Ergenlik ve Kültürel Yozlaşma
Diyanet Dergisi - Mart 2016 - sayı 303
Ergenlik, fiziksel ve ruhsal birçok değişimin yaşandığı, çocukluktan yetişkinliğe giden yoldaki geçiş dönemidir. Bu geçiş döneminde, ergen artık ne tam çocuktur ne de yetişkin olabilmiştir. Bu nedenle, ergenlik döneminde kimlik arayışı devam etmekte, bir kimliğe sahip olma arzusu ön plana çıkmaktadır. Ergenlik döneminde yaşanan fiziksel değişim; şaş- kınlığı ve merak duygusunu beslemekte, ruhsal olarak yaşanan değişim ise birçok durumdan etkilenmektedir. Ergenlik dönemi yetişkinliğe giden yolda bir köprü gibidir ve bu köprünün sağlamlığını aile, akran, toplum, kültür gibi faktörler belirlemektedir.
Değişen yaşam şartları, modernleşmenin getirdiği yaşam kültürü, dilin değişime uğraması, teknolojinin yaşamımıza hızla girişi, kitle iletişim araçlarının toplumdaki baskın etkisi ve değerlerin hızla değişiyor/aşınıyor olması artık daha farklı bir ergenlik dönemi tanımlamamıza neden olmaktadır. Popüler kültür, içeriğiyle sıradanlığı ve kültürel yozlaş- mayı getirebiliyor. Televizyonun ve diğer kitle iletişim araçlarının hayatımıza hızla girişiyle birlikte, insanlara yeni bir kimlik kazandırılmaya çalışılmakta ve insanlara nasıl ve ne olmalarıyla ilgili telkinlerde bulunulmaktadır. Bu durum, “aynı” ancak “sahte” kimliklere sahip bireyleri ortaya çıkarıyor ve yapay/gerçeklikten uzak bir mutluluğa açabiliyor. Frankfurt Okulu düşünürlerinin yaptığı benzetme gibi, kitle ileti- şim araçları aslında bir şırınganın aşı şırıngalaması gibidir. İnsanlar, her gün şırıngalanan mesajları almakta ve bu mesajlarla birlikte ani ve hızlı bir değişime uğramaktadırlar. Kültür, ahlaki değerler küresel güçlerin yönlendirmesiyle yozlaştırılmakta, yeni yetişen nesil ise bu durumdan fazlasıyla etkilenmektedir. Küresel gücü elinde bulunduranlar, kendi yaşam tarzlarını, tüketim alışkanlıklarını, dillerini, dinlerini etki alanına giren toplumlara empoze etmektedirler. Bu etkinin altında kalan toplumlar ise yavaş yavaş kültürel çözülmeye girmekte, bu durum kültürel yozlaşmaya sebep olmakta ve sonuç olarak bir yabancılaşma süreciyle birlikte kültürel asimilasyon ortaya çıkmaktadır.
Kültür, bebeklikten itibaren iç- selleştirilir, kendimizi ve diğerlerini nasıl algıladığımızı belirler. Kültür, dil içerisinde var olan, dil ile öğrenilen, günlük yaşantıda ve ilişkilerde kendisini gösteren, duyguların nerede, ne zaman, nasıl şekilleneceğini belirleyen bir olgudur. Bu durumun sadece dizilerin ve magazin programlarının verdiği mesajlarla yozlaş- tığını söylemek eksik olacaktır. Kitle iletişim araçları, popüler kültür ve internet kullandığımız dili de bozmaya başlamıştır. Sadece yeni dönem ergenlerin de- ğil, tüm toplumun dil kullanımı değişmiş, birçok kavram artık dilimize yabancı kaynakla girmiş ve dilimizin zenginliği unutulmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra, her kültür kendi “doğru, iyi, güzel” kavramlarının psikolojisini içinde barındırır. Ancak yine aynı değişimler bu kavramların içeriğini boşaltmakta ve millî kültürüne yabancı bireyler yetiş- mektedir. Bu durum, köklerine yabancı, hiçbir kültüre sadakat duyamayan bireylerin yetişmesine ve kimlik karmaşasına neden olabilmektedir. Günümüz İslam toplumlarında yaşayan gençler, bu etki alanına girdikçe giderek iki cami arasında binamaz hâline gelmekte ve buraya ne de oraya ait olabilmektedirler. Farklı kültürlere maruz kalmak, gençlerin kendi yaşantıları için ulaşamayacakları hayatları yaşamak istemelerine, bu durum da gerçek yaşantılarıyla hayalleri arasında boşluk oluşmasına neden olabilmektedir. Yapılan bazı araştırmalar, kültürel kimlik karmaşasının kimlik sorunlarına neden olabileceğini göstermektedir.
Küreselleşmeyle birlikte ergenler birçok sorunla karşılaşmaktadır. Bu sorunların başında cinsellikle çok erken yaşlarda tanışma, artan şiddete eğilim, madde kullanımı ve psikolojik sorunlar gelmektedir. Kitle iletişim araçlarıyla cinsel duygu uyaranlarına maruz kalma çok erken yaşlara inmiş, bu durum 3-4 yaşındaki çocu- ğun anlam veremediği, gelişimini sekteye uğratan cinsel içerikli uyaranlara internet ve oyun aracılığıyla maruz kalmasına neden olmuştur. Araştırmalara göre, çocukların internet üzerinden cinsel içeriğe ulaşma yaşı 4’e düş- müştür. Bunun yanı sıra, genç- lerin sürekli olarak internette şiddet içerikli oyunlar oynaması şiddet kültürünü besliyor ve bu durum okulda akran zorbalığına neden olabilmektedir. Sürekli olarak internet aracılığıyla oyun oynayan ve sosyal paylaşım ağları üzerinden iletişime geçen yeni nesil, sanal ilişkilere ram olmakta ve derinleşmeyen, fedakârlık istemeyen sığ ilişkiler yaşamaktadırlar. Bu durum iletişimi, temas etmeyi, paylaşımı olumsuz etkilemekte, daha yalnız, sosyal olarak çekingen, doyumsuz, boşluk hissi yaşayan bireylerin yetişmesine neden olabilmektedir.
Ne yapmalıyız o hâlde?
Anne ve babalar, geleneksel kültürün taşıyıcısı olabilecek insanlar. Anne ve baba bir kenarda pasif olarak bekler ve çocuklarının bütün bu sosyal kuvvetlerin pasif bir alıcısı hâline gelmesini izlerse çocuğuna çok büyük bir kötülük yapmış olabilir. Bazı çocuklar bunu kendi içlerinde sindirebilirler. Bazı çocuklar, doğuştan genetik olarak, psikolojik olarak kuvvetli doğarlar. Bazı çocuklar da genetik olarak, psikolojik olarak daha sorunlu bir gidişat gösterebilirler. İnsan davranışlarının bugün yarı yarıya genetik ve çevresel sebepler tarafından meydana getirildiğini biliyoruz. Genetik yapı insanda kuvvetli ise çevresel etmenler insanı o kadar değiştiremeyebilir. Fakat ruhsal sıkıntılara genetik bir yatkınlık varsa ve çevresel şartlar kötü gidiyorsa, bu kabil gençler dışarının etkilerini çok çabuk içlerine alıp bir ruhsal rahatsızlığa tercüme edebilirler. Hepimizin vücudunda belli genler var. Fakat bu genlerin dışa vurması, dışarı yansıması için belli yaşantılar gerekiyor. Yoksa o genler orada öyle sessizce uyuyor. Kendini hiç aşikâr etmiyor. Kişiyi belli bir şeye zorlamayabiliyor. Ancak belli olaylarla, belli stres faktörleriyle, belli zorlayıcı unsurlarla bazı genler kendini açığa vuruyor. Dolayısıyla sadece genlerimizin tesiri altında değiliz. Genlerle çevrenin etkileşiminin de tesiri altındayız. Ne kadar olumsuz olaya maruz kalırsak o kötü şeylere yol açabilecek genlerin açığa çıkma riski o kadar yüksek oluyor. O yüzden çocuklukta belalardan travmalardan, şefkatsizlikten, zalimlikten korunmuş insanlarda ruhsal rahatsızlığa yakalanma riski azalmış olabiliyor. İşte değer erozyonu konusu, burada şöyle tartışılması gereken bir kavram oluyor; çocuklarımı- zı dış dünyanın tekinsizliğine ne ölçüde bırakacağız? Ne ölçüde çocuklarımız hayatı kendileri öğ- renecekler? Bunlar, anne babanın önünde, cevaplanması gereken zor sorular olarak duruyor. Mesela bir sitede yaşıyorsanız sitenin hemen dışındaki bakkala çocu- ğunuzu gönderebilecek misiniz? Kaç yaşında göndereceksiniz? Sokakta kendi başına dolaşması- na izin verecek misiniz? Kapının önüne bırakacak mısınız? Günü- müzün çocukları böyle bir problemle de karşı karşıyalar. Sokaklar 20 yıl öncesine göre hiç tekin olmadığı için evlerde büyüyen bir kuşakla karşı karşıyayız. Evlerde büyüdüğü için çocuk yeni şeyler istiyor, yeni uyaranlar istiyor ve bunu sağlayan iki şey var; bilgisayar ve televizyon. Hiçbir anne baba çocuğuyla saatlerce oyun oynayamaz. Bir süre sonra bü- yüklerin ilgileri dağılır. Çocuklar oyunlarda bazı şeyleri ısrarla yeniden yapmak isterler. Onun için sabırlı olmak lazım.
Psikoloji literatüründe bir kavramdan bahsedilir; “müsamahakâr otoriterlik.” Herkesin kendi kıvamınca, kendi karakter ve meşrebince bunu tutturabilmesi lazım bana göre. Müsamahakâr otoriterlik şu demek; anne ve baba olarak çocuğunuz üzerindeki yaptırım gücünü asla kaybetmeyeceksiniz. Yani çocuğunuz, sizin yapma dediğinizi yapmamayı kabullenecek ve sizin onun lehine düşündüğünüzü baştan bilecek ve yapma dediğiniz zaman yapmayacak. Fakat bir yandan da ona kendi kendine bazı şeyleri deneyip yanılarak öğrenmek gibi bir imkân vereceksiniz. Eğer bu imkânı ona verebilirseniz zaten öbür türlü otoritenizi daha kolay kabul edecek demektir. Uzaktan izleyeceksiniz. Ona “sen tek başı- na hiçbir şeye karar veremezsin, zavallı aciz bir yaratıksın” mesajı vermeden, uzaktan kiminle arkadaşlık ettiğini bilerek fakat büyük yanlış yapmadığı sürece müdahale etmeden... Çünkü çocukların büyük savruluşları bazen anne babalıkla ilgili kusurlardan kaynaklanıyor. Anne ve baba, çocuğun ya da gencin tamamen kendisine tabi olmasını isteyebiliyor. Böyle şeylerle çok karşı- laşıyorum. Babanın veya annenin kuvvetli bir egosu var. Buna psikoloji dilinde “enstrümental narsisizm” deniyor. Aletli narsisizm… Yani ben kendi narsisizmimi doyurmak için çocuğuma büyük yatırım yapıyorum. Bazı anne babalar çocuklarına o kadar yükleme yapıyorlar ki çocuklar 12-13 yaşına geldiği zaman pilleri bitiyor hayatta. Bu da ileride büyük değer erozyonuna yol açabiliyor. Çünkü çocuklar sadece başaranın değerli olduğuna inandıkları, yardımlaşma, merhamet ve diğerkâmlık gibi özelliklerin kıymetsiz addedildiği bir dünya da büyüyorlar. Bu tür çocuklara hayatta anne babaların verdiği telkin şu; “başar, başaramıyorsan bir hiçsin.” Bu kaba, yanlış bir telkindir çocuğa. Çocukların hayatta başarmasını istediğimiz şey, sadece maddi başarılar. Mesela iyi insan olmayı başarmayı çocuklarına kaç aile öğretiyor? Diğerlerine yardımcı olmayı, fedakâr, feragat edebilen insanlar olmayı kaç aile öğretiyor gü- nümüzde? Testlerden yüksek al, iyi üniversiteye gir, çok meziyetli ol ki sana baktıkları zaman beni alkışlasınlar. Buna hakkımız var mı? Çocuklarımızın müstakil bir kimlik sahibi olarak büyümelerine yardımcı olmamız lazım. Onların bizden farklı arzuları, beklentileri, hevesleri olabilir. Niye ben kendi narsistik ihtiyaçlarımı onun üzerinden karşılayayım ki? Böyle telaşlı bir anne baba popü- lasyonuyla, özellikle büyük şehirlerde karşılaşıyoruz. Anne baba, kendi ihtiyaçları ile çocuğun ihtiyaçları arasına bir çizgi çekebilmeli ve çocuğu asla kendi ruhsal ihtiyaçları için kullanmamalıdır.
Gençlerimizi anne babalar ve eğitimciler olarak dikkate ve ciddiye alalım. Onlara merhametle yaklaşalım ki dünyaya merhametle bakabilen insanlar yetiştirelim. Acımasızlığın ve kıyıcılığın norm hâline geldiği bir dünyada başı- mızı ekranlardan kaldırıp çocuklarımıza çevirmenin zamanı geldi de geçiyor. Gözlerimize baktığında bir kıymet hissi bulabilen her çocuk, başka insanlara da kıymet vermeyi öğrenecektir. Ahlak boş- luğu içinde tepetaklak giden bir gençliğin elinden tutabilmek için, önce anne babaların uzun uykularından uyanmaları gerekiyor.