Kemal-Sayar-Urun-Resim_98865-600X450.jpg

Doğunun hikmeti ile batının aklı birleşmeli

Şenay Oğuztimur un İnfomag için Kemal Sayar ile yaptığı röportajı
Eknolojinin her bilim alanına, her disipline farklı yansımaları var. Biz, her defasında farklı bir açıdan konunun derinliğini tartmaya çalışıyoruz. Bu ay; Psikiyatr Kemal Sayar ile teknoloji-siber alan-insan ilişkisini konuştuk. Prof. Dr. Kemal Sayar; Psikiyatri alanında öğretim görevlisi. Aynı zamanda 13 kitabı yayınlanmış şair ve yazar. Son ikisi 2002'de yayınlanan kitaplarının adları; "Kendine İyi Bak" ve " Özgürlüğün Baş Dönmesi".

Teknolojinin hep hayatımızı kolaylaştıran yönlerinden bahsedilir. Bunların yanında bazı mahsurları yok mu? Mesela; bilgi teknolojileri hayatımızdaki mahremiyeti yok ediyor... Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Haklısınız, mahremiyet tamamen yok oluyor. İnternet için; "insanlar hakkında özel dosyaların biriktirildiği en büyük arşivdir" deniliyor. Birgün birisi sizinle ilgili olarak bir araştırma yapmak isterse, o verilere girerek sizin kim olduğunuzu pekala kolayca bulabiliyor. Michel Foucoult'un Jeremy Bentram'dan örnekle getirdiği "Panoptikom" diye bir sistem vardır. Yani bir yerde durup oradan herşeyi görebilme. J. Bentham bunu 18.yy'da bir hapishane modeli olarak öneriyor. İşte teknoloji de böyle birşey. Herşeyi şeffaf ve görünebilir kılıyor. Öyle ki, biyolojide kullanılan bazı teknikler insan olmanın ne olduğunu yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Genetikte etiğin önemi, atom ve nükleer bombaların kullanımı tartışılıyor.

Teknolojinin nerede başlayıp biteceği, yaşama ne kadar müdahale edeceğini belirleyen etik kurallar olmalı. Çünkü; insan nerede duracağını takdir etmekte yetersiz kalabiliyor. Teknoloji insanı çok güçsüzleştiren ve doğal ritmini bozan birşey. Vücüdumuzun kendi ürettiği adaptasyon mekanizmalarını felce uğratıyor. Modern yaşama tecrübesi, insanın yaradılışına uygun yaşamı iptal ediyor, yaşamla çatışıyor. Bu da pek çok sebebi ayırt edilemeyen psikolojik hastalıklara ve bazı ilginç sendromlara neden oluyor. Bunlar işgücü kaybına ve yaşam kalitesi sorununa neden oluyor. Bu durum, bizi sadece moral alanda zorlamakla kalmıyor bedensel olarak da zorluyor. Kalp krizinin yaşı günden güne düşüyor, kanser giderek yaygınlaşıyor. Mesela kronik yorgunluk... İnsanlar, alışık olmadıkları yaşama biçimleri yüzünden sabahtan akşama kadar kendilerini yorgun hissediyorlar. Tüm bunlar tabiatla hemahenk olmayan, çatışma halinde olan modern yaşam biçiminin bize hediye ettiği şeyler.

Michael Foucoult'tan alıntıyla; "İnsan teknolojiyi kendisi için geliştiriyor ama son kertede yine teknolojinin esiri oluyor." Biraz önce bahsi geçen düşüncenin ürünü bu yaklaşım. Bu çıkmaz nasıl aşılacak?

Paul Feyerabend; "Yönteme Hayır" kitabının Türkçe önsözünde "Maalesef bugün kimin ekonomisi daha güçlü ise ve kimin daha çok silahı varsa dünyada onun bilimi muteberdir" diyor. Dolaşımda olan bilim de güçlülerin bilimi. Onların argümanları bilim dünyasına yansıyor ve bugün bilimi gelişmiş ülkeler tayin ediyor. Dolayısıyla batılı olmayanların biliminin birşey söylemesi ancak daha adil bir dünyanın kurulmasıyla mümkün. Bu da kâr eksenli olmayan, parayı, ekonomiyi birinci değer olarak görmeyen yaklaşımlarla oluşabilir.

Bugünün teknolojisinin altında yatan dinamikleri anlarken/çözümlerken doğunun ve batının zihniyet farklılıklarını ortaya koymak gerekiyor. "Doğu" doğayla barışık "Batı" ise çatışarak yaşıyor. Günümüzde batının teknolojisi hakim olduğuna göre, yaşamlarımız da batının bu bakışıyla mı şekilleniyor?

Haklısınız, batının doğa ile ilişkisinin çatışmacı bir temel üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. Batı, doğaya hükmetmek ve doğayı ehlileştirerek zararsız bir nesneye dönüştürmek istiyor. Doğuda ise doğayla uyum içinde yaşanılır. Doğa, insanın antitezi değil, insanla çatışma içinde olması da mümkün değil. Doğuda dış dünya ve insan daha uyumlu varlıklar. Birbirlerini yok edecek unsurlar değil. Batının çatışmacı mantığı kendini hayatın birçok alanında gösteriyor. Kapitalizme baktığınızda rekabeti, kârı arttırma ihtirasını, gerekirse ezerek, yok ederek önlere çıkma arayışını, görüyorsunuz. Bu da çatışma düşüncesinin mihver alındığını gösteriyor.

Gündelik yaşamımızın basitleştirilmiş bir başarı kavramı üzerine kurgulandığını görüyorsunuz. Topluma değer ve fayda katması, ekonomik, ahlaki, sosyal getirisinin olması gibi bir arayış içine girilmiyor. Tamamen eğlence sektörüne yönelik bir başarı ifadesi yansıyor. Üstelik bu, amaca ulaşmak için her türlü aracı meşrulaştıran bir dönüşümle beraber geliyor. Buna dikkat etmek lazım.

Batı için sanayinin, doğu için tarımın baskın olduğu bir kültürü, yaşam biçimini, tavrı, coğrafyayı ifade etsek nasıl olur? Yani daha açık bir ifadeyle , "doğu" neresi, "batı" neresi?

Rudyard Kipling'in bir şiiri var; "Doğu doğudur, batı da batı. Bu ikisi asla birbiriyle birleşmez." Doğu ve batı hayali coğrafyalar aslında. Bizim kafamızda olan şeyler. Böyle bir ayrım yapmaktan çok batı ve batı olmayan diye ayırmak belki daha doğru. Batı daha çok; hristiyanlığın ve yahudiliğin şekillendirdiği, bilimci, usçu, modernist, üçüncü dünya ülkelerini istismara mahal veren, geniş bir zihniyet kümesine işaret ediyor. Bunun mukabilinde batılı olmayanları; batı tarafından istismar edilen, sömürülen, mağlup edilen, kolonyal özne olarak değerlendirebiliriz. Doğuda da farklı batılar, batıda da doğular var. Bunun bazı istisnaları var tabii: İran ve Türkiye gibi...

Batıyı sadece çalışkan ve ruhtan uzak bir bir yapıda değerlendirmek yanlış olur. Batının kendi eleştirisini yapabilen bir meziyeti var. Doğunun da bir hikmet geleneği var. Yüzyıllardan beri gelen, insanların yaşayışına katılan, aile ilişkilerini biçimleyen, daha rafine ve yumuşak br gelenek var. Bütün doğulular tembeldir bütün batılılar taş kalplidir gibi genelleme yapmak doğru olmaz Arada geçişmeler, katışmalar var.

Doğu ile batı arasında nasıl bir barış oluşacak, ikisi nasıl birbirini besleyecek ?

Özü itibariyle Weber'e göre kapitalizmin ruhunda protestan ahlakı yatıyor. Bu eleştirilse de haklılığını devam etttiriyor. Doğu fazlasını istememiş, ihtiraslı olmamış, elinde olanla yetinmiş, şeyleri bölmeye saymaya eğilimli olmamış.Gündelik hayata dönüştürülen bilgi daha önemli olmuş. Ve tabii ki "iç bilgi"... Kişinin ruhsal dünyasında dönüşümler yaratabilecek olan bilgi. Dolayısıyla haddinden fazla üretime çok fazla değer vermemiş. Bu da kapitalizmi kamçılamamış. Doğunun hikmetiyle batının aklının biraraya gelmesi lazım. Akıl ile kalbin evliliği gerekiyor. Batının ruhtan arınmış, metafizik öğretileri yaşamından kovmuş, insan merkezli düşüncesine, doğunun biraz daha ruhani öğretilerinin yedirilmesi lazım.

Batı toplumlarında herkes bir işi iyi yapmak zorunda, yapmazsa sistemin dışında kalıyor... Bunun altında ontolojik güvensizlik olduğu söyleniyor. Bu konuda ne diyorsunuz?

Batıda insanın değerini biçen, onun ürettiği şey. İnsanlar toplumsal hayatta yararlılığı olmayan şeyler üretmezse, ürettikleri şey paraya tahvil edilemezse, bu insanların bir şekilde toplum için fuzuli insanlar olduklarına kanaat getiriliyor. Bu değer batı toplumlarında önemseniyor. Batı toplumunda bugün yaşlıların çok fazla toplum dışına itildikleri görülüyor. Bizim toplumumuzda öyle değil. Oysa bizim toplumumuzda onlar hala fikirlerinden yararlanılan, yaşanmışlıklarından itibar edilen tecrübenin çok değerli olduğuna inanılan insanlar.

Bu açıdan bakıcak olursak; "insanlar sadece ekonomik olararak sağladıkları girdilere göre değerlendiriliyorlar" diyebilir miyiz?

Evet. Daha fazla ekonomik fayda getirmek üzerine kurulu bir yaşam mevcut. Merkeze alınan şey, ekonomik fayda. Bütün diğer kavramlar gözardı ediliyor.

Richard Sennett adındaki İngiliz bir sosyolog; bir ailedeki iki bireyi karşılaştırıyor. Babası Afrikadan ABD'ye gelmiş tuvalet temizleyicisi ve onun bilgisayar mühendisi oğlunu inceliyor. Bilgisayar Mühendisi oğlu çok daha yüksek pozisyonlara gelmesine rağmen babasının yakaladığı iç dinginliği yakalayamıyor. Çünkü babası hayatta hedeflerini, amacını, neye hizmet ettiğini daha iyi oturtmuş birisi. Oğlu, iki dünya arasında kalmış, daha fazla ekonomik değer üretmek zorunda, bu sistem içinde ekonomik değer üretmezse hiçbir değeri yok. Bunun verdiği değersizlik duygularıyla başetmek zorunda. Babası aslında ondan çok daha bilge, huzurlu bir adam. Göreceli az çalışkan bir adam. Sofistike ve karışık bir iş yapmıyor sadece tuvalet temizliyor ancak kendi değerini ürettiği ekonomik değerle sınırlı tutmuyor. Çocuklar yetiştirmiş, onlara daha rahat standartlar sağlamış, bu durum da ona yeterince iç huzur veriyor.

Günümüz insanları birbirlerini tüketim güç ve alışkanlıklarına göre değerlendiriyor. Bu durumda tüketimlerinin insanları "tanımladığı" gibi bir yanılsama çıkıyor, bu bağlamda kullanılan araçlardan birisi de markalar. Marka kültürünün insanın benliği üzerindeki etkilerini açıklayabilir misiniz?

Tüketim kültürünün belli kodları yürürlüğe sokarak kendini hakim kıldığı bir gerçek. Bugün belli markalara sahip olmakla insanların çok daha mutlu olmaları sağlanıyor. Belli markaları sahip olursanız diğer insanlardan daha mutlu olacağınız yanılsaması yapılıyor. Reklamcılık sektörü tamamen bu marka yaratma psikolojisinden besleniyor. Bu konuda Philip Cushman'nın bir saptaması var, ben de doğru buluyorum. Bu tür marka yaratma ihtiyacının ancak boş benliklerin çoğaldığı ortamlarda geçerli olabileceğini söylüyor. Yani, insan kendi içsel tutarlılığını, insan olarak ayırt edici vasıflarını, bu dünya üzerinde işgal etttiği yeri, biricikliğini dışardan aldığı bazı şeylerle sağlayamaya yönelecektir. Kafamla, beynimle, inançlarımla, ideallerimle, ülkülerimle kendimi bu dünya üzerinde anlamlı bir varlık kılamıyorsam; giyindiğim jeanin markasıyla, kullandığım arabanın markasıyla kendimi daha farklı kılmaya çalışacağım. İnsanın biricikliğini hissetmesi aslında çok temel bir psikolojik ihtiyaçtır. İşte reklam endüstrisi diyor ki; "şu marka diş macununu kullanırsa sen çok farklı olacaksın".

Aslında bu çok temel bir psikolojik dinamiğin istismarı değil mi?Reklamcıda bu psikolojik bilgi var ve bunu kullanıyor, insanları kandırıyor.

Bunu reklamcılıktan olan insanlar da söylüyor. Reklamcılık kapitalizmin sac ayaklarından birisi, olmazsa olmaz bir sektör. Dolayısıyla; marka yaratma kültürü, tüketim kültürünün çok temel dinamiklerinden birisi. Ama insanlar sahip olmayı değil de, olmayı öncelerlerse kendilerini insan olarak oluşturan değerlere daha dikkat kesilirlerse, herhalde markaları kendi kişiliklerinin tamamlayıcı unsuru olarak değerlendirmeyeceklerdir. Burada insanlığın temel meselesi bir sahicilik, Heideger'in tabiriyle bir otantisite meselesi . Kendini şekillendiren asli unsurlara dönebilmek, orayı dinleyebilmek... Statülerinden rütbelerinden sıyrılmış bir insan olarak beni ben yapan şey nedir? Varoluşçu düşüncenin temel felsefelerinden birisi, "insanının bu dünyaya fırlatılmış olmasıdır. İnsan bu dünyada kendini evinde hissedemez ve hep ölüme dair bir kaygıyla yaşar." Çoğumuz ölümü dikkate almayarak hatta inkar ederek yaşıyoruz. Batı medeniyeti de bunun inkarı üzerine kuruludur. Pek cok yazar bunu dile getirmiştir. İnsanın sınırlılığını, bu dünyadaki yaşantısının sonluluğunu kabullendiğimiz yani ölümle barıştığımız zaman, onun iç dünyamızda anlamlı bir yerlere koyduğumuz zaman, kendi var oluşumuzu biraz daha iyi anlamlandırabileceğiz.

Hayatına anlam katan insanın da kendini iyi hissetmek için ne tüketim kültürüne ne de markalara ihtiyacı olacaktır. Burada temel mesele boş benlikler meselesi. Boş benlik kendinin farkında olamayan, yaşamına anlam katamayan, anlama arayışına soyunmamış benliktir. Tüketim kültürü, insanın tüketerek var olabileceğini söylüyor. Bunun karşısına çıkacak şey, sadece insanın var oluşunu hatırlatan, niye bu dünyada olduğu sorusuna yanıt arayan, insana anlam arayan yaklaşımlardır.

Teknolojinin farklı toplumlarda farklı yansımaları yok mu?

Teknolojiyi bir bütün olarak görmemek gerekir. Çok farklı kültürler ve kişilerce metabolize edilebilir. Kevin Robbins Kimlik Mekanları adlı çalışmasında diyor ki; Meksika ile Amerikalı bir aile Dallas dizisini izlerken aynı mesajları almıyor. Dolayısıyla teknolojiyi 3. dünyanın pasif bir izleyici olduğu, kendi kültürel değerlerini hiç ortaya koymadığı basit bir alıcılık işlevi olarak algılamamak lazım. Aslında her millet ruhunu teknolojiye bir şekilde katıyor. Mesela telefon sohbete eğilimli toplumlarda yakınlaşma aracı olabiliyor. İnternet de aynı şekilde... Teknolojiyi sadece insanları tahakküm altına alan bir kötü kuvvet olarak değerlendirmemek gerekir. Belli ahlaki ve insani sınırları olduğunda insanların hayatını kolaylaştıran birşeydir. Tıp alanındaki gelişmeler hastalıkların teşhis ve tedavisinde çok fayda sağlıyor. Kimi insanlar, "teknolojiyi ya alırsınız ya almazsınız, teknolojinin belli milletlerin kıvamına gelmesi olanaksızdır" diyorlar. Ben melezleşen dünyada bu tür taraf tutmalara yer kalmadığını düşünüyorum. Küreselleşmede; o rüzgarı alıyor, metabolize ediyor ve kendimce yeni birşey üretiyorum. Tüm dünyada küreselleşemenin tezahürleri aynı değil, her ne kadar şu anda özne Amerika olsa da. İktisadi küreselleşemeyi çok ön planda tuttuğumuz için kültürel küreselleşmeyi göremiyoruz. 1997 yılında Mevlana bütün Amerika Kıtası'nda en çok okunan şairlerden birisi oluyor. Bu etkileşimler, diğer kültürleri tanımayı da sağlıyor.

Siber iletişim kişiliğimiz, benliğimiz ve insan olmaklığımızla ilgili ne gibi imkanlar sunuyor?

Sosyal imkanları genişletiyor. Zapatistalar, Meksika ordusunda ayaklandıklarında internet olmasaydı Meksika ordusunun kendilerini ezme yok etme girişimlerinden dünyanın kesinlikle haberi olmayacaktı. Bu önemli birşey. Dünyanın bir yerinde haklı bir hareketi temsil eden bir grup insanın, internet teknolojisiyle sesini başka biryerlerde duyurabilmesi sosyal olarak çok arzu edilen birşey.

Televizyonu ve interneti bir tür yeni kamusallık olarak görüyorum. Önceden erkekler kahvehanelerde, kadınlar çeşme başında buluşur, fikir alışverişi yaparlardı. Sonra insanların birbiriyle buluştuğu yer, agora kayboldu. Richard Senett buna "kamusal insanın çöküşü" diyor. İnsanlar yalnızlaşmaya başladılar, atomize oldular, mahalleler kayboldu. Birçoğumuz apartmandaki komşularımızı tanımadığımızdan yakınıyoruz. Biraraya gelinerek üretim yapma imkanı yok oluyor. İnternet ve televizyon bize bu imkanı sağlıyor. Artık ortak programları seyrediyoruz. Öte yandan gündelik hayatta çok sıkılgan içe dönük, kapalı pekçok insan başkalarıyla iletişim kurabiliyor. Çok farklı iletişim gruplarında insanlar birbirleriyle görüşlerini paylaşabiliyor. Bizi buluşturan, görünmez sicimlerle birbirimize bağlayan bir bağ gibi...

Ama bu sözünü ettiğiniz, yapay bir bağ değil mi? Problemleri olan insan sanal dünyadan gerçeğe döndüğü zaman yine iletişim problemi çeken yalnız insan! Bunu bir yarar olarak görebilir miyiz?

Hayır, yarar sağlamıyor. Sadece mevcut bir ihtiyaca suni bir çözüm sunuyor. Kamusallaşma, insanlara açılma, derdini dökme, paylaşma, konuşma hepimizin içinde saklı ihtiyaçlar. Hepimiz insan olarak bir diğer insanla anlam sahibiyiz, başkası varsa ben yeryüzünde bir anlam ifade ediyorum.

Ama ifade edilen insan yok, hayal dünyası bu ve hayal dünyasında insanın bir tür kendini uyuşturması, kısacası; narkoz değil mi?

Evet, narkoz. Yanlış bir ihityaç giderme biçimi.

Bir yazınızda "Siber alanın ortaya çıkışıyla birlikte toprak fetih alanı olmaktan çıkıyor. İmgelem/tahayyül bir fetih alanı haline gelmekte." diyosunuz. Örneğin e-ticaret denilen konunun aslında çok abartılığı şimdilerde görülüyor. Acaba toprak bir zaman sonra yine eski önemini kazanacak mı?

İmge dünyasını belirlerken hala internetin, sanal alemin çok önemli bir faktör olduğunu göz ardı etmememiz lazım. Bugün pekçok insan pek çok bilgiye internetteki arama motorlarından ulaşıyor. Bunu yaparken pek çok reklama, propagandaya maruz kalıyor. Dolayısıyla bunları bir otoyoldan geçerken göreceğiniz reklamla karşılaştırırsanız, toprağa yerleşik şeyden daha güçlü bir yayılma imkanı sağladığını teslim etmemiz gerekir.

E-ticaret konusu biraz farklı bir konu: İleride patlama yapabilir çünkü şu an görülen hukuki sorunlar, emniyet ve güvenlik sorunları çözülecektir. İnternet bize konuşmanın yapısını değiştirerek insanlıkla ilgili ciddi bir dönüşüm yaratıyor. Sözle iletişimin yerini klavyedeki tuşlar alıyor.

Bu sözünü ettiğiniz iletişim biçimini yaşayanlar, problemli insanlar haline mi geliyor?

Sadece interneti dost edinme aracı olarak kullananlarda ciddi sorunlar var zaten. Ama çok da fazla indirgemeci biçimde konuya yaklaşmak istemem. Yapılan çalışmalar, internet kullanıcısı olduktan sonra 2-3 sene (makul bir süre) bu arayışları olan insanlara normal gözle bakıyorlar ama 5-10 sene sadece internet üzerinden insanlarla iletişim kuran insanların sorunları olduğunu kabul ediliyor. İnternet bilincimizi değiştiren birşey. Rüyayı gündelik hayatımıza getireip boca eden birşey. Jean Bauldilard'ın bir yazısında; "bir zaman gelecek -zamanımızı kast ederek- bilimkurgu ile gerçeğin farkı kalmayacak" diyor. Artık bilimkurgu gerçek oldu, zamanın kendisi bir bilimkurgu... Herşeyin kendisi bilimkurgu... Bence de öyle bir zamanda yaşıyor gibiyiz.
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş