik duygusuna ulaşmak için de...

“Metafizik yurtsuzluğumuzdan” bahsetmiştiniz. O Kutup Yıldızını kaybetmek böyle bir şey mi?

Aidiyet duygusundan yoksun olmak. Bir yere yaslanamamak. Hiçbir yerin sana huzur vermemesi. Modern medeniyet yabancılaşma ve yalnızlık duygularımızı tırmandırıp insanın insana uzaklığını artırıyor. Böylece hepimiz daha savunmasız, dıştan gelecek tehditlere ve tehlikelere çok daha açık hale geliyoruz.

Depresyon şehirli hastalığı mı?

Bütün bu konuştuğumuz meseleler yaşadığımız psikolojik sorunları artırıyor mu?

Yaşadığımız coğrafyanın gerginliği, politik arenadaki muazzam sert kavgalar, geleceğimizin belirsizliği bizi ister istemez etkiliyor. Büyük şehirlerde endişe bozuklukları, panik atak, depresyon ve tükenmişlik sendromu çok yaygınlaştı.

Depresyon bir şehirli hastalığı mı?

Bu yanlış olmaz, çünkü kırsal kesimde psikiyatrik rahatsızlıklardan hatta şizofreniden mustarip insanların sayısı az. Şehir hayatının yarattığı sıkışmışlık hali pek bize göre değil. Bir ağaç altına oturunca daha mutlu oluyoruz. Büyük şehir insanda korkunç bir daralmışlık duygusu yaratıyor ve öfke katmerli oluyor. Acilen parklara, gün içinde soluk alıp uzun yürüyüşler yapabileceğimiz tabiat parçalarına ihtiyacımız var.

“Terapi herkes için gerekli mi” diye soracaktım ama kimsenin terapiye ihtiyaç duymayacağı bir düzen oluşturmak daha doğru belki de...

Adaletin toplumun her katmanına yayıldığı, toplumsal refahtan herkesin pay aldığı bir ülke hayal ediyorum. Yoksa herkese terapi bir düş sadece. Gerekli de değil. İnsanları önce hasta edip sonra terapist karşısına oturtmak yerine onları rahatsızlandıran ortamı ortadan kaldırmalıyız. Kimse açlık sınırında yaşamamalı. Sosyal ve ekonomik eşitsizliğin yaygın olduğu toplumlarda sağlık göstergeleri kötüleşiyor, madde kullanımı artıyor. ‘Geçici sığınak arayan Gençler, uyuşturucuya sığınıyor’

Son günlerde adını sık duyduğumuz bonzai bahsi için ne söylersiniz?

Bir şey kolay elde edilebilir hale geldiği anda cazibesi ve kullanılırlığı artıyor. İstanbul’un bazı semtlerinde adacıklar var, sokak aralarından uyuşturucu temin edilebiliyor. Bu maddelerin bu kadar kolay ulaşılabilir olmaması gerekirdi. Öte yandan gençler bir anlam kaybından mustarip; kendilerini sınav yarışlarıyla, marka ve tüketim bağımlılığıyla var etmeye çalışıyorlar. Geçici sığınaklar aradıklarında da en kolay elde edilebilir şey bonzai tarzı uyuşturucular oluyor.

Gazetelerde her gün adı geçmese bonzaiyi duymayacaktık diyenler var.

Bonzai tek kullanımda öldürebilen bir şey, o yüzden masum olmadığının bilinmesi kesinlikle bilmemekten iyidir.

Yeni kitabınızda azıcık nefes almamızı, şiir ve romana sığınmamızı tavsiye ediyorsunuz. Edebiyat bize neden iyi gelir?

Edebiyat bizi daha iyi insan yapar, çünkü şiir ve edebiyat aracılığıyla başkalarının acılarını anlamaya başlarız. Çok aksiyon yönelimli yaşıyoruz. Bilgisayar oyunu oynarken de, politikadan bahsederken de herkes atlayıp zıplayarak öne geçmeye çalışıyor. Edebiyat bizi yavaşlamaya, sessizliğe davet eder. Roman okurken saatlerce karakterlerin iç dehlizlerinde dolaşabiliriz. Kelimelerimiz artar, iletişim kolaylaşır. Birbirini anlama çabası içindeki insanlar da başkalarına kolay kolay zarar veremez.

Meslektaşınız Adam Philips, psikiyatrinin şiirin bir türü olduğunu yazmıştı...

Katılırım, büyülenmişçesine hemen yazıya dökmek istediğim çok seans olmuştur. Şiirsel olan bazen yaşanmış olanın enteresanlığıdır, bazen de dilin gücü. Öyle hikâyeler dinlersiniz ki insan denen mucize karşısında şaşakalırsınız.

Başka neye benzer psikiyatri?

Görünür olanın ardında gizli bir kuvvetin bulunduğu ve bizim onu açığa çıkarabileceğimiz önermesine yaslanır. O yüzden biraz dedektiflik ya da şifre çözücülüktür. Psikiyatri, şiir ve dedektiflik

‘Mutsuzluğa karşı sessizlik terapileri öneriyorum’

“Patolojik bir iyimserim. İnsanın da, dünyanın da iyiye gidebileceğine inanıyorum. Yeni kitabımda insanların içindeki iyiliğe, yaralanmış ama şifa bulmayı bekleyen öze seslenmek istedim. Kitap biraz da “sessizliğe övgü”. Sessizlik, konuşmayı tamamlayan bir şey. Sürekli birbiriyle konuşan ve hiç susmayan iki insan arasında iletişim kurulabilir mi? Bir de çok konuşanlar hep içinin sesini dinlemekten korkan insanlardır, yüzleşmekten kaçarlar. Ama mutsuzluğun inanılmaz bir hızla tırmandığı günümüzde biz yalnızlıktan o kadar korkuyoruz ki sessizlikte kendimizi yoksul ve yoksun hissediyor, her anı gürültüye boğuyoruz. Etrafta birileri durmadan konuşsun, evde televizyon hep açık olsun istiyoruz. Eh, neticede çok laf, lafın değerini düşürüyor. O yüzden zaman zaman sessizlik terapileri yapmayı öneriyorum.

Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş