Kemal-Sayar-Urun-Resim_8961-600X450.jpg

Dr. Kemal Sayar la Hazcılık Üzerine Bir Söyleşi

Ömer Baldık, Zafer Dergisi Ağustos 2006
İsterseniz hazzın tarifiyle başlayalım. Hazzın bilinen bir tarifi var mı? 
Haz insanda hoşnutluk uyandıran her türlü duyum olarak tarif edebileceğim bir şey, ama kelime farklı çağrışımlara açık. Istırabın tam zıddı diye bir tarif de verebiliriz. Tabiî maddi hazlar ve manevi hazlar var. Maddi hazlar özellikle defalarca yapılmasıyla insana hala bıkkınlık vermeyen, her seferinde aynı hoşnutluk duygusunu uyandırmaya devam eden şeylerdir ve bu tür hazların beynimizdeki dopamin devreleriyle çok yakından alâkalı olduğu bilinmektedir. Manevi haz ise, insanın biraz daha meleksi tarafına hitap eder ve bir üstbilinç haline tekabül eder. Orada 'prososyal davranış' dediğimiz insana yardım davranışı vardır, merhamet vardır, diğerkâmlık vardır.

Yerine göre öfkelenmek de çok haz verici olabiliyor. Her türlü duygunun hazzı da var mı kendi içinde? 
Öfke aslında haz verici bir duygu değildir. Öfke negatif duygulardan bir tanesidir. İnsanın kıskançlık, öfke, depresyon gibi duygulara kapılması kendisine zarar verir. Depresyon insana hiçbir surette haz vermez. Bu negatif duygular zaman içinde insanda çok ciddi bir buhran, bir eksilme, bir yozlaşma meydana getirebilir. Bunun neticesinde kişi artık hayata karşı küskünleşebilir. Negatif duyguların biteviye yaşanması, insan ömrünü de azaltıcı bir etkiye sahiptir. Bu tür duyguları sürekli ve uzun yaşayan insanların ömürleri daha kısa olabildiği gibi, ömürlerinden aldıkları lezzet az, hayatlarından devşirdikleri anlam kısıtlı olabiliyor. Her duygunun hazza dönük bir tarafı yoktur. Olumlu ve olumsuz duygular vardır. Olumsuz duyguların da haz verici olduğu söylenemez.

Söylediklerinizden hazzın marazî bir hâl almadığı sonucunu mu çıkaracağız?
Hayır. Maddi haz öyledir meselâ. Günümüz toplumu hazların anlık doyurulmasına çok önem veriyor. Freud yıllar önce "tekamül etmiş, yani gelişmiş organizmalar hazzı geciktirebilen organizmalardır" demişti. Dolayısıyla şu anda modern medeniyette maalesef hazzı geciktirme yönünde bir sıkıntı var. Mesela fast-food kültürü bile buradan besleniyor. Bu kültür insana, "Acıktıysan karnını hemen doyur, bekleme!" diyor. Hız kültürü buradan besleniyor: "Çabuk var!" "Çabuk git!" "Mesajla ara, sevdiğini özleme!" Bu durum beraberinde aşırı bir doymuşluk getiriyor tabii. O doymuşluk da sonuçta tatminsizliğe dönüşüyor. İnsan maddi şeyler arasında o kadar çok seçim yapmak durumunda kalıyor ki seçmediği şeyler yüzünden bir acı yaşıyor.

Acaba bu tatminsizliğin arkasında kişinin normal yaşantısında huzur gibi, sükûnet gibi duyguları yeterince hissedememesinin payı var mı? İnsanlar bu duygularda fakirleşme yaşadığı için mi hazza aşırı sarılıyorlar?
Hazza bu kadar düşkün olunmasının sebebi, bence içsel anlam kaynaklarının kurumasıdır. Nedir bunlar? Daha güzel bir dünya özlemi, kişinin kendisini yüzyılların kadim öğretileri içine yerleştirmesidir meselâ. Belki bir dinin serinliğine sığınmaktır. Bütün bunlar kaybolunca, insanlar manevi olanın yerine benzer tatminleri elde etmeyi umduğu maddi hazlara yöneliyorlar. Tüketicilik ön plana çıkıyor. "Tükettiğin kadar varsın" diyen bir kültür ortaya çıkıyor. Bu kültür de bize, "Evet belki sen şu anda hayatını çok fazla anlamlandıramıyorsun, fakat ne kadar çok tüketiyorsan o kadar iyisin, senin kudretin cüzdanının şişkinliğindedir, dolayısıyla bu tür maddi olanı tüketerek kendini gerçekleştir!" diyor. Bugün böyle bir eğilim var dünyada.

Peki bu eğilim, insan ruhunu ne tür açmazlara itiyor sizce?
İnsanı kuraklaştırıyor bu. Çünkü tüketicilik insanın anlık ihtiyaçlarını doyurur, ama kalıcı bir itminan duygusu vermez. Dövüş Kulübü filminde çok güzel bir söz vardır: "Sahip olduğun şeyler, gün gelir, sana sahip olur." Maddi olanı çok fazla önemsediğiniz zaman, bir süre sonra onların kölesi haline geliyorsunuz. Ve zamanla hayat kalitenizde çok ciddi bir düşüş oluyor. İnsanlara bakıyorsunuz, büyük evlerde oturmak ve büyük arabalara binmek için bütün ömürlerini harcıyorlar, fakat o ömürden geriye dişe dokunur, insanlara hayrı dokunan bir şey kalmamış oluyor.

Hazzın hayatın tek hedefi haline getirilişi, insanların ve toplumların çocukluktan çıkamayışlarına bir işaret olabilir mi? 
Pek tabii. Zaten modernite bir gençlik kutsaması üzerine kuruludur. Modern kültür bize, "Çabuk olgunlaş, genç ol fakat gençlikten asla dışarı çıkma!" der. Çünkü genç tüketir, arzu eder, yenilik arayışı çoktur. Kapitalist sistemin genç olmanın nimetlerinden dem vuran bir kültürel bombardıman yapmasının sebebi budur. Insanların çoğu ve pekçok sektör bu bombardımanın etkisi altında. Meselâ anti-aging denen akım, insanları genç tutmaya çalışıyor. Yaşlılığın belirtilerini tedavi etmeye çalışıyor. Ölümü geciktirmeye çalışıyor. Ve gençliğin hayata getirdiği uçarılık, çabuk karar verme, dürtüsel davranma, hayatı derinlemesine değil de bir eğlence nöbeti halinde yaşama hali, toplumun pek çok kesimine sirayet ediyor. Halbuki varoluşçu düşünürlerin söylediği gibi, insan hayatta temel sahici birtakım şeyleri yaşamazsa, "varoluşsal suçluluk" hissetmeye başlıyor. Ellisine altmışına geldiğinde de, büyük bir pişmanlık sarmalı içinde geçiriyor günlerini.

O zaman hazcılığın başlı başına bir insan felsefesi olmayı hak etmediğini söyleyebiliriz sanırım, sonuç hüsran olduğuna göre. Öyleyse hazzın psikodinamiği nasıl işliyor? Neden insanlar bu kadar hazza müptela oluyorlar?
Esas itibariyle hazzın psikodinamiğini ben "ölümden kaçış" olarak özetleyebilirim. İnsan neden hazza bu kadar müptela olur? Çünkü ölümle baş edemiyordur. Ölümle muhasebesini yapamıyordur. Ölüm onun hayatına yapıcı bir kuvvet olarak giremiyordur. Zaten batı uygarlığının temel kabullerinden biridir bu. Batı medeniyeti ölümün inkârı üzerine kuruludur. Ölümü inkâr ettiğiniz zaman, ölümden sonrasını da inkâr etmiş olursunuz. Eğer bu hayata ölüm ışık tutmuyorsa, bu hayatı aydınlatmıyorsa, bu hayat neyle aydınlatılır? Tabii ki, "vur patlasın, çal oynasın"la! Onlar için hayat her türlü hazzı en kısa zamanda devşirmemizi sağlayacak bir "eğlence mekânı"dır. O halde hazzın önündeki bütün engelleri kaldırmak, ahlâkî bariyerleri yok etmek gerekir. Bunun ruh sağlığı açısından ciddi sonuçları söz konusudur. Meselâ, obesite diye bir problem var. Aşırı yemek tüketme diye bir sorunu var bugünün dünyanın. Yine, madde bağımlılığı bu mentalitenin bir sonucudur. Madde bağımlısı olan kişiler, beyinlerindeki dopamin devrelerine sürekli ödül vermek isteyen insanlardır. Halbuki olgun insan, hazzı büsbütün reddeden değil ama hazzı erteleyebilen, gerektiğinde ondan uzak duran insandır. Hepimizin bildiği güzel bir söz var: "Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır." Pekçok şey hayata bakış açımızla alâkalı. Siz hayatın içinde saklı olan küçük mucizeleri, detayları, sürprizleri görmeye ayarlamışsanız bilincinizi, size bir çiçeğin açışı, bir bebeğin yürüyüşü, mevsimlerin değişmesi, gecenin gündüze inkılap etmesi.. bütün bunlar manevi hazlar verir. Önemli olan, insanın aşkınlığı yakalayabilmesidir. Çok meşhur bir kişilik bilimcisi olan Robert Cloninger, kişiliği dört temel bileşeninden birisi olarak "kendini aşma"dan bahseder. Kendini aşma, kendi benliğinin fevkinde anlamlara yönelebilmek, öteyi aramak demektir. Bu tür özelliği kuvvetli olan insanlar, bir uyuşturucu alıp kafasını sentetik maddelerin eşliğinde birtakım gezilere çıkarmaktansa, yaşantıyla, varoluşla, hâl ile zevki yaşamayı tercih ederler. Onlar kâinatı saran o neş'eyi bir ayıklık halinde yakalarlar. Bu insanlar ıstıraptan da anlam devşirebilirler. Bu kişiler için hayat biraz da "zafer" değil, "sefer"dir. İnsan bir yerden daha iyi bir yere yolculuk edebilen bir varlıktır. Zaferi önemseyen insanlar, maddi olanın peşinde koşarlar. Seferi önemseyen insanlar, manevi olanın, manevi hazzın, oluş ve tekâmülün peşinde koşarlar. Insanı insan kılay şey, yolda olduğunun bilincinde olması, hayatı bir bütünlük duygusuyla yaşaması, maddi olanı her zaman elinin tersiyle itmemesi, ama asıl olanın ruhun arayışı olduğunu farketmesidir. Çünkü ruh doyurulmak ister, ruhun arayışları ebedîdir.

Bu anlattığınız şey, irfanî felsefeyi çağrıştırıyor biraz. Insan semaya ait bir varlıktır ve dünyanın maddi kalıplarından sıyrılıp tekrar oraya yükselmek ister. Fakat günümüz dünyası tamamen materyal bir temel üzerine oturuyor. Hazları da, her şeyi de onun içinde.
Ben "kültürel koşullanma" diyorum buna. Canın tende kafesteki kuş misâli mahpus olduğu, bizim klasik temalarımızdan bir tanesidir. Mevlana'da, Yunus'ta, diğer ariflerde bu yönde pek çok dize vardır. Irfan şairlerinin hepsinde vardır. Canın özgürleşmesini öven bir medeniyette, insanlar süfli, maddi, beşeri olanın peşinde koşmazlar. Fakat öte dünya algısının bulanıklaştırıldığı, insanların hayatlarının sadece dünya macerasından ibaret olduğu yanılsamasının yayıldığı kültürler ve medeniyetlerde insanlar süflî olana yönelip aslî olandan yüz çevirebilirler. Bu, o medeniyetin neyi çoğalttığı, yaydığı, başat unsur olarak aldığıyla ilgili bir şeydir. Her medeniyet kendi mutluluk tasavvurunu da içinde taşır. Bugün yekpare bir yüzeysel mutluluk anlayışının, küreselleşme marifetiyle dünyaya yayıldığını görüyoruz. Bu mutluluk anlayışının temel zaaflarından bir tanesi, yaşantıya, ıstıraba hürmet etmemesi. Bizim kadim doğu medeniyetlerimizde ıstırab çok önemlidir halbuki. Hz. Eyüp örneğini hatırlayalım. Insanı olgunlaştıran bir şeydir ıstırab. Çile, insanı bir yerden bir yere taşıyabilen bir muharriktir. Hazcı toplumlarda ıstırap ve varoluş çilesinden uzak durmak gerektiği telkin edilir. Bazı yazarlar hazcı toplumu "analjezi toplumu" olarak tanımlamışlardır. Yani ağrısızlık toplumu. Bu tür toplumlarda ıstırab ve acı adeta müstehcen, müstekreh kabul edilir. Ve insanlar onlardan kaçar; onun getireceği yaşantıdan, içimizde yatağını oyarak derinleştireceği bilgelikten de mahrum olurlar böylece. Hayatı uçarı bir neşe halinde, kahkahalarla hep haz alarak, hep daha fazla tüketerek yaşamak isterler. Oysa ıstırap bize hayatın kırılganlığını, sonluluğunu hatırlatır ve bu yüzden kadim öğretilerde hep yüceltilir.Ölüm yönelimli bir varlık olarak insan, kendi kırılganlığını fark edebildiği sürece zalimleşmez, kâinata ve insan kardeşlerine mütekebbirane davranmaz. Hayatı sadece haz ekseninde yaşamak, insandan insana çok ciddi bir yabancılaşmanın vuku bulması demektir. Çünkü insan ancak insan kardeşinin macerasına ortak olmakla yücelir. Eğer insan kendisinde biriktirmiş olduğunu arkadaşıyla, kardeşiyle, eşiyle, akrabasıyla paylaşamıyorsa, o zaman zalimlik başlamış demektir insanlar arasında. Diğer insanlarla hemdert olmayı bilmiyor, ötelerin sesini işitmiyorsak yeryüzündeki varlığımızın bir kıymeti yoktur.

Demek ki zalimliğin tek göstergesi, savaş ya da cinayet değil. İnsan paylaşmayı bıraktığı anda zalimlik de başlamış oluyor. Epeyce ürkütücü bir durum ve sanırım giderek yaygınlaşıyor.
Maalesef insanlık ruhunu kaybetmiş durumda. Halbuki ruhu farkeden bir uygarlık, ruhun ihtiyaçlarını da farkeder. Ruhun ihtiyaçları çok derin. Ruh bir defa güzelliği görmek istiyor, kainattaki güzelliği yankılamak istiyor kendi içinde. Varlıktaki birliği, ahengi tatmak istiyor. Merhum Aliya İzzetbegoviç'in çok güzel bir sözü vardır, diyor ki, "Bilime evet, ama sanatın olduğu bir dünyada!" Bize bunu daha çok sanat sağlıyor, dinler sağlıyor. Bilim tek başına bu konularda bize yol gösterici olmuyor. Yani, sanatın ve metafiziğin kılavuzluğunda bir bilime ihtiyaç var. Aklın ve kalbin izdivacına ihtiyaç var. Kalpsiz bir aklın atom bombaları üretmekten başka bir iş yapamayacağını düşünüyorum ben. Insanın da ruhun bu derin ihtiyaçlarını farketmesiyle hazzı maddi olandan manevi olana çevireceğini, asıl hazzı kardeşlikte, diğerkâmlıkta, başka insanları sevebilmekte, onlara verebilmekte, kâinatı saran bu ilâhî neş'eyi farkedebilmekte bulacağını söylüyorum. Bugün modern toplumun "Ancak hazlarının peşinde koşuyorsan, bu hayatı iyi yaşıyorsun" felsefesinin insanların ruhsal açıdan çok fakirleşmelerinin, sığlaşmalarının, ruhun ihtiyaçlarının farkında olmamalarının bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Ruh kantarda biraz hafif kaldığı zaman, beden ağır basıyor. Halbuki bütün kadim medeniyetlerde beden çürümenin, dünyanın, buraya ait olanın sembolüdür. Ruh ise kalıcı bekâ yurdunun sembolüdür. Beden bir kabuktur, ruh ise özdür. İslâm medeniyeti de, Doğu medeniyetleri de bunu söyler. Hristiyan çileciliği bunu abartarak bedene eziyete dönüştürür. Biz maalesef modern medeniyetle beraber kabukta kalıyoruz. Hayatı sadece görünür kuvvet ve yerlerin etki sahası olarak tanımlıyoruz. Sadece gördüğümüze inanıyor, gaybı yok sayıyoruz. Ve bu, zamanla bizi zalimce bir çizgiye itiyor.

Peki, kantarda hafif kalan ruhu yeniden ağır çekebilmesi için hangi ipe sarılmalıyız sizce? 
Ronald David Laing diye meşhur bir psikiyatr var, Batı dünyasının ariflerinden, on yıl kadar oldu öleli. "Yaşantının Politikası" adlı kitabını ben çevirmiştim. Orada muhayyel bir ülkeden bahsederek şöyle der yazar: "Bir zaman gelecek, insanlar büyük bir kıtlık çekecekler. Fakat bu kıtlık yiyecek içecek kıtlığı olmayacak. Bu kıtlık Tanrı'nın sözlerini işitme kıtlığı olacak." Hepimizin çağların ötesinden gelen sesi duymaya ihtiyacımız var. Açıp kutsal metinleri, Tevrat, İncil ve Kur'ân'ı dikkatle okumaya çok ihtiyacımız var. Çünkü sadece kendi benliğinden anlam devşirmesi mümkün değil insanın. "Benim için iyi olan iyidir" çok basit bir felsefe. Insan her zaman yüce olanın peşinde yücelen bir varlık. Ve hep yüce arayışları olan bir varlık. Filozofun dediği gibi, kendi benliğinden başka bir ülkü benimsemeyen bir varlık, çürümeye ve yok olmaya mahkumdur. Bizi zamanlar ötesine taşıyacak olan şey mefkurelerdir, ideallerdir, fikirlerdir. Zamanlar ötesinden gelen şey de, bunlardır. Kalbimizi onları duymaya ayarlamamız lâzım.
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş