Yazdıklarıyla ve psikiyatri klişelerine karşı duruşuyla ‘ruh hekimi’ tabirini dolu dolu hak eden Prof. Dr. Kemal Sayar’a göre, artık doğal bir keder, hüzün bile hastalık olarak pazarlanıyor. “Çünkü” diyor Sayar, “Artık kimsenin hüzünlenmeye tahammülü yok. Pek çok sosyal uyuşturucuyla anestezi çağındayız”
Modern hayat, modern tıp, modern psikoloji... Cümleye, modern diye başladığımızda çok havalı durduğu kesin! Ama sanki hep bir başkasından bahseder gibi başlıyoruz konuşmaya bu girizgâhla. Aslında toplumun her katmanından, her meslekten, her cins ve yaştan insan, yani hepimiz o bahsettiğimiz 'modern'in içindeyiz. Bugünü, içinde olduğumuz zamanı, kaçabildiğimiz kaçamadığımız tuzaklarıyla içinde yuvarlanıp gittiğimiz sistemi tanımlıyor, modern. İşte içinde yaşadığımız dönemin, yani o modern hayatın arızalarından birini masaya yatırmaya gittik, sadece bir zihin hekimi değil hakiki bir ruh hekimi olarak çalışmasının yanı sıra, yazdıklarıyla anlattıklarıyla da yaralı ruhlara şifa dağıtan Kemal Sayar'a... Yeni makalelerle genişletilen yeni baskısıyla Yavaşla adlı kitabında da Sayar'ın altını çizdiği; modern hayatın, artık en küçük bir kederi, hayatın getirdiği tatlı hüzünleri bile hastalık diye kodlamasının üzerimizdeki etkisini konuştuk. İnsanoğlunun doğal yaşam süreçlerinin, yaşlanmanın, ölümün, hüznün, kederin nasıl hayatın dışına itildiğini, içinde yaşadığımız haz ve hız toplumunun hastalıklar hanesine bir çentik daha atmaktan ne çıkar güttüğünü kurcaladık. "Bir derdim var, bin dermana değişmem" deyişinin çıktığı coğrafyada nasıl oluyor da insanlar artık hayatın getirdiği en ufak bir hüznü, kederi, derdi hastalık olarak tanımlayıp sorununun anında çözülmesini istiyor? Bu yüzden neleri ıskalıyor, kişisel varoluş, tamamlanma süreçleri nasıl eksik kalıyor? Hepsini ve daha fazlasını anlattı Sayar...
- Modern tıp, hastalık üretmekte pek mahir. Hayatın getirdiği normal hüzünleri, kederleri yaşamaya artık tahammülümüz kalmadı. Bu yüzden neleri ıskalıyoruz?
- Yaşadığımız çağa eleştirmenler, anestezi çağı diyorlar. Kendimizi çok fazla uyuşturucuya hapsediyoruz. Derinlerde sızlayan yaralarımızı uyuşturucularla görmezden geliyoruz ve daha derinlemesine yaşamak yerine yüzeysel ve sığ yaşantıları tercih ediyoruz. Kendi içimizde olgunlaşarak daha olgun bir varoluşa sıçramak yerine, göstererek, başkalarına teşhir ederek kendimizi ispatladığımız, varlığımızı teyit ettiğimiz tüketim kültürü tarafından çok kolayca güdülen hayatları tercih ediyoruz. İnsan kendisine yakıcı sorular sorduğu, varoluşunu sorguladığı, varlığına bir anlam düşürmeye çalıştığı zaman bazen kendi canını acıtması gerekebilir. Kendine zor sorular sorması da gerekebilir.
- Nasıl sorular mesela?
- "Hayatım neye hizmet ediyor?", "Niçin varım?", "Bu dünyada olmamla ne değişiyor?", "Ben olmasaydım bu dünyadan ne eksilecek?", "İnsanlığa hayırlı bir tarafım var mı?" gibi...
- Bu sorular tevazuyu da getiriyor sanki. Kendimizi olmamız gereken yere koymamızı sağlıyor...
- Tevazu egonun kendi sınırlarına çekilmesidir. Başkalarını işgal etmek istememesidir. Tevazu hem kendine hem başkalarına hem de bütün varlığa saygı duymaktır.
- Bizi en çok yaralayan hırs galiba. Azimle, hırsı karıştırıyor muyuz?
- Hırsın zaten Türkçede çok olumlu çağrışımları yok. Azim, belli bir hedefe ulaşma noktasında gösterdiğimiz gayret olarak anlaşılıyor. Fakat hırsın bir sonu yok, bir bitim noktası yok. Hırs kelimesinin kökeni "harese". Dikenli bir çöl bitkisi. Devenin hareseyi yerken dilinin kanaması ve o kandan hoşlanmaya başlaması ve kendini durduramaması, sonunda kan kaybından ölmesi... Hırs kelimesinin kökeninde işte böyle bir şey var. Bir türlü durduramamak, yeterli diyememek.
- Başa dönersek insanın küçük kederlere, hüzünlere sabredememesi, sabır duygusunun kalmaması, biraz bu kibirle alakalalı gibi geliyor bana...
- Çünkü günümüzün hız ve haz teknolojileri insana "Durma, yoksa düşersin" diyor. Modern kapitalist uygarlıkta sürekli hareket içinde olursanız sürekli tüketirsiniz. Tüketmeyen insanın bir psikolojik ölü olduğu varsayılıyor. Çok hızlı gitmek bize kendi hayatımız üzerine esaslı soruları sormamızı engelliyor.
- Modern tıbbı, psikiyatriyi içeriden bir bakışla eleştiren ender isimlerdensiniz. Yüzlerce terapi, anti-aging paketleri satılıyor bize; kendimizle yüzleşmeye, derdimizi anlamaya fırsat vermeden...
- Modern tıp ne yazık ki ilaç endüstrilerinin güttüğü bir etkinlik olarak karşımıza çıkıyor. Tıbbın günümüzde pek çok başarıyı beraberinde getirdiğini yadsıyamayız. Hakikaten antibiyotiklerin keşfi bir çığır açtı ve insan ömrünün uzamasını sağladı. Fakat bir yandan da modern tıp, geçmişin hastalık olmayan durumlarını kolayca hastalık hanesine yazıyor. Ve onların ancak ilaçlarla tedavi edilebilecek durumlar olduğunu bize telkin ediyor. Burada durup düşünmemiz gerekiyor.
- Neyi düşünmemiz gerekiyor?
- Geçmişte doğal süreçler olan pek çok şey; mesela doğum, mesela ölüm... Artık hastaneler üzerinden bir tıbbi paketin içinde bize sunuluyor. Doğumu hastanede yapıyoruz. Ölümü de artık sevdiklerimizin yanı başında dualar eşliğinde, onlarla vedalaşarak değil soğuk bir hastane odasında yaşıyoruz. Bir insanın doğal süreçleri bir işlem haline geliyor ve özüne yabancılaşıyor. Doğal olandan ayrılarak, yapaylaşıyor. Geçmişte yine daha doğal karşılaştığımız hüzün gibi keder gibi durumlar çok kolaylıkla hastalık hanesine yazılıp oradan bize ilaç gerektiren durumlar tarif edilebiliyor. Öyle bir hokus pokus var ki modern hayatın getirdiği bazı zorluklar hemen bir rahatsızlık olarak tanımlanıyor, sonra onun tedavisi olarak da yine bize bir şeyler satılmak isteniyor.
- Aslında insanın kedere hüzne bir mukavemet gücü var. İnsan kendi akıbetini, öleceğini biliyor. Ölüm düşüncesi de hayatın dışına itiliyor artık. Çok tüketimde ölümden uzaklaşma fikri de var sanki...
- Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak modern insanın yeni düsturu. Psikolojide yeni bir tartışma alanı var. Travma dediğimiz hadiseler mesela çocukların üçte ikisinde kalıcı bir etki yaratmıyor. Tam aksine üçte iki oranında, çocuk yaşadığı travmadan güçlenerek çıkıyor. Acaba hayatın getirdiği bütün belalar, sıkıntılar, dertler konusunda bu kadar alarm halinde, bu kadar tedirgin bir bekleyiş içinde olmalı mıyız? "Travma sonrası büyüme" kavramı bize bunu anlatıyor. O yüzden dertten, tasadan korkmayalım, bunların bizi yere sermesinden, direnme gücümüzü alt etmesinden korkalım. Ki bu da ancak bizim onlara anlam verebilmemizle olur.
- O sorgu süreci içimizde nasıl işlemeli?
- Bazı insanlar bütün hata payını kendilerine yazarlar. Depresyona yatkınlardır. Bazıları da tüm hata payını, topluma, aileye yazarlar. Kişilik bozukluğuna daha yatkınlardır. Hata paylarını daha dengeli bir şekilde dağıtabilirsek yaşadığımız bütün dertler bizim için öğretici olur. Yavaşla adlı kitabımın yeni baskısında Erdemli Keder diye bir yazım var: "Sana çok şeyler öğretecek kedere hoş geldin de" diyorum orada. Keder ve hüzün bazen bir eğitmendir.
- Özellikle, geçenlerde İran'da düşen Türk jetinden sonra hayatını kaybeden yolcular için, bu coğrafyadan beklenmeyecek şeyler yazıldı, söylendi sosyal medyada. Ölüme, ölüye her ne olursa olsun saygısı olan bir toplumken nasıl böyle bir hale geldik? Ünlü cenazelerinde selfie çektirip paylaşmak da başka bir durum...
- 'Schadenfreude' başkasının talihsizliğinden zevk almak demek. Kimi insanlar habis bir haset duygusunun mahkumudur, onlar başkalarının sahip olduklarının ellerinden alınmasını diler. Habis haset içindeki kişi, başkasının sahip olduğunu düşündüğü olumlu nitelikler kendisinde olmadığı için bundan büyük ıstırap duyar ve o niteliklerin o kişiden alınmasını ister. Hatta bazen bunun için çaba gösterir. 'Oh olsun'cular haset ettiklerinin uğradıkları beladan sevinç duyarlar. Sosyal medya ağları haset duygularını kolayca körüklüyor. Herkes hayatını ötekinin önüne fütursuzca boca ettiğinde haset de yaygın bir yıkıcı duygu olarak boy veriyor. Cenazede selfie çekmek de empati yoksulluğunun bir tezahürü, orada ıstırap içindeki insanlarla duygudaş olamamak, hayatı sadece kendi bencil istekleri doğrultusunda yaşamak demektir. Yoğun bakımlardan cenazelere dek en mahrem anların bile gösteri kültürüne yem edilmesi, modern sığlık salgınının da bir tezahürüdür.
- Size, kendi kendine koyduğu depresyon teşhisiyle gelen danışanlarınızda bir rahatsızlık görmeyip geri gönderdiğiniz oluyor mu?
- Tabii. Bize hayatla ilgili seçim noktalarında gelebiliyorlar. İnsanlar kendilerine çok zarar veren hayat biçimlerinin içinde yorulmuş, hayata karşı isteklerini kaybetmiş, tükenmişlik içinde olabiliyorlar. Bunlara antidepresanlarla yardımcı olamazsınız. Dolayısıyla ben hayatları üzerinde biraz düşündürmeye ve hayat biçimlerini sorgulamaya, onlara ve çevrelerine daha iyi gelecek bir düşünce-yaşayış içine girmelerini salık verebiliyorum. Bazı insanlara sadece şiir okumalarını söylüyorum. En sevdiğim şiirlerden bir tanesi mesela, Hafiz'ın Gam Yeme şiiri. Onun antidepresan özellik içerdiğini düşünüyorum ve çok kişiye öneriyorum: "Kaybolan Yusuf döner Kenan'a bir gün; gam yeme! / Hem bu mahzun ev, olur bir has gülistan; gam yeme! / Dertli gönlüm gam çeker, artık ferah tut gönlünü; / Dert çeken olmaz perişan, bil ki her an; gam yeme! / Kırda tekrar taht kurarsın, bülbülüm günler döner; / Hoş öter hep, tat alır ömrüm bahardan; gam yeme! / Dönmemiş olsun felek arzunca, birkaç gün hemen; / Daima hem böyle sürmez, iş bu devran; gam yeme!"