Kemal-Sayar-Urun-Resim_79574-600X450.jpg

Me Generation Türkiye sahnesinde (Ben kuşağı)

Tempo-Füsun Saka
Uzun ve bakımsız saçları, ilginç takıları, bol paça pantolonları, dinledikleri efsanevi müzikleri, okudukları kitapları ve tüketime karşı oluşları ile tüm dünyaya damgasını vurdu 60 kuşağı. Biz onları 68'liler olarak tanıdık. Fakat onların hayat felsefeleri, 1970'lerin sonlarında büyük bir yenilgiye uğradı ve 1980'lerde üzerine sünger çekildi. Bugün onların tam zıttı bir kuşak, Me Generation, tüm ihtişamıyla hüküm sürüyor.

Tempo-Füsun SAKA

1960'lı yıllar, artık tüm dünyanın kabul ettiği gibi, gençlerin dünyayı kurtarmaya soyundukları yıllardı. Mevcut düzeni beğenmiyorlardı, daha adil ve iyi bir dünya yaratabileceklerini düşünüyorlardı, dünyevi tüm şeylere yüz çevirmişlerdi. Kimi "Çiçek Çocuk" olmayı seçerek hippi hayatı yaşıyordu, kimi dünyanın sorunlarını çözmek için kollarını sıvamıştı. Sonuç olarak, dünyadan istedikleri şeyler içinde paranın lafı bile olamazdı. Para kazanmak, kariyer sahibi olmak, şöhrete ulaşmak gibi kaygıları yoktu. Eşit, adaletli ve iyi bir dünya özlemiydi onların duydukları. Bu kuşak ve beklentileri 70'lere de sarktı. Daha sonra 68 kuşağının toplumsal tahribata uğramasıyla birlikte, 70'lerin sonları ve 80'lerin başlarına doğru, önce ABD'de "Me Generation" denilen bir kuşağın oluştuğu kabul edildi. En azından, uzmanlar o dönemin sonunda ortaya çıkan kuşağa bu ismi veriyor.

Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekim Yardımcısı- Psikiyatri ve Ergen-Genç Erişkin Kliniği Şefi Psikiyatr Prof.Dr. Kemal Sayar, "Ben onlara, 'Rabbena, hep bana kuşağı' diyorum; çünkü bir kuşak önce kendisi için hiçbir şey istemeyen insanlar, birden bire kendileri için çok şey ister hale geldiler. Yani toplumsal tasarılardan vazgeçildi; insanlar sadece kendi rahatlarını, konforlarını düşünen, daha maddeci, somut kazanımların peşinde olan kişiler haline geldi. Daha iyi kariyer, daha çabuk ve kolay kazanılan para, o paranın gücü ile sınırsız konfor arayışında somutlaşan sınırsız tüketim arzusu hakim oldu. Bu kuşakla beraber, tüketim, çılgınlık raddesine ulaştı. Bu insanlar ancak tüketerek varolabileceklerini düşünür hale geldiler. Erich Fromm'un meşhur ikilemi, 'sahip olmak' ya da 'olmak' ikileminde, sahip olmak ön plana çıktı. 60'lı yıllarda, 'olmak' ön plandayken Me Generation ile birlikte 'sahip olmak' öne geçti. Bu aslında, biraz da 60'lı yıllara tepki gibiydi. Çünkü insanın doğasında, kendi çıkarlarını kollamak, korumak vardır. 60'lı yılların eğilimi, insanın kendisiyle büyük bir çatışmasıydı da aynı zamanda" diyor.

Prof. Kemal Sayar'ın da dile getirdiği bu değişim, tüm dünya için geçerli oldu ama dünyanın farklı ülkelerine farklı zamanlarda yansımasını buldu. Yine Sayar'a göre, Türkiye'de çok açık olarak, bu durum son 10-15 yıldır yoğunlaşarak yaşanıyor. Sayar, "Özal dönemi ile birlikte tüketim kültürü şaha kalktı. İnsanların ancak tükettikçe, maddi değer sahibi oldukça varolacaklarını hissetmeleri, gerçekten de çok yeni bir kavram sayılabilir. Bunu kimi yazarlar benliğin boşluğu olarak isimlendiriyor. Diyorlar ki, insanlar geleneksel destek sistemlerinden uzaklaştı. Aile ve toplum eskisi kadar koruyucu değil, çünkü toplum yaşantısı bizi artık bir arada tutmuyor. Hepimiz evlerimize çekiliyoruz, birbirimizi tanımadan hayatımızı sürdürüyoruz. Mahalle bakkalında çene çalmıyoruz. Süper markette birbirimizi görmeden alışveriş yapıyoruz. Fevkalade bireyci bir hayata doğru gidiyoruz" diyor.

Önemli olan maddi güç 
Sayar şöyle devam ediyor: "Bununla beraber insanlar, 'olmak' için, sahip oldukları kaynaklardan yani ilişkilerinden uzaklaşıyorlar. Eskisi gibi kendilerini esenlik içinde tutacak destek sistemlerinden mahrumlar. O zaman ne oluyor? Sahip olunanlarla (maddi güçle) kendilerini güçlü tutmaya çabalıyorlar. Şimdilerde tüm dünyada, 'kredi kartı hastalığı' diye bir fenomen tanımlanıyor. Toplumun daha fakir kesimleri, aynı tüketim kültürüne kurban oldukları için, muazzam alışveriş yapıp borçlanıyor, sonra da onları ödeyemiyorlar. Yine Amerikan Psikiyatri Birliği geçtiğimiz yıllarda çok ilginç bir tanı kategorisi önerdi: Saplantılı alışveriş bozukluğu. Bu tanı, kendini alışveriş yapmaktan alıkoyamama durumunu işaret ediyor."

Me Generation kuşağının hayat felsefesi, Sayar tarafından şöyle tanımlanıyor: "Ancak tüketerek varolabiliriz. Tüketim kültürü içinde varolursak, yeni bir araba, yeni bir ev, yeni bir buzdolabına sahip olabilirsek kendimizi değerli hissederiz. İnsanlar yalın ve çıplak varlıklarıyla kendilerini değerli hissedememeye başladılar. Çünkü reklam endüstrisi bize sürekli olarak, 'Şu arabaya binersen diğer insanlardan ayrışırsın' diyor. Bu propaganda altında hepimiz, sürekli daha değerli şeyler alarak kendimizi ayrıştırmaya çabalıyoruz. Çünkü modern hayat, bir yandan da hepimizi aynılaştırıyor. Oradan kurtuluş çabası içindeyiz. 'Ben farklıyım, biriciğim'i hissetme çabası içinde davranıyoruz. Onun için sarıldığımız şey de tüketim kültürü oluyor. Çok ilginç bir şey, Türkiye'de gençlerle konuşurken, 'ben' vurgusunun çok yüksek olduğunu görüyoruz. Gençler öykülerini, kendilerinden başlatıyorlar. Dedelerinin babalarının ne yaptığının önemi yok artık. Hayatlarında kesinlikle bir süreklilik duygusu yok. 'Ben varım ve ben böyle düşünüyorum' derken haklılıklarından eminler. Bu gençler, yani Me Generation kuşağı, çok büyük oranda empati kuramıyor. Önemli özürlerinden biri bu. Başkalarının dertlerini iyi anlayamıyor, dünyayı çok kısıtlı bir tüketim kültürü ekseninde algılıyor ve çok dar bir dilde konuşuyorlar."

Me Generation nasıl yaşıyor? 
Prof. Sayar, bu kuşağın birincil eğlencelerinin marka yarıştırmak olduğunu söylüyor: "Bazen araba yarıştırıyorlar, bazen kariyer... Uyuşturucu çok yaygın, boş ve yüzeysel değerlere tutunuyorlar; çoğu politikadan uzak duruyor, kitap okumuyor ve içi boş bir şekilde yetişiyorlar. Dünyayı sığ ve dar bir biçimde algılıyorlar. İnsan ilişkilerine bakınca, bütün bunların da sığ olduğunu görüyoruz; adanmışlık yok. Çok fazla eş değiştiriliyor, cinsellik tam bir meta olarak kullanılıyor; aşkla sevgiyle yapılan bir şey değil de tamamen fizyolojik dürtüleri doyurmak için yapıyorlar. Pek çok kadın ve erkek, gerçekten sevdikleri biriyle mi yoksa zengin biriyle mi birlikte olmak konusunda karar veremiyor. Genç kızlarda kadınlığa adım atma yaşı çok düştü, 14'lü yaşlara geriledi. Kürtaj olmaya başlıyorlar. Genç kızlar, kendilerini var edecek tek şey olarak cinsel kimliklerini görüyorlar. Ne kadar kadın olurlarsa o kadar varlar. Gençler kendi içlerinde övünebilecekleri sahici şeyleri olmadığı için, kendilerini cinsel obje olarak sunuyorlar. Bu da işin ayrı bir tarafı."

Sayar, bu kuşağın yaptıkları ya da yapmak istedikleri işlerin başında ise, en kolay yoldan şöhret ve para kazanabilmek olduğuna işaret ediyor: "Zahmet harcamaya çok yatkın değiller. Dolayısıyla, Popstar-BBG tarzı yarışmalar bu kuşağın ihtiyaçlarına çok güzel denk geliyor. Şarkıcı olmak, mankenlik yapmak gibi zihinsel bir enerji gerektirmeyen işlerden zengin olmaya çabalıyorlar. Bu kuşak bir de bu toplumun zihinsel mesai harcayanları, okuyanları fena halde cezalandırdığını gördü. Tüm bunlar durduk yerde ortaya çıkmıyor zaten. Dolayısıyla yeni yetişen kuşaklar, pop kültürü içinde, haz eksenli bir hayatı tercih ediyor. Bu gençlerin hayatlarını dolduran en önemli şey, haz! Bir şeyler uğruna sıkıntıya girme, çile çekme gibi hasletleri yok. Amaçları, daha ziyade kendileri için yaşamak."
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş