Kadim medeniyetler, insanın hep böyle ağzı kulaklarında, çok mutlu, hiçbir şey düşünmeyen, hiçbir şeyi dert etmeyen varlık olarak görmüyorlardı. Daha ziyade insanı sevinciyle, kederiyle, neşesiyle bir bütün olarak algılıyorlardı.
Hocam temel bir soru ile başlayalım isterseniz, “stres” nedir?
Stres insan vücudunun ve ruhunun zorlanmasıdır. Kaldırabileceği yükten fazla yük yüklenmesidir. Hepimiz belli bir yükü taşımaya programlıyız zaten. Hepimizin hayatta karşılaştığımız zorlukları göğüsleyebilme kabiliyeti vardır. Fakat bazen çok özel durumlar meydana gelir. Bizim baş edebileceğimiz zorlukların daha ötesinde zorluklarla karşılaşırız. İşte böyle durumlarda ruhumuz ve vücudumuz buna adapte olmakta zorlanır. Kendi dengesini sürdürmekte zorlanır. Stres bu zorlanma hâlidir.
Strese davetiye çıkaran faktörler nelerdir?
Strese davetiye çıkaran faktörler; iş, aile ve arkadaş hayatında birtakım arıza, tıkanma ve sıkıntılar ile buradaki dengeleri iyi ayarlayamamak şeklinde ana başlıklarla özetlenebilir. Kişi özel hayatında büyük sarsılmalar ve örselenmeler yaşadığında kendi içsel kaynaklarını ve manevi kuvvetlerini imdada çağırır. Ama bu kuvvetler ya yoktur ya tükenmiştir. İşte bu durumda zorlanma kişinin takatini aşar. İnsanın kendi fıtratına uygun bir hayatı tercih etmemesi, mesela çok hızlı, çok hareketli bir hayatın içinde olup sevdiklerine zaman ayıramaması ona yavaş yavaş bir yük bindirir. Sosyal çevresinden kopmuş, şehir hayatının içinde atomize olarak yalnızlaşmış bireyler, yaşadıkları tecrübeyi anlamlandıramadıklarında sonraki ufacık bir darbede yıkılabilir. O yüzden biz ruh hekimlerinin hep söylediği bir şey, insanın hayatında onun sıkıntısını çekecek, onu tamponlayacak, onun gerilimini azaltacak rahatlama alanları da olmalı, düsturudur. Yani kitap okumaktır, müzikle uğraşmaktır, kendini aşan bir ülkü ve amaca yönelmektir. Dostlarla sık sık buluşmaktır. İnsan yaşadığı anı kıymetlendirmeyi bilmeli, anın içine saklı mucizeyi görebilmeli…
Stresin psikolojik ve biyolojik etkileri nelerdir? Ya da böyle bir ayrım yapılabilir mi sizce?
Doğru, yapılabilir. Çünkü zorlanma, psikolojik olarak daha sıklıkla endişe bozukluklarına ve depresyona yol açar. Depresyon âdeta içimizdeki o negatif enerjinin birikmesi hâlidir. İnsanlar hayat boyu olumsuz olaylar yaşarlar. Onlara göğüs gererler ancak sonra bir bakarsınız en basit bir olayda depresyona girmişler. İşte orada ben bir benzetme kullanıyorum. Hani depremden önce fay hattında enerji birikmesi diyoruz ya… Hepimiz böyle olumsuz olayların, olumsuz yaşantıların getirdiği enerjiyi biriktiriyoruz içimizde. İçimizdeki fay hattı kırıldığında da depresyon ve panik bozukluğu gibi rahatsızlıklar ortaya çıkıyor. Stresin insan vücudundaki etkisi daha çok psikosomatik hastalık dediğimiz rahatsızlıklardır. Bu rahatsızlıklar, tıpkı bir bedensel hastalık gibi belirti verirler fakat tetkik ettiğiniz zaman organik hiçbir sebep bulunmaz. Yani ne beyinde, ne kalpte ne eklemlerde bir şey çıkmaz ama belirti çok şiddetlidir. İnsanı normal bir bedensel hastalık gibi yatağa düşürür, üzer. Bu da yine dışa vurulmayan duyguların içeride birikmesi sonucunda oluşan bir rahatsızlıktır.
Bunların belirtilerinden bahsedebilir misiniz?
Stresin biyolojik belirtileri insanın vücudunun sempatik sisteminin fazla çalışmasıyla zuhur eder. Bu da neye yol açar? Aşırı terleme, titreme, gözlerde büyüme, kalp atışının hızlanması, bağırsaklarda hızlanma… Bunu size yaklaşmakta olan bir köpeğin sizde yarattığı bir hadise olarak da düşünebilirsiniz.
Adrenalin fazla deşarj olduğu zaman insanda bu tür belirtiler olur. Bu tür belirtilerin çok sık olması ve süregenleşmesi, vücutta kortizol dediğimiz stres hormonunu arttırır ve kortizolün artması da depresyonu davet eder. Yani stres hormonu arttığı zaman depresyon daha kolay bir şekilde gelir, yerleşir insan vücuduna. Psikolojik belirtiler; çabuk yorulma, çabuk bıkma, hayattan zevk almama, çabuk endişeye kapılma, çabuk evhama kapılma, hayatı yaşamaya değer bulmama, heves sahibi olamama, uykusuzluk, iştahsızlık, moral bozukluğu gibi belirtilerle kendini gösterir.
Bir yazınızda “Biz geçmiş nesillere kıyasla daha incinebilir durumdayız. Psikolojik anlamda kendimizi emniyette hissetmiyoruz. Endişeli, gergin ve nevrotiğiz.” diyorsunuz. Ne oldu da geçmişe kıyasla kırılgan ve incinir hâle geldik?
Geçmiş toplumlarda ıstıraplardan kaçılmıyordu. İnsanlar ıstırabı hayattan kovulması gereken bir şey değil, hayatta insana bir şeyler öğreten bir hoca, bir bağış, bir öğretmen olarak görüyorlardı. “Aşk derdiyle hoşam / El çek ilacımdan tabib”, diyor Fuzuli. Mesela Fuzuli’nin şiirlerine baktığınız zaman ıstıraptan hoş olma, ıstıraptan bir şeyler öğrenme, ıstırabı konuk etme yönünde pek çok dizeye rastlarsınız. Kadim medeniyetler, insanın hep böyle ağzı kulaklarında, çok mutlu, hiçbir şey düşünmeyen, hiçbir şeyi dert etmeyen varlık olarak görmüyorlardı. Daha ziyade insanı sevinciyle, kederiyle, neşesiyle bir bütün olarak algılıyorlardı. Dolayısıyla bu yaklaşımda keder, ıstırap hayattan kovulması gereken bir şey değildir. Sadece katlanmamız gereken bir şeydir. Çünkü onun gelişiyle de biz bir şey öğreniriz; hayatın kırılganlığını, geçiciliğini öğreniriz. Her zaman mutluluğun kaim olmadığını öğreniriz. Modern medeniyette ise hüzne dair her şeyi hayattan kovma, ıstırabı hayattan kovma gibi bir şey var. Ölümü görmeme, insana sıkıntı veren her şeyden hızlı bir şekilde kurtulma yönünde bir eğilim var. Buna bazı yazarlar “ağrıdan kaçış toplumu” diyor. Böyle olunca da insanlar, hayatlarında ıstırabı, sıkıntıyı hemen kovmak istiyorlar ve dirençsiz insanlar ortaya çıkıyor. Eskiden insanların çok kolaylıkla tahammül edebildiği bazı basit dertlere bile tahammül edemeyen bunun için hemen doktorlara koşan insanlar hâline geldik. En ufak bir şeyde çabuk tehevvüre kapılıyoruz. Çabuk infiale kapılıyoruz ve hemen o yaramızın, ıstırabımızın dindirilmesini bekliyoruz. Hâlbuki biraz beklemeyi bilirsek, ıstırabımızı dinlemeyi öğrenirsek, o ıstıraptan öğreneceğimiz çok şeyler vardır. Ben buna son kitabımda “üretken ıstırap” adını verdim. İnsan o ıstırabı niçin yaşadığını anlayabilirse, anlam verebilirse yaşadıklarına, o üretken ıstırap hâline gelir ve oradan biz gelişerek çıkarız. Yani aslında filozofun söylediği gibi “bir yumruk, öldürmüyorsa güçlendirebilir de sizi.”
Eğitimle stres arasında son dönemde ciddi verilere rastlanıyor. Eğitimli olmakla, stres arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Psikolojik stres, eğitim ayırt etmez. Psikolojik stres, psikolojik zorlanma insanların zenginlik, rütbe, makam, mansıp gibi tasnif aletlerine göre dağılmaz. Her insanı tutabilir. Her insana uğrayabilir. Ama bir insan o stresi dağıtabilecek, gönlünü eyleyebilecek birtakım vasıtalara sahipse elbette o stresten daha az etkilenir. Bu da eğitimle daha fazla mümkün olabilir. Ama eğitim bunun yeter şartı değildir. İnsan eğitimli olabilir ama bir ıstırapla, zorlukla baş edebilecek manevi kaynaklara sahip olmayabilir. Burada çok faktörlü bir şeyden bahsediyoruz. İçinde yaşadığımız kültür, bizim baş etme mekanizmalarımız, bizim ailede yetiştirilme biçimimiz, biyolojik altyapımız, sosyal çevremiz, bütün bunlar, bir stresin bizde ne ölçüde rahatsızlığa yol açacağını belirler. Yani ben biyolojik olarak, genetik olarak daha sıkıntılı bir ailenin içinde doğmuşsam, annemde ve babamda ağır depresyon varsa benim de depresyon geçirme olasılığım yüksektir. Sosyal çevrem darsa, bana destek olan insanlar azsa depresyon geçirme olasılığım daha fazladır. Psikolojik olarak, mesela çocuklukta kötü yetiştirilmişsem, anne ve babam beni ihmal etmişse, sevgi dolu bir ortamda büyümemişsem yine depresyona yakalanma ve stresin getirdiği zorluklara yakalanma ihtimalim daha fazladır. Burada çok faktörlü bir yapıdan bahsedebiliriz.
Büyükşehirlerde yaşayan her yüz kişiden otuzu psikolojik rahatsızlık içinde, meslekten birisi olarak bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz? Ne durumdayız millet olarak?
Modern toplumlarda giderek ruhsal rahatsızlıkların yaygınlığında bir artış var. Bunun bir sebebi de insanları rahatlatan manevi kaynaklardan giderek uzaklaşıyor olmamız. İnsanlar maalesef modern toplumda birbirine yabancılaşan, birbirinden uzaklaşan, birbirinden imdat isteyemeyen bireylere dönüşmüş durumda. Dolayısıyla modern toplum yalnızlar ordusu meydana getiriyor. Sanayileşmenin ve kapitalizmin getirdiği yabancılaşma da bunun cabası. Bu yalnızlar ve birbirine yabancı insanlar toplumunda kimse kimseye yar olmuyor, kimse kimsenin kapısını çalmıyor. Özellikle modern batı toplumlarını kastederek söylüyorum. Giderek komşuluk azalıyor, sosyal ilişkiler zayıflıyor ve insana anlam sağlayan büyük çerçeveler kayboluyor; millet gibi, din gibi bu tür anlam sağlayıcı çerçeveler kaybolduğunda insan kendini kurak, yapayalnız, bir adada hissediyor. Ve ruhsal rahatsızlığın üzerinde en kolay temellendiği insan tipi de budur. Yalnız, herhangi bir anlam çerçevesi olmayan, boşlukta asılı insan tipidir. Bu insan tipi çoğaldıkça ruhsal rahatsızlıklar da çoğalıyor. Bu anlamda stres, depresyon ve endişe bozukluklarını modern uygarlığın yaygın olarak ürettiği bir ruh hali olarak tanımlayabiliriz.
Stresten kurtulmak bireyin elinde midir?
Elbette elimizdedir. Sevdiklerimize fazla zaman ayırabiliriz. Çalışma saatlerimizi dengeli kılabiliriz. Çalışma saatlerimizin sevdiklerimizin zamanından çalmamasına dikkat edebiliriz. Hayatta sadece bir alanda var olmak yerine birkaç alanda var olmaya gayret edebiliriz. Ne kadar çok alan açarsak kendimize hayatta o kadar iyidir. Etrafımızda yeterince dost olmasına dikkat etmeliyiz. İnsanı diri tutan şey, canlı-insan ilişkileridir. “İnsan insanın cennetidir” diyorum ben. Etrafımızda ne kadar bizi seven, bizim onu sevdiğimiz, dayanışma hâlinde olduğumuz güzel arkadaşlarımız varsa o kadar bu hayata tutunur ve bu hayatı severiz. Bir de tabii insanın ruhunu zenginleştiren manevi pratiklerden uzaklaşmamak gerekir. Bu dünyayı sadece bu dünya için yaşamadığımızı, bu dünyanın öte âlemin bir tarlası olduğu idrakiyle yaşamamız gerektiğini bilmemiz lazım. Böyle yaşarsak günlük hayatın bazı ufak tefek dertlerini de çok büyütmemiş oluruz.
Dinî inanç insanı stresten kurtarır mı veya inancın stresi önlemede rolü nedir?
İbadetler layıkıyla yapıldığı zaman, içinde tefekkür nüvesi barındırıldığı zaman, sadece bir ritüel olarak değil de ihtiva ettikleri anlamları da idrak ederek yerine getirildiği zaman insanı elbette bir ölçüde stresten ve ruhsal sıkıntılardan koruyabilir. Çünkü müteal âlemle kurduğunuz rabıta sizi bu dünyanın hayhuyundan, dertlerinden bir ölçüde kurtarır. Ayrıca kurmuş olduğunuz bu rabıta, sizin hayatınızın sadece bu âlemle sınırlı olmadığını gösterir, fısıldar. Sizi buna ikna eder. Nitekim hüzünle ilgili yaşantılar, doğu toplumlarında daha kolay kabul edilir. Çünkü hüznün hayatın bir parçası olduğuna, insanın hüzün üzere olması gerektiğine, çok da fazla dünyaya kendini kaptırmaması gerektiğine inanılır. Dolayısıyla hayatın kırılganlıklarını baştan kabul eden, bu dünyadaki seferin geçici bir sefer olduğunu asıl seferin öte âlemlere olduğunu idrak eden bir bilinç, bize günlük hayatın dertleri karşısında daha dirençli bir yapı sağlar.
Duanın stresi önlemedeki rolü üzerinde neler söylemek istersiniz?
Dua, insanın kendi varlığını, kendi bedenini âdeta arkada bırakarak Allah ile hemdem olmasıdır. Ben günlük hayatın içinde pek azımızın Allah ile irtibat kurduğunu düşünüyorum. O bize her yerde konuşuyor ama biz O'na çok az cevap veriyoruz. Çok az O'na, doğrudan hitap ediyoruz. Dolayısıyla dua, has bir varoluşla onu yapabildiğimiz, temiz bir yürekle Allah’a yönelebildiğimiz zaman insana büyük bir arınma imkânı veriyor. Büyük bir kuvvet ve yakınlık imkânı veriyor. Ve elbette insanın sıkıntısını, stresini azaltıyor.
Toplumdaki alkol, sigara, internet bağımlılığı vb. zararlı alışkanlıkların stresi arttırmasındaki dolaylı ve direkt ilişkileri üzerinde durur musunuz? Ayrıca bu kadar zarara maruz kalan gençliğin durumunu ve ıstırabını nasıl görüyorsunuz?
Her türlü bağımlılık insanın stresini arttırır. Buna siz alışveriş bağımlılığını, eğlence bağımlılığını, hedonizmi de ekleyebilirsiniz. Her türlü bağımlılık insanın iradesini sıfırladığı ve onu başka kuvvetlerin tesirinde zavallı bir organizma hâline getirdiği için insanın stresini artırır. O yüzden insan, iradesini kuvvetlendirmeye çalışmalı ve her türlü bağımlılığın üstesinden gelmeye gayret etmelidir.
Diğer meselede ise gençlik, küresel rüzgârların biraz fazlaca tesiri altında. Küresel rüzgârlar da hep tüketimci bir gençliği özendiriyor. Gençlerin çok harcamasını ve kendi küresel ikonlarına tabi olmasını, Batılı starların tişörtlerini giymelerini, onların kasetlerini almalarını telkin ediyor. Bu da geleneksel kültür ile bizim gençlerimizin irtibatının kopmasına yol açıyor. Ama ah vah etmeye gerek yok. Her aile, çocuğunun, gencinin nerede, ne yaptığını bilmekle mükelleftir. Biz çocuklarımızın kendi gelenekleri ile irtibat kurmasına fırsat veren sorumlu anne-babalar olursak çocuklarımız da daha bağımsız ve küresel rüzgârların gütmediği çocuklar olacaktır.
Peki, stres ve depresyonun birey üzerinde bu kadar zararları var iken toplumların depresyonu nasıldır?
Toplumsal depresyon vuku bulduğunda, o toplumda iyiliğin pek anlamı kalmıyor. İnsanlar eğer iyilerin mükâfata kavuşacakları, kötülerin cezalandırılacakları yönünde bir kanaate sahip olmaz iseler, yılgınlık, “adam sende”cilik, vurdumduymazlık baş gösteriyor. Kimse, kimse için kılını kıpırdatmıyor. Böyle toplumlar da yavaş yavaş erimeye ve yok olmaya başlıyorlar. Çünkü bir toplumu ayakta tutan şey, hayat neşesidir. Onun müteyakkız hâlidir. Herkesin birbirine koşmaya, birbirine yardım etmeye hazır olma hâlidir. Türkiye her şeye rağmen çok coşkulu bir toplumdur. İşte Van’da bir deprem olur, insanlar seferber olur. Batı toplumları giderek o hayat neşesini kaybediyorlar. Sıkıntının çağdaş batı toplumlarının belirgin ruh hâli olduğunu söyleyen müellifler var. Asrımıza “endişe çağı” adını verenler var. Hayat neşesini bulamadığınız için bir tür yılgınlık görüyorsunuz insanlarda. O yılgınlık hissi bireysel depresyona da dönüşebiliyor. Bizim toplumlarımız hâlâ o yaşama neşesini içinde sakladığı için -bunda inancın hâlâ hayatın merkezinde olmasının büyük rolü var- bu yılgınlığa tam manasıyla teslim olmuş değil. Bütün yaşadığımız badirelere rağmen…
Peki din görevlileri stres ve depresyon içerisindeki insanlara nasıl bir dil kullanmalı, bu konuda neler tavsiye edersiniz?
Ben Güney Afrika’dan yeni geldim. Yol üzerinde bir pazar ayini bulabilir miyiz, dedik. Kilise aradık, siyah vatandaşlar nasıl ayin yapıyorlar, bakalım, dedik. Bir tarla ayinine denk geldik. İngilizce bir ayindi. Oradaki rahip cemaatine bir saat boyunca baştan aşağı bir terapi yaptı. Bir psikiyatrist, bir psikolog ne yapması gerekiyorsa o da onu yaptı. Ben din görevlilerimizin psikolojiye aşina olmaları gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bazen insanlar bize gelmeden önce size geliyorlar, sizden yardım istiyorlar. Dolayısıyla kime nasıl yardım edeceğiniz hakkında bir fikriniz, bir düşünceniz olursa onları iyi, doğru yönlendireceğinizi düşünüyorum. Psikolojik kavramlara, durumlara, hastalıklara da aşina olunursa mesajlar da doğru bir şekilde iletilebilir diye tahmin ediyorum. O yüzden işinizin bir tarafının da insanların ruhsal ıstırabıyla uğraşmak olduğunu unutmamalısınız. Geçmişte batı dünyasında psikiyatristler, psikoterapistler yokken bu işi rahipler yapıyordu. Daha eski çağlarda şamanlar yapıyordu. Bizim toplumumuzda ruhsal sıkıntısı olan insanların sığındıkları yerler tekkelerdi. Yani ruhsal tedavi işinin dinî bir tarafı var. Bunu kimse inkâr edemez.
Hocam son soru olarak stresten kurtulmada pratik olarak neler önerirsiniz?
Bedensel hareket önemli, yürüyüş önemli, kendine, sevdiklerine zaman ayırabilmek önemli. Hobiler edinmek ve o uğurda çalışmak önemli. Diğerkâm olabilmek, yani başka insanlara bir şeyler verebilmek önemli. Çünkü pek çok çalışma başka insanlara bir şeyler verebilenlerin daha mutlu olduğunu gösteriyor. Dostluk ilişkileri, yakın ilişkileri çok önemli. İnsanın kendini bir yere ait hissetmesi, aidiyet çok önemli. Mana duygusu ve hayatı mana duygusuyla yaşayabilmek çok önemli. Niçin yaşadığının cevabını verebilmek önemli. Her şeyden ötesi, herhâlde varlığımızı istinat edeceğimiz bir anlam çerçevesine sahip olmamızdır. İnsan anlamla yaşayan bir varlıktır.