İnsan düşmeye yazgılı bir varlıktır
Ünlü Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar ile gerçekleştirdiğim söyleşi, sıcak bir Temmuz gününün akşam saatlerine denk geldi. İftar vaktinden önce kendisinin İstanbul, Bağdat Caddesi'ndeki ofisinde buluştuk ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisiyle, hayattan, sevgi ve mutluluktan, toplum psikolojisinden ve Timaş Yayınları'ndan çıkan son kitabı "Beni Sessiz de Sevebilir misin?"den konuştuk. Nietzsche'den, Heidegger'e, Schopenhauer'den, Konfüçyus'a, Niyazi Mısri'den, Fuzuli'ye, Tanpınar'dan, Sadi'ye, Mevlana'ya, Peygamber Efendimiz'e kadar pek çok şahane referans içeren ve Kemal hocanın sakin tonuyla yeniden dirilttiği bir sevgi dilini duyumsadığımız bu kitapta, birbirini anlayarak, sessiz de sevebilecek kadar gönlü geniş bir insanlığı hayal ediyor Kemal hoca. Bize "sevgili dostum" diye hitap ediyor ve bu insanlık hayaline bir akşamüstü beni de dâhil ediyor.
Ne de güzel söylüyor:
Beni sessiz de sevebilir misin?
Yağmur almış toprağı
Ve üşüyen kâinatı dinlerken
Araya dünya sözleri karışmadan?
* Sevgili hocam, sizin deyiminizle, ‘Kainatı telaşa düşürdük’ sevgiyi sanki stoklarla sınırlı bir nesneye dönüştürdük. Vızır vızır öten cep telefonlarından sızan ve devamlı avaz avaz sevildiğini duymayı arzulayan insanlığın gerçek sorunu ne sizce?
Günümüz toplumunda giderek kimsesizleşiyoruz. Zor zamanlarda yardımımıza koşacak insan sayısı azalıyor. Yalnızlaşan ve kimsesiz hisseden yaygın insan kitleleriyle karşı karşıyayız yani bugün. Sevgi ve aşk, böyle bir ortamda "biricikliğimizi" hissettiren neredeyse tek araç. Örneğin, Batı toplumundaki romantik aşk, dini vecd, dini coşku duygusunun yerini almış durumda. Geçmişteki mistik yaşantılarında, mistik tecrübelerle elde ettikleri aşkınlık ve dini vecd gibi duyguların yerini, bugün, aşkla kendinden geçen kadın ve erkeğin romantik aşk ilişkisi durumda yani. Batı romanında, şiirinde, sinemasında da rastlarız bunun örneklerine. Günlük hayatta bize varolduğumuzu hissettiren araçlar azaldığından dolayı romantik aşka daha fazla sarılıyoruz ve bunu da sizin belirttiğiniz gibi telaşla yaşıyoruz.
* Sevgili hocam, Dire Straits'in "Yağmurdan sonra gün ışığı olmalı." sözünü, Sezai Karakoç, "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır." şeklinde daha doğulu bir zihin dünyasına büründürmüş. İnsan, yenildiği noktada kendisini ayağa kaldıracak enerjiyi nereden bulacak? Elektrikler kesildiğinde ve etrafımızda kimsecikler kalmadığında jenaratör olarak nereye bağlanmamız gerekiyor?
"İnsanın ne kadar düştüğü önemli değildir, düştüğü yerden ne kadar geri sıçradığı önemlidir." diye bir söz vardır. Hepimizin içinde, bugün psikolojide "Yılmazlık", "Mukavemet" denen bir güç saklı. Yılmazlık veya mukavemet dediğimiz zaman, zorluklar karşısında başa çıkma kabiliyetimizi ifade ediyoruz. Zorluklarla hepimiz farklı düzeylerde başa çıkıyoruz. Bazı insanlar çok kolay pes eder, bazı insanlar sonuna kadar azimkâr ve sebatkâr bir şekilde uğraşıp, çaba gösterirler. Önemli olan insanın düşmesi değildir. İnsan zaten, düşmeye yazgılı bir varlıktır. Önemli olan insanın düştükten sonra kalkmaya ne kadar niyetli olduğudur. Günümüz toplumunda, düşenlerin elinden tutan bir toplum yapımız yok. Modern medeniyet, "Düşene bir tekme de sen vur!" diye emreden bir düzeni dayatıyor maalesef.
* ‘Bana acıyan olmadıysa, ben de kimseye acımamalıyım’ Zihniyeti midir bu?
Tabi. Bu Sosyal Darwinizm'dir aynı zamanda. Altta kalanın canı çıksın, altta kalan zaten haketmiştir, o da kuvvetli olup üste çıksaydı iddiasında olan leş gibi bir zihniyettir bu. Biz tüm bunlara rağmen, dayanışma, ihtimam ahlâkını yücelteceğiz ve insanların yenilgilerden, travmalardan sonra da, kendilerini ve içlerini büyütmelerini sağlamalarına destek olacağız.
* Peki bunu nasıl başaracağız?
Birincisi, umut. Yani, her şey yok olup gittikten sonra bile kalanlarla yeni bir dünya inşa edebilirim duygusunu taşıyarak. İkincisi, iyimserlik, yani, geleceği bugünden daha iyi kılabilirim duygusu. Üçüncüsü cesaret, insanların gitmediği yoldan da gidebilirim, birşeyleri değiştirebilirim duygusudur. Umut sahibi olmak, iyimserlik ve cesaret, bunların her biri önemli birer psikolojik karakterdir aynı zamanda. Robert Frost'un ünlü dizeleri bu bağlamda ilgi çekicidir: "Ormanda yol çatallanıyordu ve ben, ben daha az gidilen yolu seçtim, bütün farkı da bu yarattı."
BAZI ŞEYLER ZAMANI BEKLEMEYİ GEREKTİRİR
Sevgi ve aşk, zamanı bekleyen şeylerdir. Hayatta aceleyle elde edilemeyecek şeylerden söz edeceksek, bunların başında; sevgi ve aşk gelir. Bunlar acı ile, cehd ile elde edilen şeylerdir. Bizim kültürümüzde aşk ile çilenin içi içe sarmalandığına dair, Mecnun'un Leyla'sı için çöllere düşüp, dağları deldiği metaforu gibi, "Ferhat ile Şirin" metaforu gibi mükemmel mesajlar mevcuttur. Buralarda hep bir gayret ve oluş çabası gözümüze çarpar. Basit bir şeye asla denk gelmez bu aşklar. Aşık kişi yürüdüğü yolda adeta kendisi "yapılır", "imar" olunur.
* Günümüz toplumunda durum bambaşka oysa ki?
Günümüz toplumunda duygularımız hızlı tatmin bulmak istiyor, midemiz ani doyumları yaşamak istiyor. Her şeyin dokunmatik olmasını istediğimiz bu "Ani Tatmin Çağı"nda, aşk da bir anlam kaybına uğruyor ve gelip, geçici heveslerin adı olup çıkıveriyor karşımıza. İnsanlar gerçekten derin bir aşkla sevmek ve sevilmek istiyorlar, ancak, bağlanma ve aşk gibi kavramlar giderek yüzeyselleştiğinden dolayı insanın ruhsal krizinin artışı kaçınılmaz oluyor.
* "Maneviyat, iç gerilimlerimizi çözer. Sevgi ise insanı özgürleştirir” diyorsunuz. Gerilimleri yok etmek ve özgürleşmek eskiden daha mı kolaydı, ya da şimdi neden bu kadar zorlaştı?
Maneviyat iç gerilimlerimizi çözer, evet. Çünkü bizi bir teslimiyet duygusuyla buluşturur. Hayatın faniliğini yüzümüze çarpar ve bize gelip geçici olan bu dünyada bir mülk edinemeyeceğimizi hissettirir. Bizler de, gelip geçici olan basit şeyler için dertlenmememiz gerektiğini anlarız böylece. Yüce yaratıcısına, rabbine yönelen ilahi bir sevgi ise insanı özgürleştirir. O'nu, bu dünyaya rapteden her şeyden hızlıca arınabilir, dolayısıyla da özgürleşir böylece. Yani, iman etmek teslimiyetle birlikte özgürleşmek demektir bana göre.
* Modern toplumun maneviyat algısında bir aşınma söz konusu mu?
Maneviyatla ilgili çok ciddi problemlerimiz var bugün. Bir kere dilimizle gönlümüz birbirini tutmuyor. Yani, dilimiz gönlümüzden geçeni dillendirmiyor. İnsanlarla uzlaşmak, onlar tarafından onaylanmak adına bazen inanmadığımız, hissetmediğimiz kelimeleri dillendirebiliyoruz. Bu da, söz ile eylem arasında bir yarılmaya yol açıyor. Manevi bir ekolün içinden geldiğini düşünen insanlığın en büyük tenakuzu ve çelişkisi; söz-eylem uyuşmazlığı ve bununla beraber ortaya çıkan samimiyetsizliktir bugün. İnsanlığın esas problemlerini, "hâl" ile "kâl" arasındaki yarılma ve günlük hayatta sevginin dilinden daha az konuşarak, şiddetin dilinden medet umar hale gelmesi olarak ikiye ayırabiliriz. Mânevi olan ancak yaşantıyla beslendiği zaman bir toplumsal kültüre ve medeniyet hareketine dönüşebilir ve ancak o zaman insanların içinde gerçek huzurun meşalesi yanmaya başlar.
* Modern toplumun kadın-erkek ilişkisi üzerinde oluşturduğu değişim hangi boyutlarda
Geçmişte, kadın-erkek rolleri daha keskin hatlarla birbirinden ayrılmıştı. Buna göre, kadın evinin hanımıydı, erkek de evine ekmek getirmekle yükümlüydü. Roller belirgin olduğu için herşey daha kolaydı. Ancak, günümüzde, geçmiş, kalıplaşmış rol anlayışlarında farklılaşmalar var. Günümüzde, kadın-erkek rolleri rahatlıkla birbirine karışabilmekte. Bu durum yeri geldiğinde bir ‘Rahatlama’ yeri geldiğinde de bir ‘emniyet’ kaybıdır.
* Ne demek hocam bu?
Kadın-erkek rollerinin beklendiği gibi olmasını uman toplumlar için, kadının evinin hanımı olduğu, erkeğin de evine ekmek getirmekle yükümlü olduğu formül oldukça konforludur. Ancak, içinde dâhi yatan bir kadını düşündüğümüzde, çok iyi bir romancı ya da çok iyi bir bilimkadını olma istidadı taşıyan bir kadını düşündüğümüzde işler değişir.
* Evinin Hanımı olarak algılanan kadın, o kalıba sığmıyorsa?
Evin hanımı rolü, "o" kadın için yeterli gelmez ve onu kısıtlayıp, adeta boğar. Cinsiyet rollerine atfedilen anlamların kısıtlayıcı ya da rahatlatıcı nitelikleri olabilir yani. Bizler, kimlik ve cinsiyet kavramları arasındaki geçişkenliğin arttığı bir dünyada yaşıyoruz artık. İnsan kendini yaslayacağı bir ülkü arar. Hepimiz benliklerimizden daha büyük, bizi aşan, bizimle birlikte solup gitmeyecek bir hedefin, bir anlamın, bir ülkünün aracılarıyız. Bu bir yolculuk, ama 'inayet üzere olanlar kaybolmaz.
* Kitabınızı okuduğumda gözlerimi yaşartan yukarıdaki paragrafı okurlarla da paylaşmak istedim. Sözünü ettiğimiz bu ülkü ve inayetten neyi anlamalıyız? Toplumu, eşine sevgisiz, evladına tahammülsüz, komşusuna kibirli, metrobüste suratsız ve kavgacı yapan esas can alıcı nokta nedir?
Bu söz, meşhur "Bab'Aziz" filminden alıntıdır. Allah'ın adıyla, iyilikle, bir ülküyü gerçekleştirmek üzere, halis bir varoluş üzere yola çıkanlar kaybolmazdır verilmek istenen mesaj. Halis niyetli olan o kişilerin vardıkları yer "menzil"dir zaten. Kaybolmuş gibi görünseler de vardıkları her yeri "menzil" kılarlar onlar...
* Oldukları her yeri güzelleştirirler yani?
Kesinlikle. İmar ederler. Anadolu'yu var edenlerin ruhlarına bir bakalım. Anadolu'yu var eden Alperenlerin o güzelleştirici ruhu, imar edici bakışıdır. Horasan erlerinin, erenlerinin bakış açısına yaklaştığımız zaman gittiği her yeri kendine benzeten, gittiği her yeri güzelleştiren, dönüştüren bir ruhla karşılaşıyoruz. Günümüzde ise inanmış insanların bu ruhtan giderek uzaklaştığını görüyoruz. Bizim misyonumuz, bizim gayretimiz gittiğimiz yerde hizipleşmeyi, kavgayı değil, kardeşliği ve güzellikleri imar etmek olmalıdır bu yüzden. Bu konuda ciddi bir düşünceye ihtiyacımız var.
İNSAN BİRAZ DA NİYETİDİR
Genellikle günlük hayatın içinde saklı olan mucizeleri görmekte zorlanırız. Günlük hayatın içinde geçen bir sürü sıradan şey, bize pek çok harikulâde şey sunar aslında. Bizler kendimizi çirkinliği görmeye ayarlarsak, hep kötü söyleriz. Ama insanın içindeki güzelliği görmeye niyet edersek bir kere, güzel üzere konuşursak, güzel olursak, güzel sözler edersek, güzel haller üzere olursak, o zaman, dünyamızı da güzelleştirmeye başlarız. İnsan biraz da niyetidir yani. Hepimiz taşıdığımız niyetleriz. O niyetlerle kim olduğumuz, nereye doğru evrileceğimiz, içinde bulunduğumuz toplumu nereye doğru sürüklediğimiz ortaya çıkar.
* Batmayan, çökmeyen bir ülkü peşinde koşmalıyız öyleyse?
Hepimiz bir ülkünün etrafında kümelenmeliyiz. Nasıl ki, Hz. İbrahim, güneşin battığını görüp, "Bu Benim Rabbim Olamaz" diyebildiyse, Ay'ı görüp inanmak istedikten sonra, "Bu Benim Rabbim Değil” diyebildiyse, bizler, batmayan, çökmeyen, zail olmayan bir ülkü peşinde hayatlarımızı aydınlatmak zorundayız. "Niçin varım?" sorusunun cevabını bir şekilde bulmak zorundayız. Benliklerimizden daha büyük, bizi aşan, bizimle birlikte solup gitmeyecek bir hedefin arayıcıları olmak zorundayız. Frantz Fanon'un bir sözü aklıma geliyor: "Eğer yeryüzünde adaletin sevdalısı değilsek, bir hiçiz demektir." Yanlış olanı onarma, düzeltme yönünde bir çaba göstermiyorsak bir hiçiz demektir diyor Fanon. Hepimiz adaletin, ruhun savaşçıları olmalıyız. Ruhun maddeye üstünlüğünün, özün biçime galibiyetinin, ruhun sûrete galibiyetinin neferleri olmalıyız. Yani, hepimiz böyle bir davanın askerleri olmalıyız.
* Yola koyulmak zorundayız yani
Tasavvufta bir ilke, "Önemli olan yola çıkmaktır." der. Yani, menzile varmak, murad edilen şeyin ta kendisi değildir. Esas murad edilen yolda olmaktır. Ve evet, yukarıdaki satırlarda da vurgulamaya çalıştığım gibi, halis bir niyetle yola çıkan kişinin kaybolmayacağına dair inancımın kaynağı bu düşüncedir. Menzile varıp varmayacağınız Allah'ın elindedir, o, o'nun takdiridir. Ama siz yolda olmakla, kendinizi tekâmül ettirmek yolunda bir çaba harcamakla mükellefsinizdir.
* Göğüs kafesimiz bazen çarpıp yerinden fırlayacak gibi oluyor. Nabzımız sanki ağzımızın içinde atıp duruyor bazen. Bu gibi semptomların fiziksel nedenler dışında bir karşılığı olmalı diye düşünüyor insan. İnsanlığın tüm bunlar karşısında duyduğu ihtiyaç bir kutu antidepresanla sınırlı olan bir ihtiyaç mıdır sizce?
Elbette değil. Bizler tam aksine, antidepresanlara duyduğumuz ihtiyaçları yok etmeliyiz. Dostluk ahlâkıyla, ihtimam ahlâkıyla, dayanışma ahlâkıyla yok edebiliriz. Dünya antidepresanlara ihtiyaç duymasın istiyorsak, anne babalığın hakkını vererek, dostumuzun yarasına merhem olacak şekilde dostluk ederek, bir sıkıntılı, bir yoksul gördüğümüzde, ona hemen elimizi uzatarak bu gibi ihtiyaçları ortadan kaldırabiliriz.
* İnsanlık için hakiki bir endişe taşımalı mıyız?
Evet. Yani, insanlık için, insan kardeşlerimiz için hakiki bir endişe taşıyarak bunu başarabiliriz. Günümüz toplumunda insanlar duyarsızlaşıyor, herkes kendi çapında bir ada haline geliyor. Birbirimizi işitmez hale geliyoruz. Bu durumun panzehiri, gönlümüzü diğerine açmaktır, diğerini değiştirmeye çalışmadan, onu adam etmeye çalışmadan, onu olduğu gibi kabul ederek dinleme ahlâkına sahip olmaktır. Ondan birşeyler öğrenebilecek olmaya hazır olmaya hazır olmaktır. Bunları yapabileceksek, zaten dünya daha güllük gülistanlık bir yer olur diye düşünüyorum.
Düşenlerin elinden tutan bir toplum yapımız yok. Modern medeniyet, ‘Düşene bir tekme de sen vur!’ diye emreden bir düzeni dayatıyor.
Maneviyat, hayatın faniliğini yüzümüze çarparak gelip geçici olan bu dünyada mülk edinemeyeceğimizi hissettirir bize. Bizler de, gelip geçici olan basit şeyler için dertlenmememiz gerektiğini anlarız.
Hepimiz benliklerimizden daha büyük, bizi aşan, bizimle birlikte solup gitmeyecek bir hedefin ve ülkünün aracılarıyız. Bu bir yolculuktur ama 'inayet üzere olanlar kaybolmaz.
Antidepresanlara duyduğumuz ihtiyaçları yok etmeliyiz. Bunu ise; anne babalığın hakkını vererek, dostumuzun yarasına merhem olacak şekilde dostluk ederek, sıkıntılı, ve yoksul birini gördüğümüzde, ona hemen elimizi uzatarak başarabiliriz.
Ahmet Duvarcı