Kemal Sayar, depresyonun neden çağın hastalığı haline geldiğini ve yavaşlamanın nasıl mümkün olacağını anlatıyor. (www.kadincakararinca.com)
Şehir hayatı ruh dünyamızı nasıl etkiliyor? Günümüz annelerinin en büyük problemi ne? Haz ve hız çağı insanları olarak nasıl yavaşlayabiliriz? Müslüman depresyona girer mi? Aile içi iletişimin sırları nelerdir?
Prof. Dr. Kemal Sayar, son yıllarda insan psikolojisinin nasıl şekillendiğini, depresyonun neden çağın hastalığı haline geldiğini ve yavaşlamanın nasıl mümkün olacağını anlatıyor.
İşte Kemal Sayar’ın psikiyatri ofisinde bir gün…
İnsanlara şifa vermek adına hekimliği tercih ettiğinizi görüyoruz. Neden bedenin değil de, ruhun doktoru olmayı seçtiniz?
Soyut konulara, ruhun mahiyetini araştırmaya her zaman ilgim oldu. Bu ilgi beni ruh doktoru olmaya yönlendirdi. Hatırlıyorum, psikiyatri stajımda ruha dair çalışmalar beni derinden etkilerdi. Mikroskopla göremediğiniz, gözünüzle teşhis edemediğiniz bir kavramın insanları acıtan yönlerini tedavi edebileceğimi bilmenin heyecanını yaşardım. Bu süreçte yıllar süren hekimlik deneyimim bana gösterdi ki, ruhun acısı hiçbir şeye benzemiyor. Bedensel acılara bir şekilde müdahale edebiliyorsunuz ama ruhun şifası meşakkatli ve uzun süren bir yolculuk oluyor. Bu mesleğin en büyük ödülü, ruhsal şifa yolculuklarında insanlara eşlik edebiliyor olmak…
Biz ruh doktorlarını “deli doktoru” diye adlandıran, bir psikiyatra git denildiğinde “deli miyim ben” refleksi gösteren insanlarız genelde. Siz mesleki seyrinizde bu algının handikaplarını yaşadınız mı? İnsanların ruhsal hastalıklara bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de bu anlayışın yavaş yavaş değiştiğini düşünüyorum. İnsanlar psikiyatristleri deli doktoru olmakla giderek daha az özdeşleştirir oldular. Çünkü bu anlayışın alt satırlarını okuduğumuzda gördüğümüz şey; psikolojik rahatsızlıkların ahlaki olarak daha zayıf insanlarda gözlendiği inancıydı. Halbuki böyle bir şey kesinlikle doğru değildir. Hayatımızın bir bölümünde çok güçlü olan bizler, diğer bir dönemecinde daha hassas, daha kolay incinir bir ruh halinde bulunabiliriz. İnsan yükselebilen, düşebilen, güçlü hissedebilen, zayıf hissedebilen bir varlıktır. Özellikle günümüz modern hayat şartları ve kent hayatı bizleri ruhen daha hassas insanlar haline getirdi. Dolayısıyla ruh doktorlarına duyulan ihtiyaç eski yıllara göre artış gösterdi.
Büyük şehirlerde ruh ve sinir hastalıkları hastanelerinin sayısı oldukça fazla… Kent hayatı insanın psikolojisini hangi yönleriyle bozuyor sizce?
Bütün ruh sağlığı araştırmaları bize gösteriyor ki, şehirlerde ruh sağlığı oldukça bozulmuş durumda. Özellikle kırsalla kıyasladığımızda oranın ne kadar ciddi olduğunu bir kez daha görüyoruz.
Bunun ilk sebebi kent hayatının insanda meydana getirdiği sıkışma duygusudur. İnsanlar belirli bir alana yoğun bir şekilde hapsedilmenin, tıkılmanın, tıkışmanın sıkıntılarını yaşarlar. Kentlerdeki kalabalık ortam insan ruhuna iyi gelen bir şey değildir. Tabii şehir yaşamındaki stres ve hız da insan ruhunu ciddi şekilde yorar. İstanbul için düşünecek olursak, işimize 2 saatte gidip 2 saatte döndüğümüz, saatlerimizi trafikte geçirdiğimiz bir hayat akışımız var. Bu seyir insana göre değildir ve yıpratıcıdır. Ayrıca bu yoğun koşuşma eşimize, çocuğumuza, sevdiklerimize yeterince vakit ayırmamızın önündeki en büyük engeldir.
Şunu da belirtmek isterim, biz şehirlerimizi yeşili düşünmeden kurmuş insanlarız. Yeşil alanımız ne yazık ki çok az. Günümüzde deniz altından geçen köprüler gibi muazzam eserler yapıyoruz ama insanları mutlu edecek geniş yeşil alanlar inşa edemiyoruz. Birçoğumuz betonların arasında toprağa, suya, yeşile temas edemeden ömrümüzü geçiriyoruz. Bu tablo insanı tabiattan koparıp, daha hırçın, saldırgan, tahammülsüz bireylere dönüştürüyor.
Peki, şehirde yaşadığımız gerçeğini düşünerek ruh sağlığımızı korumak adına neler yapmalıyız?
Ruh sağlığımızı sevdiklerimizle, ailemizle, çocuklarımızla bol zaman geçirerek, günlük hayatın sıkışmışlığından kendimizi koruyarak, doğayı hissederek ama en önemlisi acele etmeyerek koruyabiliriz.
Baktığımızda modern hayatın en belirgin duygusu acele etme duygusudur. Hepimiz bir yerlere yetişme, bir şeyleri yakalama, kaçırmama telaşıyla günlerimizi geçiriyoruz. Bu koşuşmalar içerisinde ruhumuzu nasıl hırpaladığımızın farkında bile değiliz. Oysa yapılması gereken ruhumuzu ön plana çıkararak, bir zamansızlık algısı oluşturarak yaşadığımız ana odaklanmaktır. “İbn’ül Vakit” (Zamanın Oğlu) olmaktır. Aylaklık etmeye, kendimizi dinlemeye, sevdiklerimizle olmaya muhakkak zamanlar oluşturmaktır.
Bugün batıda –benim de çok önemsediğim- “iradi basitlik akımı” isminde bir akım var. İradi basitlik akımı, hayatlarını kendi kararlarıyla basitleştiren, sadeleştiren insanların uyguladığı bir akım. Bu insanlar hayatlarındaki fazlalıklardan uzaklaşmış, böylelikle bu fazlalıkları edinebilmek için mecbur oldukları iş gücünden de arınmış bir hayat yaşıyorlar. Aslında hepimizin böyle bir yaşam tarzı benimsemeye, ihtiyacımız olmayan her türlü fazlalıktan arınmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Baktığımızda mutsuz, tahammülsüz, sabırsız, hatta çocuğunu yük olarak gören annelerin sayısının arttığını görüyoruz. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?
Günümüz anneleri taşıyabileceklerinden fazlasını yükleniyorlar. Ev hanımlığını, eş rollerini, kariyeri ve anneliği bir arada yürütmeye çalışıyorlar. Üstelik annelere empoze edilen “mükemmellik” algısıyla bütün bu rolleri kusursuz yapma uğraşına giriyorlar. Bu da stres seviyelerini ve yorgunluklarını arttırıyor. Birçok parçaya bölünüyor olmak bütünü ıskalamaya sebep oluyor. Böylelikle çocuğunu benimseyemeyen, onu yük gören annelerin sayısı gün geçtikçe artıyor.
Yavaşlamanın ilk adımı kişinin ruhuna dönmesidir. İç sesini duyabilmesidir. Ruhunun ihtiyaçlarını, en az bedeninin ihtiyaçları kadar önemseyebilmesidir.
Anneler bu koşuşma içerisinde bize geldiklerinde çok ilginç tablolarla karşılaşıyoruz. Mesela, panik atak olmuş, depresyona girmiş bir anne kapımızı çaldığında geriye doğru bir hayat okuması yapıyoruz. Hangi problemler, hangi dertler anneyi bu hastalıkların eşiğine getirdi; izini sürüyoruz. Hikâyeler ne kadar farklı olursa olsun temelde tek bir problem karşımıza çıkıyor; fıtrata ters düşen bir yaşam…
Kişi çok yük yüklendiğinde, kendini bile duyamayacak kadar hızlandığında, gereksiz bir gelecek kaygısıyla iş yükünü arttırdığında yavaş yavaş fıtratından da uzaklaşmaya başlıyor. Bu da ruhun alarm vermesine sebep oluyor. Ama ne yazık ki günümüz insanı o kadar hızlı yaşıyor ki, ruhunun çığlıklarını duymayı bile başaramıyor.
Bu konuda hep tavsiye ettiğim bir şey vardır. Şuan bir acil serviste, hiç bilinmeyen bir rahatsızlık sebebiyle ölümü soluyor olduğunuzu düşünün. Eğer bir kurtulma şansınız olsaydı neleri yapmak isterdiniz? Yüce Yaratıcı size ikinci bir şans verseydi neleri önceleyip, neleri ertelerdiniz? Bence herkes bu soruya verdiği cevabı hayatına geçirmeli. Çünkü aldığımız her bir nefes bizim hayata dair ikinci şansımızdır zaten…
Namaz, oruç gibi ibadetlerin günümüzü programlayan süreçleri var. Siz ibadetlerin psikolojik etkileri hakkında neler söylersiniz?
İbadet, hayatı yavaşlatmanın çok doğal bir biçimidir. İnsanlar, ibadete ayırdıkları süreyle zamanın normal akışını durdurur, kendilerine ebedi âlemle rabıta kuracak yepyeni bir zaman boyutu ihdas ederler. Böylece günübirlik zamanın dışına çıkmak suretiyle de kendi kendileriyle daha fazla konuşmuş, kendi içlerine daha fazla bakmış olurlar.
Namazın günde beş kez olmasının insan ruhuna iyi gelen pek çok etkisi vardır. Namaz sayesinde hayatınız ne kadar yoğun olursa olsun, işlerinizin arasında mecburi duraklamalar yaşarsınız. Bu duraklamalar insanın kendi iç dünyasıyla kurabildiği yegâne iletişim vesileleridir. Namaz, inanan bir insan için en muhteşem terapi şeklidir.
Yine Ramazan ayı; hayatı yavaşlatmanın; insanı maddi meşguliyetlerden arındırarak asli varoluşuna döndürmenin fırsatlarından biridir. Ramazan ayında insanlar hem açlığı ve yokluğu tecrübe ederek diğer insanlarla empati kurmanın fırsatını bulurlar hem de Ahmet Haşim’in ifadesiyle “Müslüman saati” nin kendine mahsus zarafetini doya doya yaşarlar. “Modern zaman”ın hızlı akışına vurulmuş bir sekte, bir mola, bir silkiniş olarak değerlendirebiliriz ibadetleri…
İnanıyor olmak ruha iyi gelen bir şeydir. İnancın insanı koruyan büyük bir zırh olduğu, ruhsal sıkıntılara, dertlere karşı büyük bir emniyet sağladığı, güven sağladığı yapılan pek çok çalışmayla görülmüştür. İnanç sahibi insanlar hem beden, hem ruh parametreleri açısından daha iyi hissederler.
Fakat bilimde çok genel tanımlamalar yapmamak gerekir. İnsanın inancı nasıl taşıdığı ve yaşadığı da önemlidir. Dini zarar vermek, yok etmek üzere algılayan bir teröristin inancı ile inancını esenlik, barış, huzur üzere inşa etmiş bir dindarın ruhsal sağlığı muhakkak aynı noktada değildir. İnanç ötekileştirmenin, başkalaştırmanın değil; kucaklamanın ve bütünleşmenin vesilesi olabildiği ölçüde ruha iyi gelir.
Ayrıca kadim geleneğe baktığınızda çok koyu bir kedere yer olmadığını görürsünüz. Hüzün vardır ama keder yoktur. Çünkü Allah sizi terk etmez, hep yanı başınızdadır. “Allah’ımız var, ne gamımız var”, “Allah bes, baki heves” deriz. Bu açıdan inançlı insanı dünyanın geçici zaferleri de aldatmaz, yıkıntı görüntüleri de kandırmaz.
İnsanın dünyaya bakışının ne noktada olması gerektiğini şu hikâye çok güzel anlatır:
Bir gün bir adam İmam-ı Azam’a gelir ve denizdeki tüm gemilerinin battığını söyler. İmam-ı Azam biraz bekledikten sonra ‘elhamdülillah’ der. Adam şaşkınlıkla huzurdan ayrılır.
Aynı adam birkaç saat sonra koşarak gelir ve heyecan içinde batan gemilerin meğerse İmam-ı Azam’a ait olmadığını söyler. İmam-ı Azam yine biraz bekledikten sonra aynı sükunet içinde ‘elhamdülillah’ der.
İmam-ı Azam’ın bu hali karşısında şaşkınlığı artan adam dayanamayıp neden iki olayda da aynı tepkiyi verdiğini sorar. İmam-ı Azam der ki:
“Gemi battı dediğin zaman yüreğime üzülüp üzülmediğini sordum. Baktım, en ufak bir üzüntü yoktu. Bu yüzden ‘elhamdülillah’ dedim. Gemilerin benim olmadığını söylediğinde de yüreğime sevinip sevinmediğini sordum. Bu defa da sevinç kırıntısı görmedim. Bunun için yine ‘elhamdülillah’ dedim.”
İmam-ı Azam’ın durduğu bu noktayı Yunus “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim” diye ifade eder. İnsan inanç hedefine bu noktayı, bu ideali koyduğunda inancı bir kalkan gibi onu koruyacak ve psikolojik anlamda ye’se, kedere, ümitsizliğe kapılmasına engel olacaktır.
İnanıyor olmanın ruh sağlığını bu denli yoğun koruyan bir yanı varsa, Müslüman neden depresyona girer?
Hüzün, keder herkes içindir. Modern dünyada hepimiz zaman zaman yorgun düşebiliriz, çaresiz hissedebiliriz. Gücümüzü aşan pek çok olayla karşılaşabiliriz. Hatta bu hal günümüz için çok daha normaldir. Çünkü günümüz insanının duygularını 200-300 sene öncesine taşıma fırsatımız olsa, o döneme nazaran ne kadar çok endişe ve kaygı biriktirdiğimizi de fark ederiz. Öyle ki, kaygı ve endişe bugünün insanının günlük doğal bir rutini oldu adeta. Bu yüzden ruhumuz, bedenimiz çabuk arızalanmaya başladı. Alarm verir oldu. Depresyon, ruh için kaçınılmaz bir seyir haline geldi. Dolayısıyla kişi Müslüman olsun, olmasın depresyona girmesi gayet insanidir.
Son yıllarda kişisel gelişim kitaplarıyla “sen değerlisin, en önemli sensin” telkinleri verilmeye başlandı. Bu süreç insanları nasıl etkiledi?
Kişisel gelişim kitapları batı mahreçli kitaplardır. Genellikle bu kitapların Amerika’da yazıldığını görürüz. Ve o kültürel ekosta bu tarz telkinler bir anlam ifade etmektedir. Çünkü o coğrafyanın kuruluşu zor şartlarda gerçekleşmiştir. Avrupa’da açlık ve kıtlıktan kaçarken bir kıtayla karşılaşan, o kıtayı ehlîleştiren, yerli halkını soy kırıma uğratan bir topluluğun yaşadığı bir coğrafyadır. Dolayısıyla güçlü olanın, zalim olanın hayatta kaldığı bir dünya düzeni kurmuşlardır. Bugün sosyal darwinizm dediğimiz “mazlum olacağına, zalim ol” tezinin o topraklardan çıkması bu sebeple şaşılacak bir şey değildir.
Amerika’ya gidenler bilirler, hep ekstra büyük objeler vardır. Ekstra kolalar, hamburgerler… Yani hep nefse yönelik telkinlerde bulunurlar. Nefsin iştahını körükleme, hep daha fazlasını isteme üzerine kurulmuş bir kültürleri vardır.
Kişisel gelişim de, kendini yüceltmeyi, saygınlaştırmayı bu gerekçeyle tavsiye eder. Eğer kendini büyük, güçlü görmezsen hayatta kalamazsın telkininde bulunur. Bu bakış insanı toplumsallıktan bireyselliğe sürükleyen bir bakıştır. Toplumda yardımlaşma, dayanışma, bütünleşme duygularını dinamitleyen bir bakıştır.
Böyle olduğu zaman insanların narsizmaları kontrol altında tutulamaz. Kişi, sürekli “aş kendini, kır zincirlerini” empozesi altında kendi sınırlarını genişletmeye çalışırken, başkasının haklarını ihlal ettiği gerçeğine kör olur. Kendi iyisini düşünen insan, kamusal iyiyi hiçe saymış olur. Böylelikle insanlar kendilerini tavaf eden hacılara dönüşürler.
Şöyle bir gerçek de var, insan değerlidir ve değerinin farkında olmalıdır. Sizce kendini tavaf etme noktasına gelmekle, değerini fark etmek arasındaki çizgi nedir?
O çizgi narsistlik sınırına varmamaktır. İnsanın kendine güvenmesi, kendine inanması çok önemlidir. Batı toplumları bunu “ben” lehine çok aşırıya kaçırarak kullanıyorlar. Fakat doğu toplumlarında da “ben” diyebilme eksikliği var.
Bizler özgür bir düşüncemiz olduğunda ya da muhalif bir düşüncemiz olduğunda ve bunu topluma söylemek istediğimizde çok tereddüt ediyoruz. Kendimize itimat edemiyoruz. Sürünün bir parçası olmayı, sürüden farklı olmaya tercih ediyoruz. Oysaki büyük mutasavvıflara baktığımızda, sürüden farklı insanlar olduğunu görürüz. Hz. Mevlana olsun, Bediüzzaman Said Nursi olsun, Hallac olsun kendi zamanlarının insanlarından farklı bir dille ötelerin türküsünü söylemeyi tercih etmişlerdir. Bu bağlamda kendimizi dünyanın merkezi olarak görmek kadar, kendimizi hiçe saymak, değersiz görmek de hastalıklı bir ruh halidir.
Günümüzde sosyal medya birçok kişi tarafından kullanılıyor ve “ben” dili üzerinden paylaşımlar yapılıyor. Bu kanal aracılığıyla sürekli kendimizden bahsediyor olmak narsisizmi tetikleyen bir şey mi?
Sosyal medya narsisizmin hem dışa vurumu, hem de onu besleyen bir kanaldır. Sosyal medyanın bu denli teveccüh görmesi, narsist ruh halinin yaygınlaştığının da bir işaretidir aslında.
Öyle ki, tanınmış insanlar, şarkıcılar, mankenler ya da genç kızlar gün içinde birçok pozlarını çekip sosyal medyaya yüklüyorlar ve bu pozlarına “like” bekliyorlar. Bekledikleri beğeni gelmezse hayal kırıklığı yaşıyorlar. İnsanın sadece görüntüsüyle var olduğu bir çağın yansımalarıdır bunlar. Özümüzle değil de imajımızla var olduğumuz; hakikatimizle değil de suretimizle var olduğumuz bir dönemin en açık göstergeleridir. Ancak suretimizle insanlarda bir etki oluşturabileceğimizi zannettiğimizi gösterir bize.
Sosyal medya, mahremiyet başlığıyla ilgili de çok enteresan tablolar gösteriyor. İnsanlar yakınlarını kaybedip, facebook tan dua istiyorlar ya da acılarını, sevinçlerini en mahrem halleriyle paylaşıp, insanların kendilerine ortak olmasını bekliyorlar. Bizim gibi çocuksu motifleri ağır basan toplumlarda, sanalla gerçeği birbirine karıştırma yanılgısı sık gözlediğimiz bir olgudur. Oysaki sosyal medyada kurulan bağların zayıf, gerçeklikten uzak bağlar olduğunu gösteren pek çok çalışma vardır. Sosyal medya sosyalleşme değildir. İnsanın ihtiyaç duyduğu şey, yüz yüze iletişim kurmak ve bire bir gerçekleşen duygu paylaşımlarıdır.
İletişim çağında yaşıyoruz ama aile içi iletişimsizlikten bahsediyoruz. Sizce bunun nedeni nedir?
İletişimin yolu dinlemekten ve anlamaktan geçer. Tabi karşınızdakini anlamak kadar, ona anlaşıldığını hissettirebilmek de önemlidir. Bizlerse genellikle nasihat vererek iletişim kurmaya çalışırız. Oysaki insanlar çoğunlukla nasihat değil, anlaşılmak isterler. Bu bağlamda empati kurabilmek için, dinliyor olmamız gerekir.
Mesela eşimiz ‘bugün ev işlerinden çok yoruldum’ diyor olsa, biz de karşılık olarak ‘ne yapıyorsun ki yoruluyorsun’ şeklinde cevap versek iletişimi anında kapatmış, empati kuramamış oluruz. Oysaki bir yansıtma cümlesiyle ‘çok mu yoruldun canım’ desek ve yorum ya da nasihatte bulunmadan yalnızca dinlesek eşimiz anlaşıldığını hisseder ve rahatlar. Ne yazık ki çoğu zaman doğru iletişim dilini kullanmakta sıkıntı yaşıyoruz.
Genellikle kapınızı eşine, çocuğuna, hatta kendine yabancılaşmış insanlar çalıyor ve dertlerini anlatıyor. Sürekli dert dinlediğiniz bir mesleğiniz var. Zaman zaman ‘keşke kimsenin sorunu olmasa da, ben bu işi yapmak zorunda kalmasam’ diyor musunuz?
‘İyi ki böyle bir meslek var’ diyorum. İnsanlar kendi içlerini döktükleri zaman, yapabilecekleri yanlış şeylerden uzak duruyorlar. Canlarına kıymıyorlar, bedenlerine eziyet etmiyorlar. Bir başkasının canına kıymıyorlar. Ben de buna vesile olduğum için Allah’a şükrediyorum.
Hatice Kübra Tongar-Kadınca Kararınca