Kemal-Sayar-Urun-Resim_48335-600X450.jpg

OLMAK CESARETİ üzerine...

Saniye Öztürk

Prof. Dr Kemal Sayar, Timaş Yayınları'ndan yeni baskısı çıkan 'Olmak Cesareti' isimli kitabıyla, bizleri yeni bir kavramla tanıştırıyor. Prof Sayar'la, bireyin kendini maskelere hapsetmeden olduğu gibi davranmasını önceleyen bu yaklaşımı ve dinamiklerini, yeni kitabının ekseninde konuştuk. Bu söyleşi Bezm-i Cihan programında canlı olarak sunulmuştur.

Kitabınızın isminden başlayalım… Niye bu ismi seçtiniz? 

Bu kitabın ismi çalıntı bir isimdir. Kitabımın önsözünde de belirtiyorum bunu. Paul Tillich, yazıları pek çok varoluşçu düşünür ve terapiste ilham vermiş, ünlü bir varoluşçu ilahiyatçıdır. Hıristiyan dünyasında bir fırtına gibi esmiş, bugün kitapları hala okunan, baskı üstüne baskı yapan mühim bir adamdır. Türkçe çevrilmiş bazı kitapları var, ama, The Courage To Be/ Olmak Cesareti adlı kitabı henüz çevrilmedi. Benim çok etkilendiğim bir kitabının başlığıdır bu. Kitabın ön sözünde bu durumu Şeyh Galip'in bir dizesiyle açıklamaya çalıştım. Şeyh Galip, ''Esrarımı mesneviden aldım /çaldımsa da miri malı çaldım' diyor. Biz de o ilhamla, kitabın genel havasına uygun düştüğü için ve bu kavramı Türk okuru tanısın diye, bu kitabımıza "Olmak Cesareti" ismini koyduk.

Olmak nedir, niye cesaret gerektirir? 

Olmak cesareti iradenin krize girdiği bir dünyada insanın kendisini her zamankinden daha fazla aciz, her zamankinden daha fazla çaresiz hissettiği bir zamanda, kişinin kendi potansiyellerini kendi heveslerini kendi düşlerini harekete geçirmesi yönünde bir cesaret göstermesi gerektiğini ima eden bir başlıktır. Hepimiz kendimiz olmayı başarabilirsek dünyada pek çok değişimi ateşleyebiliriz. Mesele insanların kendileri gibi olamamalarıdır, mesele insanların hep "mış gibi" yaşamalarıdır. Kendimizi, bakışlarımızı hep başkasına dış dünyanın isteklerine göre ayarladığımız zaman biz biz olmaktan çıkıyoruz. İşte olmak cesareti insanın maske takmadan kendi çıplak var oluşuyla, o çıplak varoluşunu, oradaki koordinatları, nereye ait olduğunu, kendini nereye isnat ettiğini, nasıl bir dünya tasavvur ettiğini, insanlardan gizlemeden, saklamadan, utanmadan, sıkılmadan gösterebilmesidir. Olmak cesaretini gösterdiğimiz zaman bizi sınırlayan bu çitleri aşmış oluyoruz, onu kırmış oluyoruz, onu yok etmiş, parçalamış oluyoruz ve bilincimizi zenginleştirmiş, enginleştirmiş oluyoruz, bilincimizi sınırlayan çitleri aşıyoruz.

Bunun gündelik hayattaki yansıması nedir? 
Hayır dememiz gerektiği zaman hayır diyebilmektir, boyun eğmememiz gerektiği eğilmemeyi, zaman dik durmamız gerektiği zaman dik durmayı başarabilmektir, otoriter bir güç bize tahakküm etmek ve bizi boyun eğdirmek istediği zaman, 'hayır, bak ben buradayım, boyun eğmiyor ve olmak cesaretini gösteriyorum' diyebilmektir. Ben "şu şu" kişiyim ve senin bana buyurduğun görüşleri kendime zırh olarak giymiyorum, "ben kendi elbisemle, kendi düşüncelerimle mesudum" diyebilmektir. Bize kendi aklını vasi tayin etmek isteyenlere karşı "hayır ben kendi aklımla mesudum, senin aklına ihtiyaç duymuyorum" diyebilmektir. Yani bir anlamda olmak cesareti özellikle totaliter dönemlerde faşizan aygıtlara karşı insan tekinin biricikliğini, insan tekinin kutsiyetini, insan hayatının kutsiyetini ve her insanın kendi inandığı değerlere bağlı kalarak yaşamasının çok temel bir hak olduğunu haykıran bir kavramdır. Çünkü insanlar totaliter dönemlerden geçerken kendi akıllarını kolektif bir akıl içinde eritebilirler, kendi akılları değersiz gibi görünebilir onlara. Dolayısıyla sürünün aklına, bir irade felcine teslim olabilirler.

Bu sanki bizim toplumuz için çok uygun diye düşünüyorum. Tüm bu söyledikleriniz bizim toplumumuzda ne kadar mümkün olabilir; geçmişte yaşanan olaylar, tarihte yaşanan olaylar belki de bizim biraz böyle mış gibi yaşamamıza sebep oluyor… 
Toplum mühendisleri insanlar üzerinde psikolojik mekanizmaları kullanarak oyunlar oynarlar. Toplum mühendisleri insanları ayırarak onlara buyurmak isterler, insanları kamplaştırarak onları birbirlerine düşman kılarlar ve bu çatışmadan ekmek yerler. İşte olmak cesareti bu bakımdan çok önemli bir kavram. Ben o sürünün dışına çıkmaya ne kadar talibim, ben sürünün aksine düşünceleri ne kadar dile getirebileceğim, ben kendi kendimi gerçekleştirmek için sürüden ayrılmanın getirdiği yalnızlığı ve bu yalnızlığın getireceği bedelleri ne kadar ödeyeceğim?. Büyük adamlar bu yalnızlığa talip olabilen adamlardır. Yakın zamanlarda yitirdiğimiz Aliya İzzetbegoviç bu yalnızlığı kabullenmiş ve sürünün dışına taşabilmiş biridir. Bu insanlar sürgün, hapis, her türlü cezalandırma, işkence, lanetlenme gibi her türlü bedeli ödemeye hazır insanlardır. O yüzden soylu ruhlardı onlar, cesaret gösterebilmiş insanlardır.

Tekrar yaşadığımız topluma dönersek, özellikle bu günlerde yaşadığımız sorunlara güzel bir ayna tutuyor kitap. Bu özellikle seçilmiş bir dönem değil mi?
Her millet kendi eksiklikleriyle olgun bir biçimde yüzleşmek ve bunlarla başa çıkmak zorundadır. Türkiye'de tuhaf bir şişirme edebiyatı var. Bizler yaptıklarımızla, yapmadıklarımızla övünmeyi çok seviyoruz. Daha doğrusu bize birileri, bu güne kadar yönetici konumunda olan on yıllarca bu ülkenin eliti olmuş ve bu ülkenin kaynaklarını acımasızca tarumar etmiş bazı kesimler hep hamaseti, şişinmeyi öğretmişler, böbürlenmeyi öğretmişler. Çünkü kendileri ortaya bir eser koyamamışlar, içi boş şişinmelerle insanların içini doldurmuşlar. Halbuki arkada sağlam bir ahlaki örgü, bir çalışma ahlakı, doğru düzgün bir eser yok. Biz, öncelikle dürüst ve iyi yurttaşlar olmak zorundayız. Devlet öncelikle vatandaşına iyi okullar sunabilen, iyi hastaneler sunabilen, gezebileceği yeşil alanlar sunabilen bir devlet olmak zorunda. Türkiye'nin gelişmiş bir demokrasisi olmasını arzu ediyoruz hepimiz. Türkiye'nin, insanı önceleyen, insanın mutluluğunu önceleyen bir demokratik rejim olmasını istiyoruz. İnsanların birbiriyle çıkar yarışına girmediği, zümrelerin kendi çıkarlarını kollamak adına ülkeyi yangın yerine çevirmediği, haksızlık adına and içmediği bir ülke olsun istiyoruz. Türkiye bir değişim sancısı, bir kabuk değiştirme sancısı yaşıyor, daha demokratik toplum olma yönünde ilerlemek istiyor. Bu çabalar boşa gitmez ve Türkiye hakikaten 21. yüzyıla uygun bir demokratik rejim olarak devam eder diye bir düş kuruyoruz. Devlet aygıtına çöreklenmiş, kendi yurttaşını hor gören faşizan unsurlar bertaraf edilir, her bireyin saygınlık ve biricikliği tescil edilir diye ümit ediyoruz. Kendi içimizdeki boşluktan bakabilmek kendi eksiklerimizi görebilmek demektir. İnsan ancak kendi eksikleriyle yüzleşirse kendisini geliştirebilir, bir millet ancak kendi eksikleriyle yüzleşirse kendisini geliştirip olgunlaştırabilir. Hepimiz bir kaygı döneminden geçiyoruz ama kaygı çok yapıcı bir duygudur. Eğer ki biz yurttaşlar olarak da bu değişime katılabilirsek tabii. Öteki türlü bakın sorumluluğu hep başkalarının üzerine atıp kendi içimizdeki otoriter ve faşizan eğitimle biz mücadele etmezsek bu ülkedeki bütün bu sancılar beyhude sancılar olarak kalır. Hepimiz yorulmakla kalırız Öncelikle, kendi içimizdeki o küçük faşistle, o küçük diktatörle mücadele etmek zorundayız. Benden farklı saydığım insanı ne kadar anlayabiliyorum, onu ne kadar dinlemeye hazırım? Bu soruya sahici bir cevap vermek zorundayız.

Burada sihirli kavram empati değil mi?
Evet empati konulu çalışmalar bize çok şeyi gösteriyor. Herkes kendi grubunun mensubuna çok kolay empati gösteriyor. Hepimiz bizden saydığımız bir insana karşı çok anlayışlı davranıyoruz, onun hatalarını çok kolay görmezden geliyoruz ama hasım saydığımız bir gurubun mensubuna empati göstermekte zorlanıyoruz. . İşte mesele bu, benden saymadığım insana karşı da o empatiyi, o yürek açmayı gösterebilmek. Bizler bireyler olarak böyle yaparsak ve devlet de adaleti tesis edici bir aygıt olarak kendi üzerine düşeni yaparsa, bu toplumu kimse tutamaz diye düşünüyorum. Çünkü bizim genetik kodlarımızda merhamet vardır, şefkat vardır, bir başkasını anlamak, dinlemek vardır. Bizim Yunus'umuz vardır, Mevlana'mız vardır, Hacı Bektaşımız, Niyazi-i Mısrimiz vardır. Bu büyük insanlar bu toprakların anlam haritasını aldıkları ilhamla zaten çizmişlerdir. Bu anlam haritasının üzerine biz yeni bir bilinç eklemiş olacağız. Yeni bilinç, hep söylendiği gibi, geleneğin yeni bir solukla bu güne üflenmesi demektir. Mesela demokrasiye merhametin vazgeçilmez bir unsuru olarak eklenmesi demektir. Buna derin demokrasi diyorum, derin demokrasi şu olsa gerek; bir başkasını inciten şey beni mutlu etmez, başkasıyla benim aramda Batı düşüncesinin ördüğü gibi duvarlar yok, hepimiz aynı gemide seyrediyoruz, hepimiz aynı maceranın sürgünleriyiz, hepimiz Allah'ın kullarıyız. Dolayısıyla derin demokrasiye inanan bir kişi, kâinat'ın bir düzen ve bir ahenk üzerinde yaratıldığını düşünür, hiç bir varlığın diğerinin hilafına var olmadığı düşüncesine gark olur.

Bu anlayış batılı demokrasi anlayışından daha farklı bir bakış açısı mı? 
Batılı demokrasiler özü itibariyle çatışmacı dünya görüşüne yaslanırlar. Sınıflar arasında, türler arasında kavgalar vardır. Sosyal darwinizm, 'güçlü olan ayakta kalır' der. Yoksullarla zenginler çatışmaktadır, herkes kendi çıkarları doğrultusunda demokrasiyi yönlendirmektedir, der batılı demokrasi anlayışı. Merhamet eksenli düşünmek suretiyle, çatışmacı batılı demokrasi anlayışını terk ediyoruz. İnsan insanın kurdu değildir, insan insanın yurdudur. İnsan insanın aynasıdır, insan insanın dostudur, yarenidir, yoldaşıdır, kardeşidir. Sınıfların çıkarları üzerinden çatıştığı bir demokrasi nizamı kurmuyoruz. Derin demokrasi dediğimiz şey, bugün dünyada bazı çevrelerde tartışılan kavramdan bahsediyorum, kendi icat ettiğimi bir şey değil. Diyoruz ki kainatta her varlık birbiriyle dayanışma içindedir, her varlık sırtını bir diğerine yaslar, dolayısıyla senin çıkarın benim çıkarım olabilir. İkimizin çıkarını besleyen şeyi, ikimizi de mutlu edecek şeyi bir başkasını da mutsuz etmeden nasıl çoğaltabiliriz, diyalog kapılarını nasıl açabiliriz, birbirimizi nasıl en uzun en verimli şekilde dinleyebiliriz, derdimiz bu. Çatışma, kavga etme, cebelleşme üzerine kurulu bir demokrasi kültüründen değil, anlaşmak, konuşmak ve diyalog üzerine kurulu bir demokrasi kültüründen bahsediyorum.

Aşk denilince hemen insanların aklına gelenler vardır ama siz burada çok çok farklı anlamlar yüklüyorsunuz aşka, aslında kainatın özünde aşk olduğunu, sevgi olduğunu ifade ediyorsunuz. Böyle hareket etmek sorunları çözecek bunu biliyoruz ama bunu nasıl başaracağız asıl zor olan bu. Nasıl olacak? 
Bizim sözümüz bir yankıdan ibarettir. Bize asırlar ötesi "huu" diyen Eşrefoğlu'nun, Yunus'un Mevlana'nın cılız bir yankısıdır bizim sözümüz. Onlar bu toprakları mayalayıp geçmiş gönül adamları, gayb adamları. Onlar bizi hep aşka çağırmışlar. Bu toprak derken sadece Anadolu toprağını kast etmiyorum, Ortadoğu toprağını kast ediyoruz. Batılıların bugün Ortadoğu dediği toprağı kast ediyorum. Bugün İran, Irak, Suriye, Mısır sınırlarında çok büyük ozanlar, çok büyük gönül adamları yaşadılar. Onlar bizi hep aşka çağırdılar, aşka davet ettiler. Bizler bugün aşkı nasıl diriltebiliriz. Ötekine önyargısız biçimde yaklaşarak, bir başkasını çatıştığımız kişi değil, yoldaş bilerek ve onun yüzünde Allah'ın cemalini görerek. Bu çok derin bir bakış açısı bana göre, bugünün dünyası insanları, birbirine zarar verebilecek, birbiriyle her an çatışan bir dünya olarak tasarlıyor. Haksız da değil çünkü Batı tarihine baktığımız zaman birinci ve ikinci dünya savaşlarının bu düşünceyle kurgulanmış olduğunu görüyorsunuz. Yine çok yakın zamanlarda Avrupa'nın göbeğinde, batı dünyasının tam kalbinde Bosna'da büyük bir katliam yaşandı. Tabii, Stjepan Mestrovic'in duygu sonrası toplum olarak, duyguyla işini bitirmiş bir toplum olarak nitelediği Batı, buna seyirci kaldı. Modern Batı, bir savaş makinesi, yani bir ölüm uygarlığı adeta ve bu tarihsel çizgide bir sapma, insanlık tarihinde bir sapma. Bizim Batıya eleştirel gözle bakmamız ve onun içindeki o denetlenemez savaş duygusunu deşifre etmemiz lazım. Bir şefkat ve merhamet medeniyeti nasıl kurulur, bir ihtimam ahlakı nasıl gözetilir bizim dünyaya bu tecrübeyi göstermemiz gerekiyor.

Tek tip insan projesine karşı sohbet halkalarının artırılması gerektiğini yazıyorsunuz. Son zamanlarda psikologlara çok ihtiyaç duymamız bu halkaların azalmasına bağlı buluyorum. Siz ne dersiniz?
Çok yerinde bir tespit, bir terapist şöyle diyor; 'İnsanlar psikoterapistlere koşuyorlar çünkü bu dünyada gerçekten işitildiklerini düşündükleri tek yer psikoterapi odası'. Biz ötekini işitmezsek, biz kardeşimizi, yoldaşımızı, yarenimizi işitmezsek, biz onu dinlemezsek onu kim dinleyecek? Biz birbirimizi dinlemezsek kim dinleyecek, biz kâinatı dinlemezsek kim dinleyecek.?Bakın sadece insanın birbirinin sesini dinlemesi değil insanın yağmurun sesini dinlemesi, rüzgârın hışırtısını dinlemesi, kainattaki börtü böceğin sesini dinlemesi de bir güzelliktir, bir meziyettir. O bakımdan ben dinlemenin günümüz toplumunda büyük bir sanat haline geldiğinin düşünüyorum. Çünkü herkes kendi sesini dinliyor ve kendi sesinin konuşmasını ve baskın olmasını istiyor. Fakat kimse bir başkasını dinlemeye yanaşmıyor. Sohbet dinlemekle kaim olan bir şeydir, sadece konuşursanız sohbet edemezsiniz ara ara susmanız gerekir. Uzun susuşlar göstermeniz ve karşınızdaki insanı dinleyebilmeniz gerekir. Biraz siz anlatırsınız biraz o anlatır ve böylelikle birbirinizin hikayelerinden bir şeyler öğrenmeye çalışırsınız. Siz onun hikayesinden kendi hayatınıza bir derkenar düşersiniz o sizin hikayenizden, kıssanızdan bir hisse çıkarır. Sohbet bu bakımdan çok zenginleştirici bir deneyimdir. Bana göre kalbin kalbe değmesi halidir ve insanı çok dönüştüren ve çok büyük bir güçtür.

Kitapta, sohbetin olmasa olmazı olan çayla ilgili güzel anekdotlar var. Bunlarla söyleşimize son verelim? Çay neden bu kadar önemli?
Dostoyevski Batı ülkelerini ziyaret edip döner ve herkes merakla Dostoyevski'ye koşar; 'Üstad ne gördünüz Batıda?' diye sorarlar. Üstat diyor ki çok gelişmişler, ileri gitmişler, bazı bakımlardan çok üstünler fakat bizim kadar iyi çay demleyemiyorlar. Bu çok mühim, çünkü iyi çay demlemek, iyi sohbet etmek demektir. İyi sohbet etmek birbirini iyi anlamak demektir, birbirini iyi anlamak; birbirinin kardeşi, birbirinin dostu, yareni, yoldaşı olmak demektir. Biz iyi çay demleyebildiğimiz sürece bir millet olarak her zaman ümit taşıyan potansiyel taşıyan bir milletiz. Türkiye iyi çayın demlendiği her yerdedir

 
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş