Kemal Sayar’ın elektronik ortamdaki biyografilerinden birinde “edebiyatla yakından ilgilenmektedir” yazıyor. Doğrusu şöyle olmalı: Kemal Sayar bir edebiyatçıdır. Hekimliğinin ilk yıllarında, taşrada bir edebiyat dergisi çıkartmasını da bilmiştir. Halen Marmara Üniversitesi Anabilim Dalı Başkanı görevini yürüten Sayar’la yeni çıkan “Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı” adlı kitabı dolayısıyla konuştuk. Tabii şair, öykücü ve denemeci Kemal Sayar’la konuştuğumuzu bilerek.
Adnan ÖZER
adnan.ozer@aksam.com.tr
Fotoğraflar: Cem Türkel
Üretken bir yazarsınız; hekimliğiniz dışında başka kuruluşlarda da görevleriniz var. Nasıl vakit buluyorsunuz bunca iş arasında?
Hekimlik vazifesi öne çıkıyor hayatımda ve bu da yazmakla ilgili zamanları yiyip bitiriyor, bundan biraz müştekiyim doğrusu. Çünkü yazmak hakikaten insanın boş zamanı ve boş uzayla olabilecek bir şey. İçinizde fazla bir şey gezdirmezseniz, ancak sizin dikkatinizi vermek istediğiniz şeylere dikkatinizi yöneltirseniz bir şeyler içinizde birikmeye başlıyor. Mesleğim insanların ruhsal sıkıntılarına deva aramak olduğu ve işin uygulama kısmında olduğum için içime çok fazla insan öyküsü birikiyor, onların sözleri birikiyor ve bunların bir şekilde içimden çıkması, yazıya dökülmesi lazım ki ben de rahatlayayım. Ben biraz kendi hayatımı tanzim ederek yazmaya zaman ayırabiliyorum. O da eve gidip çoluk çocuk yatınca, herkes bir köşeye çekilince oluyor; gece bana kalıyor ve uykumdan fedakârlık ederek yazıyorum. Özellikle on birle iki arası benim için çok güzel saatlerdir, üç saat kesintisiz çalışırım yazdığım zamanlarda.
Yazan ve okuyan bir beyaz yakalı olmak lazım artık şehirlerde…
Tabii, insan okumazsa kendi içindeki şeyleri anlamlandırmakta zorlanıyor. Okumak bana hep şöyle geliyor; içimde bir şeyler var ve ifade etmek istiyorum fakat birisi senden önce onu yazmış. Okuduğun zaman onu buluyorsun; ne güzel yazmış diyorsun. Dostoyevski o duyguyu ne kadar güzel isimlendirmiş. Veya şehirle ilgili bir şey düşünüyorsun, David Harvey ne kadar da güzel yazmış bunu benden önce, o nebula halinde, ruşeym halinde bekleyen şeyi ne kadar güzel tarif etmiş diyorsun. İnsanın zihnini çok açan bir şey okumak. Bir düşünce, içinizde sırasını bekliyor ve okurken o düşünce birden tetiklenip açığa çıkıyor; ipek böceğinin kozasından çıkması gibi bu düşünce açığa çıkıyor. Ben çok okuduğumu söyleyemem ama seçerek, nokta atışı yaparak okuduğumu söyleyebilirim.
“Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı”ndaki söyleşilerinizde iyi okuduğunuz anlaşılıyor, kendi alanınızla ilgili ama yan halkalar da var; estetik, şehirleşme, medya, felsefe, edebiyat gibi… Edebiyat için mesleğinizin bir yan halkası diyebilir miyiz?
Edebiyat benim asıl olmak istediğim, nefes alıp verdiğim yer. Keşke hayatımda her şeyi bir kenara itebilsem de sadece edebiyatta var olabilsem, sadece yazsam… Bunu isterdim. Fakat şöyle meşhur bir söz vardır ya; Viran olası hanede evlad ü ıyal var. Yani Türkiye’de sadece edebiyatla var olmanız pek mümkün görünmüyor. Edebiyatı benim varoluşsal, asli alanlarımdan birisi olarak görüyorum.
Sizi bu noktada bir hekim, psikiyatr ya da deneme yazarı olarak değil, bir düşünür olarak değerlendireceğim. Özellikle bu kitapta. Çünkü bu kitaptaki söyleşilerin arkasında çok güçlü okumalar seziliyor. Bu açıdan soruyorum; okuma ve edebiyat meselesini bugün nasıl anlamalıyız sizce? Yani eskiden kitapla kalkınan toplumlar Batı toplumlarıydı. Onlar kütüphaneleri, şehirleri ona göre kurdular, kitapla kalkınmayı seçtiler. Sonra aydınlanma meselesi var ve hümanizm… İşte biz o vesilelerle okuduk. O okumalar bizim gibi az gelişmiş toplumlara da empoze edildi ama bugün bu yetmiyor. Sanki ilahi bir şey lazım okumak için. Çünkü büyük bir kitle ortaya çıktı ve o kitleler aydınlanma yönünden onları motive edecek bir okumayı dinlemez, kitapla kalkınacağız mühendisliğini de dinlemez. Ne olması lazım ki bu “ben” kuşağı da okusun?
Ben yazılan şeyin sadra şifa olması gerektiğini düşünüyorum ve kendi yazı serüvenimde bunu gözetiyorum doğrusu. Benim kelimem sahici olsun ve sahici bir duyguya tekabül etsin karşımdaki insanda. Ben yazdığım zaman karşımdaki insan onda kendini bulsun veya o kelimeyle şifa bulsun bir şekilde. Nitekim birçok e-mail alıyorum ve güzel geribildirimler geliyor; bazı sözlerimin bazı insanlarda şifa verici olduğuyla ilgili çok güzel dönüşler alıyorum. Bence artık sözün sadece oyun için sarf edildiği bir dönemi geride bıraktık. İnsanlar işe yararlık istiyorlar sözden. İnsanlar sözün bir yaraya merhem olmasını istiyorlar. Çünkü görsel kültür muazzam bir şekilde her tarafta dolaşıyor ve çok pratik. Söz de biraz daha pratik olmak zorunda çünkü görsel kültürün ulaşamayacağı yerlere söz ulaşabilir. Söz bizim zihnimize de bir pay bırakır; görsel kültür bana hazır imajı sunuyor ve çoğu zaman hızlı bir şekilde yerleştiriyor o imajı fakat söz benden imaj üretmemi, tahayyül etmemi bekliyor. O tahayyülü beklediği için de daha derin noktalara ulaşabiliyor. İnsanın isimlendirilememiş birtakım şeylerine çok daha kolay varıyor ve ruhumuzu çok daha güzel bir şekilde tasvir ediyor. İnsanlığın yaşadığı ıstırapla alakası olmalı sözün. Bugün hakikaten çok acılı dönemlerden geçiyoruz, insanların çoğunun ruhunda yüzergezer bir endişe var. Yanı başımızdaki komşumuzda insanlar koyun kurban edilirmişçesine gırtlaklanıyor… Bütün bunları dolaşan bir şey olmalı söz, şiirse şiir, hikâyeyse hikâye ama havada olmamalı. 40’lı 50’li yıllarda birtakım akımlar çıkmıştı Batı’da sözle oynayan, sözü oraya buraya yapıştıran falan… Biz o ruh konforunda değiliz artık. Dolayısıyla söz bir kalbe varıyorsa, orada bir şeyleri harekete geçirebiliyorsa kıymetli olacak. Bu kuşak görsel melekeleri çok uyarılmış bir kuşak. Sınıfta bile artık ders anlatan hoca istemiyorlar, görsellikle desteklesin istiyorlar. Dolayısıyla kitabın onunla rekabet edebilmesi lazım. Bunun için de imajinasyonu destekleyen ve uyandıran bir tarafının da olması lazım bana göre. Bunlar biraz soyut ifadeler olarak da gelebilir ancak çok renkli ve keyifli kitaplara ihtiyacımız var.
O zaman okuyorlar, tamamen okumuyor değiller aslında.
Evet, fakat genel olarak yüzeysel olan çok tutuyor, hızlı bir ivme yakalıyor. Yakın zamanda örnekleri de var… Dini konuları new age tarzıyla birleştiren şeyler çok satıyor çünkü kolay formüller sunuyorlar.
Güzellik insanı tedavi eder, bunu siz söylüyorsunuz ve aynı zamanda bir psikiyatr olduğunuz için bu çok önemli. Bunu nasıl deneyimleyebiliriz? Biraz daha açabilir misiniz?
Bence zamanımızda hakikaten birçok nevroz, çirkinlikle ve üzüntü verici olaylarla çok fazla karşılaşmamızdan kaynaklanıyor. Bize başvuran insanları dinlediğiniz zaman insan ilişkilerindeki çirkinlikten, haberlere yansıyan çirkinlikten, hoyratlık ve üslupsuzluktan çok mustarip olduklarını görüyoruz. Bazı insanlar diğerlerine göre daha hassas oluyorlar, kimi hoyrat kimi hassas olur insanların. Psikiyatri kliniklerine gelenler daha hassaslardır, hastalandıran gelmez, o hastalandıranın etkisine maruz kalarak onunla baş edemeyen insan gelir. Dolayısıyla bu çirkinlik insanların hayattan aldıkları zevki, ağızlarının tadını çok etkiliyor ve giderek bir yılgınlığa, toplumsal bir depresyona sebebiyet veriyor. İşte güzellik terapisi, ruhu güzellikle beslemek ve dinlendirmek demek. Ben kendimde bunu hissediyorum ve muhakkak siz de bir şair olarak hissediyorsunuzdur. Güzel bir dize okuduğum zaman, bir kitapta daha önce hiç aklıma gelmemiş bir düşünceyle karşılaştığım zaman, çok iyi bir film izlediğim zaman ruhum adeta yükseliyor. O kadar iyi hissediyorum ki kendimi onun hatırası bana birkaç gün yetiyor. Veya güzel bir manzarayla karşılaşmak; uzun uzun bir çayırı, dağı, sahili, ufku seyretmek… Bütün bunlar ruhumuzu yükseltici bir etki yapıyor. Tabiata çok az çıkabiliyoruz, hâlbuki orada sayısız güzellik var. Tabiata ne kadar çok çıkabilsek ondaki güzelliklerle daha çok hemhal olacağız oysa. Güzellik bizi tedavi eden bir şey olduğu için onu aramamız, bulmamız, hayatımıza getirmemiz lazım. Sadece güzellikle karşılaşmakla bile insan bir sürü sıkıntısından kurtulur diye düşünüyorum ben.
Biraz önce bahsettiniz söze ihtiyacımız olduğu kısmında ama kitapta distopik bir cümleden bahsediyorsunuz. Bir kıtlık olacak ama bu bir yiyecek içecek kıtlığı değil, bu kıtlık Tanrı’nın sözlerini işitme kıtlığı olacak diyorsunuz. Bu çok hoştu, Ronald David Laing’in sözü. Bu sadece ilahiyat meselesi değil, tinsellik de var. O tinsellik de okuma, sanat, güzellik peşinde koşan taraf. Dinsellik de bunu diyor aslında. Böyle bir alan olması lazım hayatımızda, bunu nasıl inşa edeceğiz?
Evet, bu en temel meselelerimizden bir tanesi çünkü modern dünya bir büyübozumu. İnsanlar önceden tılsımlı bir dünyada yaşıyorlardı, bugün tılsımını kaybetmiş bir dünyada, tılsımını yitirmiş bir doğada yaşıyoruz. Doğaya Allah’ın yarattığı harika bir şey olarak da bakabilirsiniz; sömürmemiz, istismar etmemiz gereken, kaynaklarını sınırsızca tüketmemiz gereken bir hammadde deposu olarak da bakabilirsiniz. İkinci bakış kapitalizmin yakıtını oluşturan, birincisi ise geleneksel dünyanın bakışı. İbn Arabî’nin şöyle bir söyle bir sözü var; “Kim Allah’a inandığını söylüyor da etrafındaki mucizelerden hayrete düşmüyorsa onun inancından şüphe ederim”. Etrafımızda aslında her gün o tinsel, spritüel alanda bir sürü şey olup bitiyor. Bir bakış onu görmeye, bir bakış ise onu görmezden gelmeye ayarlı. Seküler ve materyalist bakış açısı o spritüel alandaki hiçbir şeyi kayda değer bulmuyor ve oraya bakmayı gereksiz görüyor. Oysa işin erbabı için hayatta esasa müteallik olan ne varsa o alanda cereyan ediyor. Ben buna bir ağacın yeşermesini, bir bebeğin yüzündeki gülümsemeyi de katarım, bir şiirin, bir müziğin insan ruhunda yarattığı o yükselme hissini de katarım. Batı dünyası tinsel olanı kovuyor adeta çünkü tinsel olan ancak paketlenip satılabildiği zaman değerli olabiliyor onlar için. Modern kapitalist medeniyet Budizm’i cover yapıyor, Hinduizm’i coverlıyor, modern meditasyon teknikleri üretiyor ve Batılı insana basitleştirerek, içeriğini boşaltarak satıyor. Şimdi aynı şeyi Mevlânâ’ya da yapıyorlar. Acısız, zahmetsiz, çile çekmenin gerek olmadığı bir tür maneviyat üretiyorlar oradan ve pazarlıyorlar. Fakat bizim topraklarımıza baktığınızda, çilenin, ıstırabın hâlâ kıymetli ve yol gösterici olduğunu görüyoruz. İnsanlar kolay olana geçmişten beri talip olmamışlar. Aşk hikâyelerine bile baksanız, Mecnun çöle düşmüş, Ferhat dağları delmiş, yani bir oluş çabası var her zaman ve bu da insanın uğraştığı şeyle beraber pişmesi, olgunlaşması anlamına geliyor. Ben Doğu’da hayatın bütününü kuşatan bir tinsellik görüyorum. Batı’da ise var olmaya, nefes almaya çalışan ve can çekişen bir tinsellik var.
“Edebiyat bize yön gösteren bir Kutup Yıldızı gibidir” diyorsunuz. Edebiyat üzerine düşüncelerinizin yerli ve yabancı kaynakları nedir son zamanlarda?
Ben oldum olası kendi şiirimizi, özellikle 2. Yeni şiirini dikkatli bir şekilde okumaya çalıştım. Kendi yerli kaynaklarımızı, Sezai Karakoç’u, İsmet Özel’i; klasik şiirimizi dikkatli bir şekilde okumaya ve oradan beslenmeye gayret ettim. Batı dünyasından şair olarak T. S. Elliot’ı çok sever ve benimserim. Octavio Paz favori edebiyat düşünürlerim arasındadır. Ted Hughes’ı, Wallece Stevens’ı çok beğeniyorum, bunlar benim favori şairlerim. Dylan Thomas’ı çok severim, bazı şiirlerini de tercüme etmiştim zamanında. Rainer Maria Rilke hayran olduğum bir şair.
Şiirin sağaltıcı yönüne inanıyor musunuz peki?
Mutlaka var. Bazen danışanlarıma şiir öneriyorum, şu şiiri okuyun diyorum. Şiir de konuşuruz burada bazen, edebiyat okuru olan danışanlarımla, o bahçeye girmekten zevk alanlarla konuşuyoruz şiirden. Şiirin şifa verici olduğuna inanıyorum. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde ergen kliniği şefliği yaparken her ay bir şair çağırıyordum oraya ve şiir okuyorlardı gençlere; bunun çok sağaltıcı taraflarını gördük. Her hafta okuma grubu yapıyorduk. Hiç unutmadığım bir şey var: Bir gün yine bir şairimiz tam şiirini okurken arkadan bir çocuk kalktı, şizofren bir genç olduğunu ve ağır bir durumda olduğunu biliyoruz, şiirin geri kalan kısmını ezberden okudu. O çocuğa yaşama arzusu veren şiir oldu. Herkes ondan ağır aksak bir şeyler beklerken, etrafta olup bitenleri çok algılamadığını düşünürken, o zıpkın gibi fırladı ve şiiri okudu. Bu bana çok dokunmuştur. Edebiyat okumalarını düzenleyen arkadaşımız da her hafta geliyordu ve o saati gençlerimiz de sabırsızlıkla bekliyordu ve çok canlı bir şekilde katılıyorlardı. Sanatın her dalının sağaltıcı özelliği var.
Kaynak: https://www.aksam.com.tr/kitap/modern-dunya-bir-buyubozumu/haber-323547