Prof. Dr. Kemal Sayar, terapinin pahalı, zor satın alınabilen bir tüketim maddesine, bir statü göstergesine dönüştürülmesinden rahatsız. Psikiyatristin görevinin hastayı onaylamaktan ya da çene çalmaktan ibaret olmadığını vurguluyor; terapistin kültürel ve toplumsal sorumluluğunun altını çiziyor.
Yeni kitabı Terapi-Kültürel Bir Eleştiri nedeniyle bir araya geldiğimiz psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar, terapi kültürünü eleştirdiği kitabında Nişantaşı gibi lüks semtlerde terapi görmenin bir modaya dönüştüğünden yakınıyor. Toplumdaki kutuplaşmalara da dikkat çeken Sayar, bu türden gerilimlerin korku tacirlerinin işine geldiğini söylüyor. 'Asacaklar, kesecekler' endişesi taşıyan insanların da, caddede yürürken hakarete uğramış başörtülü kadınların da terapiye gittiğini belirtiyor.
2020'ye kadar depresyon dünyanın bir numaralı hastalığı olacakmış. Cidden durumumuz bu kadar kötü mü?
Bugünün insanı çok daha büyük maddi refah öğelerine sahip, daha iyi arabalar kullanıyoruz, daha güzel evlerde yaşıyoruz, konforumuz yerinde fakat 30-40 yıl öncesine göre daha mutsuzuz. Depresyon istatistikleri iki katına, alkolmadde kullanımları dört katına, intihar istatistikleri iki katına, ergen intiharları iki-üç katına çıkmış durumda. Bunların neden olduğuna dair en önemli cevap ise şu: İnsan ilişkileri soğuyor, insan insandan uzaklaşıyor.
Depresyonun en iyi ilacı olarak öneriniz de yarenlik-dostluk değil mi?
Yarenlik, dostluk çok önemli. Hepimiz bir başkasının yüzünde kendimizi görmek istiyoruz. Bir başkası bizim hikayemizi dinlesin, biz onun hikayesini dinleyelim istiyoruz. Antidepresanlar leblebi gibi kullanılıyor. Çok basit şeylere dahi ilaç yazılabiliyor.
Danışanlarının sırlarını deşifre eden terapistler var.
Terapistin namusu bu odanın sır geçirmemesinde yatar. Odası sır geçirenler namussuzdur, bu mesleği bırakmaları gerekir. Bu odalardan hiçbir sırrın bir başka insana ulaşmamasıdır. İnsan burada konuştuğu şeyi eşiyle bile konuşmamalıdır.
Yeni kitabınızda neden terapi teorilerini eleştirme gereği duydunuz?
İnsanlar terapistlere gidiyorlar, terapinin dilini öğreniyorlar, mutsuzluklarının kaynaklarını kendilerince bulduklarını zannediyorlar ama mutsuzlukları yerinde duruyor. Gayet tahripkar bir terapinin sonucunda pek çok şeylerini kaybediyorlar. Bana bu kitabı yazdıran şey, insanların yaşadıkları yoğun hayal kırıklığıdır.
Terapi almak bizim ülkemizde pahalı bir şeydir biliyorsunuz. Aslında bunu terapistler mi belirliyor?
1970'li yıllarda ABD'de geliştirilen bir slogan var: Zenginler için psikoterapi, fakirler için şok tedavisi, diye. İstanbul'da özellikle Nişantaşı civarında bu iş çok pahalı, çok zor satın alınabilen, hatta statü göstergesi olan, alınan şeyin tüketim nesnesi olarak başka insanlara gösterildiği bir şeye dönüştü. Nasıl pahalı bir çantayı bazı kişiler diğerine göstermek istiyorsa, gidilen bazı terapistler de övünç kaynağı olmaya başladı. Burada modern insanın her şeyi tüketim ideolojisinin bir parçası kılma tarafıyla karşılaşıyoruz. Gittiğimiz doktorlar bile bizim alım gücümüzün, statümüzün bir nişanesi haline getirilebiliyor. Halbuki insan terapiye ruhen çıplak olarak gitmeli ve kendi yaralarını göstermekten kaçınmamalı.
Statü göstergesi olarak gidenlerin böyle gittiğini düşünmüyorsunuz.
Bir kısım insanın orada gerçekten kendi olabildiklerini zannediyorum ama bir kısım insanın da tamamen kendilerini teyit etmek üzere, yaşadıkları hayatla ilgili onay almak üzere yahut çene çalmak üzere gittiklerini görüyorum. İçinde yaşadığımız kültürü, toplumsal gerçekliği ve içinden geldiğimiz tarihi önemsemeyen bir terapi ekolü insanı derinlemesine kavrayamaz. İnsan tarihe gömülüdür ve hepimiz tarihe aidiz. İyi terapistler olabilmek için içinde yaşadığımız toplumun kültürel kodlarını çözmeye gayret etmemiz gerekir. Hiçbir kültürel süzgeçten geçirmeden Amerikan mahreçli terapi ekollerini İstanbul sokaklarına ithal etmek, bizi hayatı Sex and the City'den ibaret zannetme kolaycılığına düşürebilir. Bu ülkede Nişantaşı veya Bağdat Caddesi'nin hemen arkasında çok daha farklı dünyalar var. Yoksulluk ve eşitsizlik var. Psikoterapi kişiyi sadece geçmişin baskılarından kurtarma iddiasıyla yetinemez, politik olanı terapi odasından kovamaz. Böyle yaparsa sadece statükonun bir taşıyıcısı haline gelir, tüketim ideolojisinin basit bir aygıtına dönüşür.
"Sevgilimi seç" diyenler var. Terapi-Kültürel Bir Eleştiri adlı son kitabınızda ahlaki çelişkilere de dikkat çekiyorsunuz...
Mesela bir genç kız geliyor. Diyor ki: 'İki tane sevgilim var. Bir tanesi çok zengin, fakat pek sevemiyorum onu. Diğer sevgilim ise daha fakir ama daha çok şey paylaşıyoruz. Ve terapiste aynen şunu soruyor: Sizce hangisini seçmeliyim?' Terapist odalarına ahlaki açıdan yüklü konular çok geliyor. Bir insan gelip size hayatınızın sırrını ifşa ediyor ve sizi bir kiralık kasa gibi görüp o ahlaki ikilemini sizin beyninize kilitleyip gidiyor. İlişki sorunları ve ilişkide sadakatsizlik özellikle metropollerde ciddi bir problem halinde. Boşanan bir kadın danışanımın bir sözünü hiç unutmuyorum: 'Kocamı multinational (çok uluslu) şirketlere kurban verdim,' demişti.
Kutuplaşma topluma zarar veriyor
Yaşadığımız kutuplaşmalar toplumu ve tek tek bireylerin psikolojisini nasıl etkiliyor?
Türkiye'deki sosyal kutuplaşma bizim terapi odalarımıza yansıyor. 'Asacaklar, kesecekler' endişesi taşıyan insanlar da geliyor, caddede yürürken hakarete uğramış başörtülü kadın da. Kutuplaşma psikolojisi insanları gerginliğe sürüklüyor. Bir millet olmak; ortak acılar, ortak bir ahlak etrafında kenetlenebilmek demektir. Oysa toplumumuzda giderek 'herkesin acısı kendine' tarzı bir kabilecilik yükseliyor. Her kabile kendi menfaatlerini geniş toplumsal menfaatin önüne koyma eğiliminde. Bir tür kabile narsisizminden bahsedebiliriz. Aynı toprakların ve aynı göğün altında olmakla, aynı türküler tarafından emzirilmiş olmakla birbirine sevgiyle bakması gereken insanlar maalesef ideolojik kamplaşmalarla ayrışıyor ve ortak bir dil, ortak bir iyi bulmak zorlaşıyor. Bu durumda her birey farklı ve öteki saydığından korkmaya başlıyor. Korku tacirleri de boş durmuyor ve güvensizlik hissini besleyerek endişe ve korkuyu tırmandırmaya çalışıyor.
Size bu yüzden gelenler oluyor mu?
Kutuplaşmanın yarattığı gerginlikle gelen insanlar oluyor. Geleceğin belirsiz göründüğü durumlarda insanlarda endişe duygusu zirve yapar. Mesela bazı insanlarımız açıkça dünya görüşlerinden ötürü hor görülmenin, dışlanmanın incitilmişliğini yaşayabiliyor. Başka bazıları da ülkenin karanlık bir geleceğe sürüklendiği tarzı malum korkulara inanarak bunu içselleştirebiliyor. Aileler, dostlar, akrabalar arasında siyasi konularda ayrımlaşma ve kopuş görülebiliyor. Sonuçta galiba korkanlar yer değiştiriyor. Dünün mazlumları ve korkutulanları rahatlarken, dünün egemenleri ve korkutanları korkmaya başlıyor. Bunu aşmak için ortak alanların, değişik toplumsal kesimlerin birbirine değme noktalarının artırılması gerek. Toplumsal ortak paydaların öne çıkarılması, mahalleler arası komşuluk ve dostluk, husumetin panzehiri olacaktır. Önyargılardan arınmış, ötekiyle konuşabilen, kendi içindeki farklı sesleri dinleyebilen bir toplum bu korkuları aşacaktır.
Sizce bu kutuplaşmanın artması durumunda tek tek bireyleri ve toplumu bekleyen tehlikeler neler?
Kutuplaşma artarsa insanların güvensizlik ve memnuniyetsizlikleri de tırmanır. Türkiye kimsenin komşusundan emin olamadığı huzursuz bir toplum olur. Bu da depresyon ve endişe bozukluklarının salgın boyutlarına varması, hayatın anlamsızlaşması gibi ruhsal sorunları tetikler. Türkiye toplumunun bu açıdan acilen rehabilite edilmesi gerekiyor.Politikacıların da kamplaşmaları körüklemekten kaçınması, farklı yaşam biçimlerinden insanlara kendilerini dillendirme özgürlüğünü sonuna kadar sağlaması gerek. İyikötü, biz-onlar tarzı basit ikilikler insanları daha savunmacı kılıyor. Herkes kendi haklılığını ispat etme derdinde. Oysa temel derdimiz benden farklı saydığım kişi veya zümrelerin var olma hakkını savunmak olmalı. Bir tür ihtimam ahlakı. Politika, merhamet eksenli bir duruşla yapılmalı. Kendime hasım saydığım zümre ve kişilerin de bana bir şey söyleyebileceğini, onların da dinlenilmeye değer olduğunu düşünürsem bu ilkel ayrımı aşabilirim. Değişik toplumsal kesimler arasında daha fazla konuşma ve daha fazla buluşma gerekiyor.
Eskiden insanlar terapiste gitmeye çekinirdi. Şimdi kendilerinin baş edebileceği küçük sıkıntılar için bile terapiste gidiyor gibime geliyor, ne dersiniz?
Tamamen katılıyorum. Günümüzde terapiste başvuran insanların önemli bir kısmı tamamen gündelik hayatla basit sorunlar ve ahlaki ikilemler için başvuruyor. İnsanların incinebilirlik tarafı günümüz toplumunda daha öne çıkarılmış durumda. Daha önceden çok daha ağır badireler atlatsa da, bunlara dostlarının, daha geniş anlam çevrelerinin -millet, din gibi- sayesinde direnebiliyorlardı. Yahut hayatın içinde karşımıza çıkan talihsizlikler, kayıplar, üzüntüler hayatın doğal akışından kabul ediliyordu. Şimdi günümüzde bir modern mutluluk tiranlığı var. Mutluluk tiranlığı bize şunu söylüyor: Her an mutlu olmak zorundasın, her an ağzın kulaklarında olmak zorunda. Eğer mutlu değilsen al şu ilacı iç, mutlu değilsen git şu terapiste rahatla. Bu büyük bir baskı yaratıyor insanların üzerinde. Ve bence insanların yaşantılarından bir şeyler öğrenme imkanını da ortadan kaldırıyor. Çünkü hepimiz kayıplardan, üzüntülerden bir şeyler öğreniriz. Eğer hayatımızdan bütün acıları kovarsak anlam yaratamayız. Terapistler de bu yüzeysel mutluluk kültürünün ajanları haline gelebiliyor. Onlar da bu yabancılaşma hastalığını bir yerden tırmandırıyor. Ne ilaçlar ne terapi hizmetleri bu kadar kolaylıkla tüketilmemeli diye düşünüyorum.
Bir terapist olarak her sorununuz için bize gelmeyin diyorsunuz yani.
Evet ama şunu da söylemem lazım, insanlar için sorunların büyüklüğüne biz karar veremeyiz. Küçük sorun ifadesi biraz şaibeli bir ifade. Bir insanın iç dünyasında dışarıdan bir gözün küçük olarak algıladığı bir şey, çok büyük bir problem yaratabilir. İnsan mümkün olduğunca kendi kaynaklarını harekete geçirdikten sonra çözüm üretemiyorsa terapiste gitmeli. Kitabın başında ünlü psikanalist Karen Horney'dan bir alıntı yaptım. Diyor ki, "Hayatın kendisi en etkili terapist."