Kemal-Sayar-Urun-Resim_7764-600X450.jpg

Norveç katliamı için otopsi

STAR GAZETE - 01 Ağustos 2011
Breivik, büyüklenmeci ve ırkçı Avrupa merkezciliğinin birey düzeyinde semptom verdiği bir ‘yer’, bir ‘gösteri peygamberi’. İnternet onun ksenefobik ve islamofobik fikirlerini ateşli biçimde savunan nefret odaklarıyla dolu. Bu anomi ve anlamsızlık çağında korkum, bu tarz anti-kahramanların kendi saçma sapan yüksek hedefleri uğruna dünyayı bir kan gölüne çevirmeleri. 

Kemal Sayar
Prof. Dr., Psikiyatrist

Dünya şaşkın. Bu ölçüde bir şiddet nasıl oldu da dünyanın en huzurlu ülkelerinden birisi olarak kabul edilen Norveç’te gerçekleşebildi? Dahası nasıl, bilindik cani stereotiplerinin dışına çıkan bir adam, çoğu çocuk olan yurttaşını böylesine umarsız bir neşe içinde katledebildi? Temmuz 2011 Norveç katliamı, soğukkanlı bir psikopatın acımasız eylemi olarak okunursa sadece, pek çok şeyi gözden kaçırıyoruz demektir. Bu eylemi ortaya çıkaran zihin iklimini, çok kültürlülüğün içinde yeşeren bu fundementalist bakışı, onun şiddeti esinleyen ve içinden şiddet peygamberleri türeten sapkın entegrizmini fark edebilmeliyiz. Bu saldırı kürsel dünyanın yeni bir resmini sunuyor bize, dünyanın hiçbir yeri artık huzur içinde değil ve artık ‘komşundan kendin gibi kork!’manın zamanıdır. Çünkü Komşu, Freud’un çok önceleri şüphelendiği gibi, değişik yaşam biçimi bizi tehdit eden kişidir, örseleyen bir mütecavizdir, hayatımızı yolundan saptıran, çok yakınımıza geldiğinde yolumuzun önünden çekilmesi için iteleyeceğimiz kişidir. Bütün bunlar küreselleşmenin gerginlikleri, daha çok iletişimin daha çok çatışma anlamına gelebildiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Küresel köyde herkes birbirinden haberdar: 2005 sonbaharında Danimarka’da yayınlanan ve Hz. Peygamber’i hedef alan utanç verici karikatürler, o karikatürleri hiç görmemiş ve Danimarka’ya pek uzak coğrafyalarda yaşayan Müslümanları incitip sokaklara dökebiliyor.

İşte bu, küresel köyün karanlık yüzüdür: Birbirimizi anlamak yolunda duyduğumuz istek; birbirimizin yolunu kesmemek, birbirimizin kutsallarına saygı duymak, gerektiğinde birbirimizin yolundan çekilmek tarzında bir nezaketle birleşmediğinde daha fazla çatışmaya geçit verebiliyor.


Avrupa korkunun krallığına teslim

Norveç’e dönersek, yakın geçmişe dek görece homojen olan bir toplumun artan göçlerle birlikte çok kültürlülüğe yol aldığını, politika yapıcıların çoğulculuğu bir ulusal strateji olarak belirlediğini görüyoruz. Bu durumun, dünyayı biz ve onlar şeklinde ayıran, yabancının, göçmenin veya komşunun kendi saflığını tehdit ettiğinden endişe eden, küresel dünyanın güvenlik paranoyaları ile zehirlenmiş ırkçı/entegrist/aşırılıkçı kesimlerde bir öfke yarattığı aşikar. Bütün Avrupa, sokaktaki özgürlük söylemlerine rağmen, aşikâr veya gizli bir ırkçılıkla boğuşuyor. Bu ırkçılık Almanya veya Hollanda’da Türk/Arap/Müslüman öğrencilerin yüksek öğrenim hakkının kısıtlanmasından onların bir zamanlar Nazilerin Yahudilere reva gördüğü untermensch (alt insan) kategorisine hapsedilmelerine kadar değişik tonlarda kendisini gösteriyor.

Yabancı, güvenlik endişeleri ile iyiden iyiye ‘korkunun krallığı’na teslim olmuş dünyamızda hem bir arzu nesnesi, hem de içten içe korkulan, tiksinilen, uzaklaştırmaya can attığımız bir varlıktır. İktidar ancak kronik korkuyla kendisini tahkim eder, ancak onunla birleşerek dehşet verici hale gelir. Anlamın kaybolduğu, ‘bireysel hayatın ötesine uzanan sonsuzluk yapılarının hoyratça sökülüp atıldığı bir dünyada’ birey artık kendi kaçınılmaz yok oluşundan duyduğu korkuyla baş başa kalmıştır.

Böyle bir dünyada düşman yaratmak, bir hayatta kalma stratejisi olarak öne çıkar. Güçlü olanlar, mafya şeflerinin kendi “büyük” işlerini emrindekilere yaptırması gibi, genelde kendi kirli işlerini bizzat yapmaz. Sistemler tahakküm hiyerarşilerini üstten asta doğru giden bir iletişim ve etkileşim modeliyle yaratır; nadiren gidişat bunun tam tersi yönünde olur. Üst tabakadan güçlü bir figür kendisine düşman olan bir topluluğu tahrip etmek istediğinde, propaganda uzmanları hemen bir nefret programını uygulamaya sokar. İnsanların, farklı gruplara mensup bireylerin birbirini tecrit edecek ya da acı çektirecek, hatta öldürecek derecede nefret etmesini sağlayan şey nedir?

Nefret ötekini insanlıktan tenzil-i rütbeye uğratmakla, onu gayrı insanileştirmekle başlar. Zihnin en diplerinde “öteki”ni “düşman”a çeviren propagandalarla oluşturulmuş psikolojik inşalar yerleşir. Askerin en güçlü motivasyon kaynağı işte bu imgedir, bu imge ile kendi tüfeklerine nefretin ve korkunun şarjörlerini yükler.

Kişide korku hisleri uyandıran, kişinin kendisini iyi hissedebilme yetisini ve toplumun ulusal güvenliğini tehlikeye sokan güçlü bir düşmanın imgesi, anne ve babaları oğullarını savaşa göndermeleri için teşvik edici olur. Norveç katilinin elde tüfek verdiği pozlar, kendisini bir savaşçı, bir ‘tapınak şövalyesi’ olarak resmettiğini gösteriyor. O hakikati temellük eden, gerçekliği inhisarına alan, hakikat sadece bende konuşur diyen ‘çatlak’ ideologlardan sadece bir tanesi.

Dehumanizasyon/gayrı insanileştirme öncelikle “öteki” ile ilgili kalıplaşmış düşünceler yaratmakla başlar; ötekinin canavarlaştırıldığı, değersizleştirildiği, her açıdan güçlü kılındığı, şeytanlaştırıldığı, soyut bir yaratığa benzetildiği basmakalıp düşünceler. O yabancı, bizim aziz değer ve inançlarımıza karşı artık büyük bir tehlikedir. Toplumda düşman tehlikesi sebebiyle giderek fazla hissedilen korku duygusunun, mantıklı ve duyarlı insanları mantıksız davranışlarda bulunmaya ittiğini, özgürlükçü zihniyete sahip insanları bile kimileyin tahripkârlığa sürüklediğini görebiliriz.

Düşmanın posterlerde, televizyonlarda, dergi kapaklarında, filmlerde ve internette sunulan dramatik görsel imgeleri beyinlerimizin kuytu köşelerine böylece kabul edilir ve ilkel beyin, güçlü korku ve nefret duyguları ile tıka basa doldurulur.

Bu vahşi imgelemin pratikteki en uç sahnesinde, bir insanın kendisine düşman olarak tanımladığı bütün insanları yok etmek amacıyla plan yapması, yani “soykırım” yaşanmaktadır. Bugün Hitler’in propaganda yöntemlerinin insanların Yahudi komşularını, çalışanlarını ve arkadaşlarını devletin düşmanı olarak görmesini ve bu nedenle “son çare”ye haklıca başvurduklarına inanmalarını sağladığını anlayabiliyoruz.

Bu yöntemin tohumlarının ilkokullarda okutulan ders kitaplarında tüm Yahudileri aşağılık varlıklar ve katledildiklerinde, vicdan azabı duymaya değmeyecek insanlar olarak gösteren imgelerle ve yazılarla atıldığını anlayabiliyoruz. Dün Nazi Almanya’sında sergilenen cinnet bugün Batı Avrupa ve ABD’nin entelektüel dehlizlerinde şeytani bir plan olarak karşımıza çıkıyor.

Bugünün ötekisi bir türlü entegre edilemeyen, hep dışarlıklı kalan Müslüman’dır ve bu haliyle de konfor peşindeki zihinlere, mükemmel bir düşman imgesi sunar. O saflığı tehdit eden kişidir. Bu düşmanın beni her an rahatsız edebileceği inancı, Avrupa merkezli narsistik öznelliğin görünmez bir veçhesini oluşturur. ‘Ya benim gibi ol, ya da benden uzak dur’ diyen bir öznellik; propaganda ve iknanın her yöntemiyle zihinleri iğdiş eder. İşte Andreas Breivik bu zihinsel iklimin beslediği, büyüttüğü ve canavara çevirdiği bir kişiliktir.

İyi ve kötü arasındaki sınırların belirsizliği bugün sosyal psikolojinin üzerinde çalıştığı bir alan. Phillip Zimbardo’nun ünlü Stanford Hapishane Deneyi sıradan insanın eline yetke verildiğinde nasıl da acımasızlaşabildiğinin çok ilginç bir belgesini oluşturur. Yarım yüzyıl sonra bu deneyin öngörülerinin Irak’ın Ebu Gureyb hapishanesinde doğrulanması manidardır. Stanford Hapishane Deneyi kötü sistem ve durumların, iyi insanları doğalarına yabancı patolojik biçimlerde nasıl etkileyebileceğinin bir örneğidir.

İyi ve kötü arasındaki, bir zamanlar su geçirmez sanılan çizgi, belirli sosyal kuvvetlerin etkisi altında kolayca aşılabilir. Eric Hoffer’ın söylediği gibi, “Bir kişinin kalbini kırdığımızda sağladığımız iktidar duygusu, onun kalbini kazanmamızın sağlayacağı iktidara nispetle çok daha canlıdır!”

Karanlığın ‘İblis etkisi’

Bir üniforma kuşanıp da size bir rol veya bir iş verildiğinde, söz gelimi insanları hizada tutmanız istendiğinde, sokak kıyafetleriyle dolaşan adamlardan farklı birisi haline gelirsiniz. Hayatı, kuşandığınız o kostümün icaplarına göre yaşamaya başlarsınız. Ana hatlarıyla sosyal psikoloji çalışmalarından şunları öğreniriz:

Bazen içinde bulunduğumuz sosyal ortam ve güçler, kişiliğimizin karanlık noktalarını aşikar eder ve bizi birden iyi insanlardan zalim ve kötü kişiliklere dönüştürebilir. Zimbardo, bir kitabında buna ‘İblis etkisi’ adını veriyor. Aslında insanların çoğu, zamanların çoğunda ahlaklı varlıklardır. Ancak ahlakın çözündüğü zamanlar vardır. İnsanın karanlık tabiatı, ‘karanlığın göründüğü’ zamanlar. Norveç katliamını bir psikopatın münferit bir eylemi olarak okumak yerine, yabancı düşmanlığını besleyen ırkçı bir kültürün uzun, karanlık bir kış gecesi olarak tanımlamak kanımca daha yerinde olacaktır. Breivik gibi bir katili ortaya çıkaran şartları sorguladıktan sonra, birkaç cümle de onun bireysel psikolojisiyle ilgili yazabilirim.

Disiplinli, egosantrik, topluma, dünyaya içten içe büyük bir öfke duyan ve bu öfkeyi uzun yıllar boyunca saklamayı başarabilmiş ağır bir narsist ile karşı karşıyayız. Kurbanlarını öldürürken zevk naraları atabilecek kadar empati yoksunu, kendisini namlunun arkasında bir süreliğine Tanrısal bir güçle donatırken hazzın doruklarında. Başka hayatların onun yüce fikirlerinin yanında hiçbir ehemmiyeti yok. Ağır narsistik patolojilerdeki onulmaz empati yokluğu burada çok belirgin bir biçimde karşımıza çıkıyor. Başka insanlar, başka hayatlar ölümleriyle bile onun sözüm ona yüksek ideallerine hizmet ediyor.

Narsistik bir teröristin görünür olmaya, bilinmeye, kahramanlaşmaya duyduğu büyük açlık göze çarpıyor. Kendisini öldürmüyor zira bilinmek, görülmek, mesaj vermek istiyor. Yıllarca bu eylemi planlıyor ve kimseye planlarından söz açmıyor. Kendisini dünyaya yüksek fikirleriyle nizamat verecek bir kahraman, bir yarı Tanrı olarak gördüğünü sanıyorum. Çocuk kampına saldırması da manidar görünüyor: Belki yaşayamadığı bir çocukluktan, tek başına geçirilmiş bir hayattan, neşe ve dayanışma içindeki çocukları ve gençleri öldürerek intikam alıyor.

Ona ‘deli’ damgası yapıştırmak; yaptığı ve yaydığı kötülüğü, işlediği cinayetleri bilinçli olarak yapmadığını söylemek anlamına gelecektir. Onun aşırılığının sosyal kaynaklarına işaret etmeksizin, bütün bu kötülüğün sadece ‘bir çatlak’ın kafasından çıktığını söylemekle sorumluluğu berhava etmiş oluyoruz. Breivik, büyüklenmeci ve ırkçı Avrupa merkezciliğinin birey düzeyinde semptom verdiği bir ‘yer’, bir ‘gösteri peygamberi’. İnternette gezinirseniz, onun çoğu oradan buradan aşırılmış ksenefobik (yabancı korkusu)?ve islamofobik fikirlerinin ateşli bir biçimde savunulduğu nefret odaklarıyla karşılaşabilirsiniz. Onca kan ve katliama rağmen, fütursuzca bu katili öven, bilinen isimlerle karşılaşabilirsiniz. Terörün taklit edilmek suretiyle çoğalabildiğini biliyoruz. Benim korkum bu tarz anti-kahramanların içinde yaşadığımız anomi ve anlamsızlık çağında, kendi saçma sapan yüksek hedefleri uğruna dünyayı bir kan gölüne çevirebilecekleri. Bunun için nefret suçlarına, nefret söylemlerine, gizli ve açık ırkçılığa dikkat kesilmemiz, sivrisineği üreten bataklığı kurutmamız gerekiyor.
                       
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş