Her gün bir acıya uyanıyoruz. Patlayan bombalar, terör olayları, ölümler, yanı başımızdaki binlerce insanın yaşamınını yitirmesine sebep olan savaş, mülteci krizi... Kaygı, korku, yaşanan acılar, hepimizi çok farklı şekilde etkiliyor. İnsanlığın içinde bulunduğu durum pek parlak değil. Peki neden böyle? Prof. Dr. Kemal Sayar'a göre "Dünyanın en büyük problemi merhamet ve empati eksikliği"
"Modernleşme sürecinde aklın sadece kendini kutsaması, kapitalist iktisadın sadece kârın maksimizasyonuna yönelmesi, insanın, insanla ilgili duyarlılıkların kaybedilmesine yol açtı" diyen Sayar: "Bir uygarlığın ne zaman kalbi çürür derseniz ötekinin acısını anlamadığı zaman derim. Aslında dünyayı daha yaşanabilir kılan, insanın insana duyduğu ihtiyaçtır, susuzluğudur, uzattığı el ve yardımlaşmadır"
Yönetmen Ingmar Bergman'a sormuşlar "Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulur?" diye. O da "Utançla" demiş. Goethe'nin de ölürken "Işık, daha fazla ışık" dediği söylenir. Kendini iflah olmaz bir iyimser olarak tanımlayan psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar ise "Dünyayı merhametin kurtaracağını" düşünüyor. Eee dünyanın hali çok mu kötü derseniz, üçüncü dünya savaşının çıkma ihtimalinden bahsedilen, her gün ölümlere, acılara uyandığımız bir dünyada yaşadığımızı hatırlatmak isterim. Korkunun, kaygının hüküm sürdüğü, savaşlar, terör olaylarının yaşandığı bir zamanda karşı karşıya kaldığımız acılar epeydir, ruh halimizi, günlük hayatımızın ritmini bozdu. Bu durum bizim coğrafyada değil, dünyanın her yerinde böyle. Kötü olan, insanlığın bu gidişata çözüm bulamaması. Sanki insanlık bir yerlerde insanlığını yitirmiş gibi bir tablo var önümüzde. Prof. Dr. Kemal Sayar, Kapı Yayınları'ndan çıkan Kayıp Arkadaş kitabında, tam da yaşadığımız dönemin haleti ruhiyesini anlatıyor. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı ve bu yaşanan acılarla insanlık olarak nerelere savrulduğumuzu gösteriyor. Bir anlamda Sayar, hem dünyanın hem Türkiye'nin psikolojik röntgenini çekiyor. Durum pek parlak değil. Sayar psikolojinin ışığında durum tespiti yapmanın ötesinde çözüm de öneriyor. Çözümün yolu da merhametten geçiyor... Kemal Sayar ile bir akşamüstü buluştuk ve hem kitabını ama daha çok dünyanın gidişatını, toplumsal ruh halimizi konuştuk.
- Kitabınızın adı Kayıp Arkadaş. Kimdir bu kayıp arkadaşımız?
- Kayıp arkadaş bir metafor. Kitabın üst başlığı da 'düşman kayıp arkadaştır.' Dolayısıyla bizim için kayıp arkadaş, hepimizin bugün hasım bellediği ama yeterli bir sohbet yaptığımızda ve yeterince tanıdığımızda yarın arkadaşa dönüşebilecek kişidir.
- İnsanlık çok mu parçalı görünüyor size? Çünkü kitapta bu parçalı halden nasıl düze çıkar, bir bütün oluruz üzerine yazılar yer alıyor.
- Aslında son mülteci krizi bize dünyanın en büyük probleminin merhamet ve empati fakirliği olduğunu gösterdi. Bu krizle biz, bazı insanların nasıl yurtlarını, evlerini terk etmek zorunda kaldıklarını, nasıl vatansız bırakıldıklarını gördük. Dünyanın asude yaşayan kalan kısmının da nasıl bu insanların dertlerine bigane kalabildiğini bizatihi yaşayarak idrak ettik. Pek çok insan yanı başımızdaki savaşlarda hayatını kaybetti. Ama dünyanın global siyasetine yön veren ülkeler bu acılara karşı duyarsız kalabildiler. Onlar, sadece kendileri için olan önceliklerin peşine düştüler. Buna ben narsistik merhamet diyorum.
KASIRGA HERK ESİ ETKİLER
- Nedir bu narsistik merhamet?
- İnsanın sadece kendine benzeyenler için merhamet duyma hali. Kendi vatandaşları, dindaşları, kendi uygarlık çemberi içinde kalanlar için en iyisini isteme, fakat o çemberin dışında kalanları yok sayma, onların acılarına sırtını dönme hadisesidir. Bu çok önemli bir problem. Çünkü empatinin azalması dünyada daha büyük sürtüşmeleri ve çatışmaları beraberinde getiriyor.
- Buradan nasıl çıkarız?
- İnsanın insana muhtaç ve bağımlı olduğu bir dünya tasavvuruna ihtiyacımız var. Yani ben ötekinden ayrı değilim, biz olduğumuz için ben varım dediğimiz an, daha doğrusu bu felsefeye ulaşılabildiğimiz an düze çıkabiliriz. Çünkü mültecilere misafirperverlik hakkını çok görmezsek, belki başka insanların ıstırabı ve üzüntüsü pahasına dünyanın kalan kısmının iyi olamayacağını, bu kasırganın bütün dünyayı etkileyeceğini hissedersek, daha merhametli ve empatik toplumlar olmayı başarabileceğiz.
- Peki o merhameti, empati kurma yeteneğini nerede kaybetti insanlık?
- Kitaptaki yazıların birinin başlığı Kalbi Çürümüş Bir Uygarlık. Bu, ünlü şair Aime Cesaire'ın Batı uygarlığını tarif ederken kullandığı bir ifade. Bir uygarlığın ne zaman kalbi çürür derseniz ötekinin acısını anlamadığı zaman derim. Aslında dünyayı daha yaşanabilir kılan, insanın insana duyduğu ihtiyaçtır, susuzluğudur, uzattığı el ve yardımlaşmadır. Uygarlık tarihimiz boyunca dünyada zaman zaman büyük dayanışma örnekleri gösterildi. Fakat Batı modernitesiyle ilgili bir problem var. Bu modernleşme sürecinde aklın sadece kendini kutsaması, kapitalist iktisadın sadece kârın maksimizasyonuna yönelmesi insanın, insanla ilgili duyarlılıklarının kaybedilmesine yol açtı.
- İnsanın sadece tüketim aracı olarak görülmesi ve tüketim toplumları haline getirilmemizden mi bahsediyorsunuz?
- Evet, insanı bir tüketim aracı olarak görürseniz, ona sadece mal satmak istersiniz. Ya da insana tükettiği ölçüde kıymet verirseniz, onun tüketme kudreti kalmadığı zaman kolayca çöp sepetine atabilirsiniz. Bunun için günümüzde aşırı rasyonalizasyon insanın duygusal tarafının görülmemesine yol açmış durumda.
- Kapitalist Batı uygarlığının bu tavrı diğer toplumlar üzerinde nasıl etkili oldu?
- Beyin çok ilginç bir organ. Sağ beynimiz yaratılıcılıkla, uzaysal düşünmeyle, sezgilerle, merhametle yani bütün iyicil duygularla uğraşırken, sol beynimiz daha ziyade soyutlamayla, kelimelere dökmeyle, araçsal akılla, yani bir şeyi ölçüp biçmeyle, hesap kitap yapmayla meşgul. Batı uygarlığı, sol beyin fonksiyonlarını aşırı derecede abartırken, adeta sağ beyin fonksiyonlarını tamamen baskıladı. İnsanı, hesap yapan, sadece kârının ve çıkarının peşinde koşan bir 'homo ekonomicus' olarak tanımladı. Bu da insanın iç dünyasının muazzam biçimde yoksullaşmasını beraberinde getirdi.
- Yani biz, bir düşünme şekli dayatması ve onun yarattığı fakirleşmenin içinde mi yaşıyoruz?
- Evet! Sezginin, yardımlaşmanın, bir başka insan için fedakarlıkta bulunmanın kaybolduğu bir dünyada herkes, sadece kendi çıkarını maksimize etmenin peşinde koşuyor. Bu insanı giderek acımasızlaştırıyor, her insanı adeta firavunlaştırıyor. Tüketim endüstrisi de maalesef bu firavunlaşmayı besliyor. Biz kendimiz için iyi olanın yeterli olacağını düşünüyor, kamusal iyinin peşine düşmek istemiyoruz. Acaba ortak bir şekilde iyiyi nasıl kurabiliriz, dünyayı, ülkemizi daha iyi bir yer haline nasıl getirebiliriz, yanı başımızda kanayan savaş yaralarını nasıl sarabiliriz gibi soruların peşine düşmüyoruz. Onun yerine, akşam hangi restoranda yemek yersek lezzet duygumuzu tatmin ederiz, hangi adalarda tatile gidersek döndüğümüzde eşe dosta gösterecek bir fotoğrafımız olur gibi daha bencilce dürtülerin peşine düşüyoruz.
- O zaman sağ beynimize yatırım yapmak gerekiyor.
- Sağ beynin sezgisel ve merhamete dönük özelliklerini yeniden dirilteceğimiz, kalbin akla söz geçirebileceği bir anlayış geliştirmemiz gerekiyor.
- Sizce geliştirebilir miyiz?
- Şafak sökmeden önce en koyu karanlıktır. İnsanlık çok büyük badireler atlattı. Ayrıca merhamet öğrenilebilir ve öğretilebilir bir şey. İnsanlara biz daha merhametli olmayı, insan hayatına daha fazla saygılı olmayı, okullarımızda, kurumlarımızda öğretebiliriz. Bazı şeyler vardır, uygulandıkça gelişir. Mesela irade böyle bir şeydir, kas gibidir. Ne kadar uygularsanız o kadar güçlenir. Merhamet insanın hayatında ne kadar uygulanırsa beyinde işgal ettiği yer de o kadar büyüyecektir. İnsan, hayatında neye yer açarsa beyin de ona adapte oluyor. Hayatımızda gündelik ilişkilerimizde ne kadar iyilik uygularsak, ne kadar empatik olursak o kadar ince, rafine, merhametli bireyler olma ihtimalimiz var.
YAPACAĞIMIZ İLK ŞEY ÖNYARGILARI ASKIYA ALMAK
- Kitapta siz Türkiye için de radikal empati vakti diyorsunuz. Nedir radikal empatiden kastınız?
- Radikal empati, empatinin bir hamle daha ilerisidir. Karşımda acı çeken bir insan varsa, kişinin kendine şu soruyu sorması gerekir: Onu bu hale, benim tavırlarım, sessizliğim, benim ya da grubumun tutumları getirmiş olabilir mi? Sempatiden, uzaktan acımaktan farklıdır. Acımanın ötesine geçip diğergam olmayı gerektirir. Yani karşımda acı çeken bir insan var ve benim öncelikli görevim onun bu acısını dindirmektir diyebilmektir.
- Toplumsal durumumuz bu kadar aciliyetli mi?
- Ülkemizde insanlar birbirlerine karşı sağırlaştı. Herkes kendi gettosuna çekilerek oradan öteki bildiğine sövüp sayıyor. Bu da mahalleler arasında gidip gelişi, birbirini anlama çabasını, sohbet geliştirme gayretini önlüyor. Kitabın bazı yazıları, tamamen toplumsal kesimler arasında karşılıklı suçlamanın yerini karşılıklı anlayışa nasıl bırakacağıyla ilgili zihin egzersizleriyle dolu. Bunun için öncelikli olarak önyargıları askıya almak lazım.
- Nasıl olacak?
- Karşıdaki insanın anlatabileceği bir hikayesi olduğunu ve bu hikayenin beni değiştirebileceğini baştan kabul etmem lazım. Benim dünya görüşümün, mutlak hakikati temsil etmeyebileceğini, onun da bana söyleyebileceği bir şeyleri olduğunu baştan kabul edersem, onunla daha rahat diyalog kurabilirim. Mevlana'nın çok sevdiğim bir sözü var; "Haydi ben bensiz olarak geliyorum, sen de sensiz olarak gel" diyor. Yani dünyayı bir de karşımdakinin gözümden görmeye çalışırsam o zaman radikal empati gerçekleşmiş olur.
TOPLUMSAL OLARAK BİLME YANILSAMASI YAŞIYORUZ
- Siz modern dünyanın en büyük salgını yüzeyselliktir diyorsunuz...
- Modern insanın bir şeye ayıracak zamanı pek yok. Bunun için mesela kitapçı raflarında ölmeden önce gitmeniz gereken, yemeniz gereken, izlemeniz gereken türünde kitaplar görürsünüz. Her şey fast food haline getiriliyor. Acı olan düşüncenin de fast food halinde sunulması. Mesela bir şeyi Wikipedia'dan okumak o şeyi bilmek için yeterli kabul ediliyor. Oysa insanlar bazen bir konuda derinleşmek için ömrünü veriyor. Biz bilme yanılsamasına uğratılmış bir toplumuz.
- Nedir bu bilmeyip bildiğimizi sanma hali mi?
- Elimizin altında Google Efendi var. Google'dan gelen bilgiyle o konu hakkında bilgi sahibi olduğumuzu sanıyoruz. Bu çok yanıltıcı bir şey. Hafızamıza çok az şey alıyoruz. Mesela bugünün insanından kaçı ezberden beş şiir okuyabilir, bırakın şiiri kaçı İstiklal Marşı'nın ilk iki kıtasını okuyabilir. Giderek hafıza fonksiyonlarımız zayıflıyor. Hafızanın fonksiyonlarını da arama motorlarına devrediyoruz. Bir bilgiyi alıp içimizde demleyip oradan daha derin bilgilere ulaşacak imkanlara sahip değiliz. Yani analiz yapıp o analizden yeni sonuçlara varabileceğimiz düşünce pratiğimiz yok. Oysa beynimizi ne kadar kullanırsak düşünce aleminde de o kadar derin sulara kulaç atarız.
- Bunun ne gibi sonuçları oluyor?
- Tam manasıyla derinleşemediğimiz için de olaylar arasındaki neden sonuç ilişkilerini kuramıyoruz. Bu da toplumsal hayatımıza yüzeysel tarafgirlikler, yüzeysel politik tutumlar olarak yansıyor. Bu politik anlamda da, düşünce ve ruh dünyamız anlamında da bir fakirleşmeyi getiriyor. Hepimiz güncel olanla, kolayca hazmedilen ve tüketilebilir olanla yetinmek istiyoruz.
KOLEKTİF HAFIZAMIZ TRAVMALARLA DOLU
- Siz kitapta toplum olarak çok fazla travma geçirdiğimizi anlatıyorsunuz...
- Balkanlar'dan gelişimiz, Çanakkale ve Sarıkamış'taki kayıplarımız, koskoca bir imparatorluğun sulara gömülmesi... Bütün bunlar kolektif bilincimize işledi. Hepimizin dedelerinden biri bu büyük savaşlardan birinde can vermiş ya da bu büyük göç yollarında ciddi sıkıntılar çekmiş. Çok örselenmiş bir milletiz. Bir imparatorluğa sahip olma hissinin, Batı karşısında mağlubiyet hissiyle yer değiştirdiği, hepimizin garpzede haline geldiği süreçlerden geçtik. Dolayısıyla o galip gelme arzusu, yenilmişliği kabullenemeyiş mesela futbol stadyumlarında "Avrupa Avrupa duy sesimizi" gibi sloganlarla dışa vuruyor. Bir de yakın tarihli travmalarımız var. 1960 darbesinin, 12 Eylül'ün, arkasından gelen güneydoğudaki çatışmanın travması gibi... Bütün bunlar bizim kolektif bilinçaltımıza yaralar halinde eklemleniyor.
- Nasıl üstesinden gelmeye çalışıyoruz?
- Unutmak istiyoruz çünkü bu tür travmalarla ve acılarla yaşamak istemiyoruz. Ki unutmak bu anlamda insana bahşedilmiş büyük bir imkandır. Hayatta yeni yollar açmak, toplumda yeni uzlaşma noktaları bulmak ancak unutmakla mümkün olabilir. Ama unuttuğumuzu sandığımız şey bir yerlerde saklanmıştır. Bizler de yaşadığımız her travmada o unuttuğumuzu sandığımız geçmişin şahlanarak üzerimize geldiğini görüyoruz. Mesela her terör olayı, her çatışma bizim travmatik hafızamıza bir çentik atıyor ve geçmişte kabuk bağlamış bir yarayı kanatıyor.
- Bir kısır döngü... Peki bu döngü nasıl kırılır?
- Toplumsal kesimlerin arasında kuvvetli bir uzlaşma, uzlaşma olmasa da birbirinin yaşam hakkına saygı duyacak bir barış iklimi, geçmişin yaralarını yavaş yavaş bir merhem gibi iyileştirebilir. Bunun için de işte tam bir toplumsal seferberlik gerekiyor. Her insanın acısının biricik kabul edildiği, geçmişte acı çekmiş her insana saygı duyulduğu ve hikayesine yer açıldığı, o hikayelere tanıklık edildiği bir dönemden geçmemiz lazım. 28 Şubat sürecinde okulundan uzaklaştırılan bir genç kızın da tanıklığını dinlemeye ihtiyacımız var, Diyarbakır Cezaevi'nde işkencelere maruz kalmış vatandaşımızın da tanıklığını dinlemeye... Ya da şehit yakınlarının tanıklığını da, dışkı yedirilmiş insanlarımız tanıklığını da dinlemeye ihtiyacımız var. Bu tanıklıkları yapa yapa ülkeyi kocaman bir merhamet çadırı haline getirebiliriz. Herkesin ötekinin acı hikayesini dinlemesi, bu acıların bir daha yaşanmaması için ne yapılması gerektiğine dair fikir yürütmesi lazım. Biz maalesef bunu yapamıyoruz, acıları yarıştırmayı yeğliyoruz. O zaman aramızdaki duvarlar kalınlaşıyor.
HASET KÜLTÜRÜ HER YERDE
- O zaman vasatın hakimiyetini mi yaşıyoruz?
- Kesinlikle. Vasatın üzerindeki her şeyin sosyal medya eliyle değersizleştirilebildiği, insani gayretin çok kolaylıkla hasıraltı edildiği hatta yer yer de linç edildiği bir toplumsal kültürde yaşıyoruz. Bana sorarsanız sosyal medya ortamında vasat altının korkunç bir ihtiras ve öfkeyle vasatı ve vasatın üstünü aşağıya çekmeye çalıştığı bir kaos ortamında yarışıyoruz.
- Bunun için mi mesela Kıvanç Tatlıtuğ evlendiği zaman hayranları eşine olmadık sözler söyleyebiliyor?
- İşte bunun adı haset kültürü. Kıskançlıktan farklı olarak yıkıcı bir duygudur. Haset kültürü benim olmuyorsan, yıkıl, yok ol demektir. Burada yıkıcı bir enerji söz konusu. Maalesef iş ortamlarında, akademik ortamlarda, politik arenada, sporda, TV ve magazin dünyasında sık sık karışımıza çıkan bir kültür bu. Enerjimizin çoğunu yok etmeye harcıyoruz. Oysa bizim bu ülkeyle ilgili ortak düşler inşa etmeye, bulunduğumuz ortamı güzelleştirmeye, insanlara daha çok faydalı olmaya zaman ayırmamız lazım.
Kaynak: https://www.sabah.com.tr/pazar/2016/03/06/bir-uygarligin-kalbi-otekinin-acisini-anlamadiginda-curur