Kemal-Sayar-Urun-Resim_85458-600X450.jpg

Biz ‘cins’ bir milletiz - Akşam Gazetesi

21 Temmuz 2012 Cumartesi- Elif AKTUĞ
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi Profesör Kemal Sayar ile hüzünlü ve melankolik halimizi, şiddetin ve hoşgörüsüzlüğün artış sebeplerini konuştuk. Kemal Sayar’a göre, bunun şifası toplumsal grupların birbiri içine girerek kaynaşmasında; zengin ile fakir, Alevi ile Sünni, Türk ile Kürt arasındaki keskin çizgilerin silinmesinde


Şiddet haberlerinden bıktık, usandık ama gün geçmiyor ki sokakta veya trafikte kavga çıkmasın, eski kocalar eski karılarını yaralamasın, hatta öldürmesin. Şiddetli, öfkeli, sinirli ve hüzünlü bir toplum olduk çıktık. Bu tuhaf durumun sebebini ‘Hüzün Hastalığı’ kitabının yazarı, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Kemal Sayar ile konuştuk. Şiddet barındırmak veya hüzünlü olmak zorunda mıyız, bu durumun sebebi ülkemizin bir bölümünün Akdeniz kıyısına denk gelmesi mi, yoksa işi ‘Merkür geriliyor’ diyerek açıklayan ‘entelleri’ mi kaale alalım?

- Kitabınızın adına bayıldım, biraz içerikten bahseder misiniz?
‘Hüzün Hastalığı’ ismi aslında bir ironi barındırıyor, hüznümüzü hastalık sayanlara inat, onu bize bir şeyler öğreten bir misafir, derinleşmemizi sağlayacak bir yaşantı olarak görebileceğimizi tartışıyor kitap. İlaç endüstrisinin de katkısıyla nasıl en doğal duyguların bile tedavi nesnesi kılındığını dile getiriyor. Hüzün, bütün kadim uygarlıklarda insanın kendi egosunu törpülediği, acziyetini fark ettiği bir zenginleşme imkânıdır. Modern psikiyatri onu def edilmesi gereken bir durum olarak sunuyorsa, sorun bu sunumda olabilir.

- Gerçekten hastalık mı hüzünlü olmak, dereceleri var mıdır, hangi noktada bir uzmana danışılmalıdır?
Hüzünle klinik depresyonu ayırt etmek gerek. Klinik depresyon en az iki hafta süren, insanın hayattan keyif alma yeteneğini etkileyen, işlevselliği ciddi biçimde bozan bir tablo. Tedavi edilmezse hayat kalitesini önemli ölçüde düşürebilir ve hatta intihara bile yol açabilir. Oysa hüzün doğal ve normal bir duygu. Hüzün bağlama özgüdür, sevgilimizden ayrıldığımızda üzülürüz. Bir kayıp yaşadığımızda hüzünlenmemiz, üzülmemiz doğaldır ama kayba verdiğimiz tepkiler orantısız olmaya başladığında depresyona yelken açmışız demektir. O yüzden normallik ve hastalık arasındaki çizgi çok önemli.

HÜZÜNLE YÜZLEŞİLMELİ
- Hüzün hastalığı yenilebilir mi?
Hüzün, yenilmesi ve alt edilmesi gereken bir duygu değil. Tam aksine onunla yüzleşmemiz, onu kabullenmemiz, hüznümüzden bir şeyler öğrenmeye çalışmamız gerek. Hayatı hep vur patlasın çal oynasın mantığıyla yaşayamayız. Kendi kendimize kaldığımız, hayatı ve kendimizi sorguladığımız hüzün anları olacak ki varlığın künhüne (özüne) varabilelim. Evren içinde kendi küçüklüğümüzü, çaresizliğimizi fark edelim ve hayata tevazu penceresinden bakabilelim.

- Hüzünlü olmanın popüler kültürle bir alâkası var mıdır? Bir komedi dizisi başlıyor ve mutlaka içinde dramatik öğeler yer alıyor birkaç bölüm sonra…
İnsanlar kendilerine güçlü duygular yaşatan televizyon yapımlarına yönelir, zira bu tür yapımlar bize hem kahramanlarla veya mazlumla iyi bir özdeşleşme ve böylece sanalı gerçek zannetme imkânı verir, hem de başkalarının acılarını dikizleterek, tuhaf bir rahatlama vaat eder.

- Acaba dertlenmeyi ve dert edinmeyi seviyor olabilir miyiz?
Evet, toplumumuz dertlenmeyi seviyor, dert sarhoşu, dert tiryakisi çok insan var. Kimileri de dert mıknatısıdır, başkalarının derdini çekmekten, derde yapışmaktan âdeta hoşlanır. Hep dert üzere yaşamak bize gerçek hayatın sorumluluklarından bir kaçış imkânı verir. Yaşamadığımız hayat için elimize bir bahane, bir  mazeret tutuşturur.

İKLİMİN ETKİSİ SINIRLI
- Yine aynı şekilde bir öfke ve hoşgörüsüzlük hastalığımız olduğunu düşünüyorum. Ne düşünüyorsunuz bu kadar sinirli ve öfkeli olmamız hakkında?
Göç toplumuyuz, şehrin nezaket kuralları bu göç dalgası içinde henüz oluşmadı. Dinlediğim kadarıyla, elli yıl öncesinin İstanbul’u mesela, asla bu kadar hoyrat değildi. Hayatta kalmanın büyük mesele olduğu toplumlarda nezaket arka plâna itilir. Öfke, insanların içinde biriken hayal kırıklığının ölçüsüz patlamaları şeklinde tecelli ediyor. İnsanlar hayalleri ile gerçekler arasında kapanamaz büyük bir uçurum olduğunu hissettiklerinde için için öfke biriktiriyorlar. Bir de tabii psikopatların, vicdan bilmezlerin yükselen şiddeti var. Ötekinin canını yakanın cezalandırılmadığı bir toplum,   şiddet üretir.

- Biraz da ‘Akdenizliyiz, ateşliyiz sinirli olmamız normal’ diyorlar ya, işte ben de buna sinir oluyorum! Ülkeler ve iklimler benzer depresyonlar yaratır mı?
Duyguların dışa vurumu genel olarak kültür tarafından belirlenir. Bazı kültürler duygusal anlık tepkilerin kolayca ifade edilmesine imkân tanırlar, Akdeniz kültürleri gibi; başka bazı kültürlerdeyse duygu ve davranışlar üzerinde denetim ön plandadır, sözgelimi Uzakdoğu kültürleri. Bir Japon için toplum içinde öfkeyi ifade etmek ayıptır mesela. Havalarsa duygusal durumumuzu bir dereceye kadar etkiler. İyi havalarda yaşayan insanların soğuk ve karanlık bölgelerin insanlarına kıyasla daha neşeli olmaları beklenir ama bizden daha sıcak bir bölgede yaşayan Malezyalıların bizden daha öfkeli olduğunu hiç sanmıyorum. Demem o ki, iklimin etkisi sınırlı.

- Öfkeli birine engel olmak ya da öfkeyi yenmesini sağlamak mümkün müdür?
Elbette, öfke hemen dışa vurulmasa, öfke ifadesi beş dakika geciktirebilse bile çok şey değişir. Öfke de doğal bir duygu ancak çoğu zaman onu doğru bir üslupla ifade etmeyi beceremiyoruz. İntikam hisleriyle misillemede bulunmak ve can yakmak istiyoruz. Oysa saldırgan bir öfkenin içinden bir çözüm üretmek neredeyse imkânsızdır. Öfke ancak dizginlenip doğru bir üslupla ifade edilebildiğinde yapıcı bir güce dönüşür.

- Mutluluk tanımı ve kavramı da herkes için değişir ama daha fazla para ile mutlu olacağını zannedenler var…
Daha çok maddiyat insana daha çok mutluluk olarak dönmüyor zira insan maddi hazlarla gelen mutluluğa bir süre sonra alışıyor. Daha çoğunu istiyor ve bu arada zamanının çoğunu maddi gelirini sağladığı işe güce ayırıyor. Sonunda ‘maddeden yana zengin, insan ilişkileri ve zamandan yana yoksul’  hale düşüyor. Para ve tüketim mutluluk sağlama açısından, asla anlamlı ve doğru yaşanmış bir hayatın veya sıcak insan ilişkilerinin yerini tutamaz.

AİLE YAPISI ÇÖZÜNÜYOR
- Kitapta mutluluk hastalığından da bahsediyorsunuz, nasıl olur böyle bir şey?
O yazıda her şeyi etiketleyen ve kolayca hastalık haline getiren indirgemeci bir bilimsel yaklaşımı eleştiriyorum. Mutluluk da tıpkı hüzün gibi doğal bir hal ve elbette hastalık olarak isimlendirilemez.

- Mesleğe başladığınızdan bugüne kadar, ülkemizde sorunlar da değişti mi?
Son yıllarda kaygı bozukluklarında bir sıçrama var. Gelecek belirsiz hale gelip ekonomi kırılganlaştıkça insanlar kaygıyı daha yoğun yaşıyor.

- Aile yapısı da etkilendi mi bu değişimden, gün geçmiyor ki aile cinayeti haberi okumayalım…
Doğru söylüyorsunuz, bir diğer sorun alanı da aile. Türk aile yapısı hızla çözünüyor ve ev içi şiddet, iletişimsizlik, boşanmalar tırmanıyor. Bu sosyo ekonomik piramidin en üstünde de en altında da böyle.

- Gazete ve televizyon haberlerine bakınca insanın yüreği daralıyor, sizce haberlerin bu kadar ayrıntılı ve fotoğraflı verilmesi doğru mu?
Kötülük üçüncü sayfa haberleriyle de yayılıyor. Kötülüğü ballandırarak anlattığınızda onun mağdurunun yaşadığı acıyı görmezden gelmiş olursunuz. O acıyı hafifsemekle, bir sonraki vicdansızlığa zemin hazırlarsınız. Başkasının acısına saygı duymayan bir haber dilinin bizatihi şiddet üretebileceğini düşünüyorum.

- Dertlerimiz, kederlerimiz aynı olmasa bile tepkilerimiz benziyor mu acaba?
Biz ‘cins’ bir milletiz. Hikâyesi olan insanlarız. Sokaktaki sıradan adamın bile size anlatacak onlarca hikâyesi vardır. Her insan diğerinden farklı, çünkü berisinde bambaşka hikâyeler var. Tepkilerimiz politik kutuplaşma dönemlerinde benzeşebiliyor, her politik cemaat tek bir insan gibi davranıp homojenleşebiliyor.  O yüzden toplumumuzun şifası toplumsal grupların birbiri içine girerek kaynaşmasında; zengin ile fakir, Alevi ile Sünni, Türk ile Kürt arasındaki keskin çizgilerin silinmesinde. Herkes kendi kalarak, kendi farklılığını koruyarak ötekine gidip onun içinde yaşayabilmeli. Onunla, onu değiştirmeye çalışmadan, konuşabilmeli.

BAŞKALDIRMAK GEREKİYORSA BAŞKALDIRMALISINIZ
- Güzellik ve estetiğe düşkünlük de artmadı mı, neden her yaşta güzel olmaya çalışıyoruz?
Bu kapitalizmin bildik bir numarası. Kapitalizm arzuları uyarmak ve bize ihtiyacımız olmayan nesneleri satmak derdindedir. Bizi şu veya bu ürünü kullanarak güzel olabileceğimize ikna eder ve bunun için de önümüze rol modelleri olarak en güzel insanları koyar. Bu yer yer bir ‘güzellik istibdadı’na dönüşür. Güzel görünmeyenin âdeta yaşamaya hakkı yoktur. Bunun için reklamcılık ve popüler kültür genç kalmaya özendirir bizi, çünkü ebediyen genç kaldığımızda daha çok para harcarız. Sonunda bir türlü büyüyemeyen, tüketim endüstrisi tarafından kolayca güdülen bir sürü ‘çocuk akıllı yetişkin’ ortaya çıkar. Bu göz bağcılığını fark ettiğimiz anda, tüketim kölesi olmaktan kurtulmuşuz demektir.

- Muhakkak çok hastanız oldu, çok sayıda insanı dinlediniz. Herkese aynı şekilde nasıl konsantre oluyorsunuz? 
Sayamayacağım kadar çok insanı dinledim. Danışanlarımdan çok şey öğrendim. Yaptığınız işi şevkle yaparsanız konsantrasyon sorun olmuyor. Ama neticede insanız biz de, o gün moraliniz bozuktur ve yeterince dikkat veremeyebilirsiniz. Terapist de yeri geldiğinde kusur ve eksiklikleriyle yüzleşebilmeli, bunları itiraf edebilmeli.

- Herkese her şeye muhalif insanlar var, bir de her şeyi her koşulda kabul edenler; hangi durum daha ‘normal’dir?
Vallahi iyi bir yemeği nasıl ölçüleri tutturarak yapıyorsanız, iyi bir hayat da ancak dengeyi ve ölçüleri ayarlayarak olabilir. Baş kaldırmanız gereken yerde başkaldırmazsanız ömür boyu bunun suçluluk ve utancı içinde yaşarsanız. Her şeyi her koşulda kabullenmek de sadece bir karakteriniz, kendinize özgü bir duruş ve kişiliğiniz olmadığını gösterir. İnsan, bir ‘isyan ahlakı’nı içinde taşımalı ama ne yapıyorsa, bunun makul bir sebebi de olmalı.

ÖFKELENİNCE ÇIKIP DOLAŞIN!
- Hocam öfkeyi yenmenin ve hüzünden kurtulmanın en kolay yolu nedir, hatta 5’er madde sayar mısınız bizim için?
Peki o zaman, hüzünden başlayalım. Hüzün geldiğinde onu kovmaya çalışmayın. Bakın bakalım size ne getirmiş. Size ne kazandırıyor. Hüznün içinden kendinizle konuşun, kendi hüzünlü halinize uzaktan bakın. Nasıl birisine benziyorsunuz? Kitabın başında söylediğim gibi, ‘sadece hüznü olanlar iyiliğe muktedirdir’. Öfke mi? Geldi mi eğer, şöyle bir dışarı çıkıp dolaşın. Güzel zamanları, güzel anları hayal edin. Dilinizin ucunu ısırın da ağzınızdan kötü bir söz çıkmasın. Dil yarasını tamir zordur. Serinleyin, öfkenizi de serinletin. İyice gevşediğinizde derdinizin ne olduğunu, sizi neyin öfkelendirdiğini, karşınızdakini suçlamadan anlatın. ‘Sen şöyle yaptın’ yerine, ‘ben böyle hissettim’ deyin. Öfkenizi bir türlü kontrol edemiyorsanız, mutlaka psikiyatri   uzmanına gidin.

- Hocam son sorum Merkür’le alakalı; kendisi de sorumlu mu, bir nebze de olsa bu ruh halimizden acaba…
Sormamış olsanız daha iyi…
Facebook
Facebookta Paylaş
Twitter
Twitterda Paylaş
Twitter
E-Posta ile Paylaş
Whatsapp
Whatsappta Paylaş